Fırat Aydınkaya: Azadî Çınlaması; Şeyh Said’in Hayat Hikayesi

Yazarlar

E.H.Carr, Dostoyevski’yi konu alan biyografik çalışmasında, usta yazarın bütün hayatının değişik araçlarla belgelendiği için, bunu yazmanın kolaylığına dikkatimizi çeker. Şeyh Said’in biyografi yazımında ise tam tersi geçerlidir. Hayat hikayesinin kritik önemdeki dönemleri belgelenmediği veya şahit anlatımlarıyla sabitleştirilmediği için onun hayatını yazmak zordur.  Hayatının en iyi bilinen dönemi isyan hareketliliği içinde bulunduğu kısa dönemdir. Kolonyal ortamlarda yaşamlarını sürdürenlerin hayatları anomalidir, egemen iktidarı ilgilendiren konularda suç işledikleri zaman tanınıp belgelenir.

Yakın dönem Kürdistan tarihinin en tartışılan figürlerin başında Şeyh Said’in geldiği herhalde tartışmasız. Sadece tek başına Osmanlı imparatorluğunun bakiyesi ciddi bir güce kafa tutma cesareti göstermesi değil, köylü Kürt toplumunun hiç değilse bir bölgesindeki meskun kesimleri temsil etme kabiliyeti göstererek, bunları cephede bir araya getirebilmesi, giderek yükselen modern Kürt okumuşlarının arasından sıyrılarak, Kürt halkının ulusal taleplerini üstlenmiş olması onun portresini benzersiz kılıyor. Türk resmi tarihi, onu “gerici”, o da olmasa “bölücü” fragmanıyla karanlık bir derebeyi olarak tarihe yerleştirirken, buna mukabil Kürt resmi tarihi onu cesur ama hasbelkader Kürt davasının temsilcisi olarak selamlar. Şu da bir gerçek ki seküler tonları baskın Kürt tarih yazımına Şeyh Said kerhen kabul edilmekte, çekimser cümlelerin konusu yapılmakta ve nihayet ona bir çeşit davetsiz misafir payesi verilmektedir.  Tam da ona verilen bu “davetsiz misafir”lik payesi ile neden şimdiye dek onun elle tutulur bir biyografinin yazılmamış olduğu; neden filmlere, romanlara, sanatsal aktivitelere konu yapılmadığı sorusunu açıklar. 

Peki Ama Kimdir Şeyh Said? 

Şeyh Said’i ortaya çıkaran tarihsel koşullara bir bakış fırlatmak resmi tamamlamamıza şüphesiz yardımcı olacaktır. Şeyh Said, Kürt İslamının kurucusu Mevlana Halit’in vefatından yirmi üç yıl sonra, Mustafa Kemal’in doğumundan otuz bir yıl önce, Osmanlı imparatorluğu içinde Kürdistan eyaletinin kuruluşundan dört yıl sonra doğmuştur. Kelimenin tam anlamıyla Kürdistan’ın kolonize edildiği, kolonize edilenlerin fatih unvanıyla taltif edilip madalya verildiği, mükerrer fetih kutlamalarının tam da içine, yani 1850 yılında doğması şüphesiz hayat hikayesine damgasını vurmuştur. Daha genel manada içinde doğduğu toplumsal ve dünyadaki maddi koşullar onun hayatını da tayin edecekti. Aynı yıl dünyada petrol ilk kez damıtıldı örneğin, pasifiği geçen ilk telgraf kablosu döşendi, ticari açıdan ilk dikiş makinesi icat edildi. Doğumundan iki yıl önce Avrupa toplumu 1848 devrimleri ile kasıp kavruluyordu, 1850’lere kadar İngiltere’nin modere ettiği sanayi devriminin dünyanın kaderini belirlemeye başladığını da eklemek gerekiyor.

Bu koşulların altında çocukluğunun pek de kolay geçmediğini tahmin edebiliriz. Her ne kadar 1850’nin Palu-Harput’un görece müreffeh koşullarında gözlerini hayata açsa da, dönem itibariyle bitmek bilmeyen Osmanlı-Rus savaşları serisinin önemli kırılmalarından biri olan Kırım savaşı patlamak üzereydi. Aynı yüzyıl içinde bu üçüncü Osmanlı-Rus savaşıydı ve Kürdistan toplumu savaş atlarının nallarının altında alenen ezilmişti. Sıklıkla kıtlık ve salgın hastalıklar baş göstermişti ve halkın refah düzeyi istikrarlı bir şekilde düşüyordu. 

Ayrıca Osmanlı orduları II. Mahmut’un başlattığı ve Abdülmecit ile devam eden askeri kolonizasyon seferleri vesilesiyle Kürdistan’ın otonom iktidar odakları olan Mirlikleri tarihe gömmüştü. Kürdistan başsız bırakılırken, sahada aşırı şiddetin enkazı ve bütün maddi kaynaklarına el konulan bir toplum gerçeği vardı. Kürt toplumunun geleneksel feodalitesi yerle bir edildiği için çok uzun tarihlerden bu yana süregelen Kürtlerin kendi otorite yönetimi kalmamıştı. Diğer bir deyişle Kürt toplumu ile yabancı bir güç arasındaki aracı otorite ortadan kaldırılmış ve Kürtler ilk kez doğrudan Osmanlı yönetiminin tebaası yapılmıştı. 

Doğduğu yer olan Palu, Kürtlerin önemli yerleşimlerinden birisiydi. Yavuz Sultan Selim tarafından yeniden formatlansa da Palu beyliğinin Kürdistan tarihinde önemli bir yeri vardır. Beyliği kuran Cemşit beyin, Eğil beylerinin soyundan geldiği ve bu beylerin Mirdasi aşireti ile ilişkisi bilinmektedir. Her ne kadar Şerefname, Palu beylerinin kökenleri ile ilgili ilginç bilgiler verse de asıl önemli olan, bu bölgenin kendi kendini yönetmeyi bilen, bunu deneyimleyen ve hatta bunu kurumsallaştıran bir tarihsel gelenekten geldiğidir. Dolayısıyla onun Palu’da gözlerini açmasının bu türden bir arka plana sahip olduğunu bilmek önemlidir. Palu bölgesi kendi kendini yönetmenin ne olduğunu bilen, Scott’un deyişiyle kendisini başkasına yönettirmeyen bir siyasal kamuya ev sahipliği yapıyordu. 

Öte taraftan ailesinin kökenlerine dair yapılan araştırmalar henüz çok yetersizdir. Bununla birlikte ailesinin bilinen ilk kökenlerinin Tebriz’e yakın Bademyar köyünde meskun olduğu, Şii bürokrasisinin müzmin baskıları sebebiyle daha sonra Urmiye tarafına ve buradan da benzer sebeplerle barınamayınca Diyarbekir taraflarına geldiğine dair anlatılar bulunmaktadır. Ne var ki burada da ailenin rahat bırakılmadığını görüyoruz. Tazyik ve taciz bu sefer Sünni Osmanlı devletinden gelmiş görünmektedir. Anlatılana bakılırsa IV. Murat’ın Bağdat seferine savaş koşullarının bulunmadığı gerekçesiyle fetva vermekten imtina etmiş olan dedelerinden Urmevi şeyhi (Seyyit Şeyh Haşim), fetva vermemesinin bedelini canıyla ödemişti. 

İktidarlarla olan bu restleşme siciline bakıldığında ailesinin kendi bildiği değerleri her ne pahasına olursa olsun savunduğu sonucunu çıkarabiliriz. Mazlumlardan yana olma veya bir değer olarak zalimin karşısında konumlanma pozisyonu bu sebeple tesadüf olarak görülemez. Belli ki ailenin Sünni tarihi içindeki pozisyonu belli zamanlarda muhalif islamla bağlantılı bir ethosa tekabül etmektedir.

Aile bahsinde bir diğer konu ise dedesi Şeyh Ali Septi ile bağlantılı bir meseledir. Erkek çocuklar genelde babasının hayatının devamı hayatlar yaşarken, o daha çok dedesinin hayatının bakiyesi bir hayat sürmüştü. Septi’nin Diyarbekir hayatı, ilim ve tasavvufla bağlantılı bir görünüm veriyordu. Buradaki görkemli bir medresede fetva eminiydi ve baş müderristi. Ne var ki bu her iki değerin ona yetmediğini, Mevlana Halit’e intisabından görüyoruz. Mevlana Halit’e doğru giderken Cizre’de bulunan Mem û Zîn camisinde itikafa girmesi şüphesiz sembolik anlamı belirgin bir ritüeldi. Gerçekten de Kürt toplumunun vasati ortalamasını düşündüğümüzde dedesi Septi, elit bir öğrenim görüp saygın bir pozisyona sahipti. Buna rağmen bunları elinin tersiyle itip Mevlana Halit’in peşinden gitmesi bir yenilik arayışıydı. 

Mevlana Halit, din öğretisinin halklaştırılması bağlamında ve bundan da öte nefis terbiyesi için elit talebelerine Bağdat ya da Şam’ın pazarlarında bidonlarla su taşıtıyordu. Diyarbekir’deki konforlu hayatını bırakıp, sırtında su bidonları ile halkın arasına karışmak sadece dedesinin hayatını değil, kendisinin de hayatının kodlarını belirleyecekti. Dedesi kemale erdiğinde ise onun Mevlana Halit’in elit kategorisindeki halifelerinden olduğunu görüyoruz. Onu yanından ayırmadığı gibi ona özel mektuplarını dahi yazdırıyordu. Onun Palu tarafına irşad için görevlendirilmesi şüphesiz önemli bir andı. Dolayısıyla Şeyh Ali Septi’nin, torunu olarak Şeyh Said’in, Palu’da hayata gözlerini açtığında, onunla özel olarak ilgilenen elit bir dedesi vardı ve ona Said ismini vermişti. 

Kürt Nakşiliğinin Palevi ekolü Norşin ve Arvas ekolünden farklı bir içeriğe sahipti. Her şeyden önce bu ekol bahse konu ekoller gibi sıkı devletçi bir geleneğe sahip değildi. Ve ayrıca bu ekol, ilim geleneğini, kimi durumlarda tasavvufun önüne koyarak, pozitif ve halkçı bir yordam tutturmuştu. Dolayısıyla keramet ekonomizmi, gösteriş ve şeyhlikten ziyade halkın içinde olma pratiğiyle daha çok toplumcu bir pratik sergiliyordu. Osmanlıcı bir İslamizme abanmak ve Sünni taassubu ile diğer Müslüman olmayan halkları aşağılayan pratikler yerine mümkün mertebe eşitlikçi ve kültürel Kürtlüğü ağır basan bir içerikle yoğrulmuştu. Bu sebeple Kürtlüğün komünal değerlerine yakındı ve Ermeniler gibi Müslüman olmayan başka halkların kanına girmekten mümkün mertebe sakınan bir pratik tutturmuştu. Bu ekol Palu, Çan, Melekan, Hınıs hattı ve kuzeyini Nakşiliğin yeni değerleriyle yeniden İslamlaştırıyordu.  

Çocukluğu

Onun çocukluğunun nasıl geçtiğine dair ayrıntılı bilgilere vakıf olmadığımızı belirtmek durumundayız. Dedesi Ali Septi’nin talimatıyla doğumunu izleyen günlerde ağırlığınca gümüşün sadaka olarak verilmesine bakılırsa, ailenin maddi durumunun genel toplum ortalamasının üzerinde olduğu görülüyordu. Babası Şeyh Mahmud Fevzi ile nasıl bir çocukluk geçirdiği, annesiyle nasıl bir evlat ilişkisi kurduğuna dair elimizde pek az veri var. Babasının Palu’dan göç ederek Hınıs-Kolhisar’da medrese açmasının hayatı üzerinde ne tür kritik değişiklikler yapacağını elbette kimse öngöremezdi. Palu’ya nazaran Hınıs’ın hem iklimi soğuktu hem de iktisadi açıdan yoksul kesimleri çoktu. Palu öyle ya da böyle orta sınıfa evrilen bir iktisadi refaha sahipken, Hınıs ağırlıkla ezilen yoksul kesimlerin meskeniydi. Yüzyılın sonuna doğru özellikle buradaki Kürt-Ermeni ilişkilerinin Palu’ya nazaran biraz daha sert bir seyir izlediği ve buradaki dağların fedailerin yuvası olduğunu hatırlamakta fayda var. Keza burası savaşın nefesini her an ensesinde hisseden Kafkas sınır cephesinin hinterlandı içinde yer alıyordu.

Hınıs 1871’de kaza olarak resmi bir idari birim haline gelirken, 1904 yılında değişen güvenlik sebepleri gerekçe gösterilerek sancak haline getirilmişti. Aşiretli Kürtler, Ermeniler, Alevilerden müteşekkil kozmopolit bir bölge olsa da onun çocukluğunda Hınıs’ta Kürt kültürü baskındı. Sünni Kürtler, Alevi Kürtler ve Ermenilerin zımni sözleşme ile birbirlerinin haklarına saygı gösterdiği bir yerdi. 1900 yılına ait salnameye göre 204 köyü vardı. Cuinet’in 1892 tarihli seyahatnamesine göre ise Hınıs’ta bu dönemlerde 16.746 Müslüman, 9312 Gregoryen Ermeni, 761 Protestan Ermeni, 148 de diğer halklardan olmak üzere 26.967 kişi  yaşıyordu.

Babası Şeyh Mahmut Fevzi’nin neden Hınıs’a yerleştiğine dair elimizde bir veri yok. Ancak Nakşi geleneğinde icazet alan halifelerin, baba evinden koparak şeyhi olmayan mıntıkalara giderek, buraları yeniden Müslümanlaştırdığını gördüğümüzde Hınıs seçeneği anlam kazanacaktır. Ama buna rağmen Palu gibi bir refah üssünü terk edip, Hınıs gibi yokluklarla sınanan yerde ikamet edip medrese açmak bir çeşit fikri idealizasyonla da bağlantılı görünmektedir.   Çocukluğunda babasının yoksullarla hemhal bir gündelik hayat tutturduğunu görmekteyiz. Evini yoksullara açmakla kalmadığını, evinde birkaç yetim barındırdığını da biliyoruz, her ne kadar bu yetimlerin kim olduğunu bilemesek de. Belli ki şeyh görece varlık içinde bir çocukluk geçirmişti ve yoksulluğun kesif şiddetini evin içinde görmeden büyümüştü. 

Altını çizmekte fayda var, gerek dedesinin ve gerekse babasının yöredeki Ermeni ve Alevi kesimlerle iyi bir ilişki kurduğu anlatılmaktadır. Belli ki dışlayıcı değillerdi, kucaklayıcılardı ancak şüphe yok ki kucaklama marjları vardı. Söz konusu Ermeniler olduğunda İslamın zimmilik yasalarının liberal yorumlarını çekinmeden genişletebiliyorlardı. Ama elbette eninde sonunda belli bir hiyerarşi üzerine inşa edilen zimmilik hukukuna bağlılardı, adil dahi olsa zimmilik zimmilikti, yani mutlak eşitlik yoktu, hiyerarşi vardı. Babasının periyodik olmasa bile Ermenilerle görüştüğüne dair anlatımlar bulunmaktadır. Eğer nakledilenler doğruysa dinler ile mezheplerin ihtilafını Allah’ın hikmetine bağlayan yorumlar geliştirmeleri onları Norşin, Taği ve Arvas ekollerine nazaran çoğulcu bir ilahiyatı gözetiyordu.

Söylenenlere bakılırsa çok erken bir yaşta eğitim işine koyulmuştu. Beş yaşında medreseye başlaması dönemin koşullarına göre normal sayılabilir. Eğitim hayatı boyunca babasının gözetiminde, medresesindeki müderrislerden ders alıyordu. Bu medrese dışında nerede ve kimlerden ders aldığına dair pek malumat bulunmuyor. Mahkeme huzurunda verdiği beyana bakılırsa Muş, Malazgirt ve Palu’da eğitim görmüştü. Palu’daki medreseyi amcası Şeyh Hasan yönetiyordu. Muş’ta Feqi Mehmet Emin efendi ve Malazgirt’te mele Abdülhakim’in yanında ders görmüştü. 

Çocukluğunda ne tür oyunlar oynadığını, kimlerle ilk arkadaşlıklarını kurduğunu bilmiyoruz. Keza ilk kez kiminle kavga ettiğini, ilk kez kime aşık olduğunu da bilmiyoruz. Hobilerinin ya da gündelik hayatta nelerden hoşlandığı da muamma. Ve dahi yirmi yaşına kadar büyük merkezleri gezip gezmediğine dair de bilgimiz yok. Babası ve annesi ile ilişkilerini de bilmemekteyiz. Evin içinde sevilip sevilmediğini, babası ile nasıl bir ilişki tutturduğunu, annesi tarafından şımartılıp şımartılmadığını da bilmiyoruz. Babasının saygın ve iletişimin güçlü biri olduğunu biliyoruz. En azından ilk eğitimini babasının yanında aldığını, anne terbiyesi gördüğünü ileri sürebiliriz. Hatta ileriki yaşamında giydiği kıyafetlerin estetik olmasına önem verdiğini gördüğümüzde annesi ile iletişimin güçlü olduğunu da varsayabiliriz.

Kısacası doğumundan yirmi yaşına kadar özel hayat bilgilerini bilmekten epey uzağız. Yine de dönemin toplumsal koşullarını düşündüğümüzde geç sayılabilecek yaşlarda evlendiğini görmek şaşırtıcıdır. Neden otuzlu yaşlarda evlendiğine, neden daha erken evlenmediğine dair bir malumat bulunmuyor. Yoğun bir eğitim faaliyeti yüzünden mi ya da idealist bir öğrenci olduğundan mı bilinmez, içinde bulunduğu toplumun evlilik yaşı baz alındığında hayli geç bir yaşta evlenmesi ilginç bir durum gibi görünmektedir.

Otuz sekiz yaşında babası vefat ettiğinde yüzyılın kapanmasına on iki yıl kalmıştı. Babası vefat ettiğinde beklendiği üzere medreselerin başına geçmişti. Eğitim hayatında özellikle hadis ilmi konusunda ihtisaslaşmayı seçmesi anlamlı bir tercih gibi görünüyordu. Gerçekten de dönemin uleması içinde hadis ilminin önde gelenlerinden biriydi. Buna bir sebep olarak Mevlana Halit’in bu ilme özel bir önem vermesi rol oynamış olabilir mi acaba? Bir halifesine yazdığı bir mektupta Halit, talebelerinden hassaten Hadis ve Fıkıh ilmine önem verilmesini talep ediyordu. Bunun elbette bir sebebi peygamber hayranlığı olsa da esas amil peygamberin Kuran’ı canlı olarak yorumlayan baş hukuk üreticisi görmesinde yatıyordu. İşin gerçeği Halit de ardılları da İslamı, peygamberin yorumu üzerinden anlamayı seçerek, onu günümüzde yeniden fail kılmayı önemsiyordu. Şeyh Said’in Hadis yerine Tasavvuf veya Kelam ilimleri üzerine ihtisaslaşması kaderini etkiler miydi acaba? Tasavvuf üzerine ihtisaslaşmak onu dedesi Palevi gibi münzevi bir takva sahibi kılardı şüphesiz ama ondaki praksisi körelterek başkaldırı ahlakından alıkoyabilirdi. Keza onun Kelam ilmi üzerinde mütehassıs olması onu Bediüzzamana yakınlaştırıp, kılıç yerine kalem erbabı kılarak cephe mücadelesinden edebilirdi. Ama şu da var ki Kelam ilmi ekseninde bir mücadele kuramını örgütleseydi Kürt İslamı bir ölçüde hem sınıf tefsirine sahip olabilirdi hem de anti kolonyal kurama sahip olabilirdi. Hadis ilmi ile İslam peygamberini takip ederek Ebu Zer olmaya soyundu, tıpkı Ebu Zer gibi Müslüman çoğunluk tarafından yalnız bırakıldı.

Kişiliği

Şeyh uzun boylu, yakışıklı ve aynı zamanda görüntüsüyle karizmatik bir bilge edası veriyordu. Bütün sömürge halklarının egemen göz ve teknolojilerden uzak hayatlar sürmesi örneğinde olduğu gibi pek fazla fotoğrafı bulunmuyor, olanlar da bir elin parmağını geçmez. Çocukluk ve gençliğine ait fotoğrafları yok, yalnızca yaşlılık dönemine sığan portreleri var. Fotoğraf sömürge ortamlarında bir tür kayda alınmak veya egemenin gözünde afişe olmakla eşdeğer göründüğü için çekinilen bir davranıştı. Ne zaman ki kurulu düzene çomak sokmayı düşündü, muktedirin menziline o zaman girdi, o zaman fotoğraflanarak muhatap alındı.  

Şeyhin gözlerine sürme çekmesi dönemin şeyhliğinin aurası gereğiydi. Kadınlarla ilişkisine dair elimizde bir veri yok. Kendisinin bir kadına aşık olup olmadığını bilmediğimiz gibi kadınların ona aşık olup olmadığını da bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey Çan şeyhlerinden birisi olan Amine hanımla evlendiği ve eşinin dünya savaşının seferberlik koşullarının mutlak eziyetine dayanamayıp vefat ettiğidir. Daha sonra sırasıyla Cibran aşiret reisinin kızı Fatma hanım ile ve akabinde yine Varto’nun Hacibeg şeyhlerinden olan Nesife hanımla hayatını birleştirmişti. Altı erkek ve beş kız sahibi olsa da, onun çocuklarıyla nasıl bir ilişki geliştirdiğine dair de elimizde bir bilgi bulunmuyor. Sadece oğullarından Ali Rıza ile özel ve sevecen bir ilişki kurduğunu biliyoruz. 

Diğer şeyhlerin aksine Şeyhin kendi giyim kuşamına özen göstermesi elbette dikkat çekiciydi. Kendisine verilen her şeyi giymezdi, yakışanı giyiyordu. Belli ki görünme stratejilerine önem veriyordu, insanın dış görüntüsünün, içerisini ele verdiğine inanıyordu. Halep ve Şam’a gidince sadece yeni basılmış kitaplar değil, dönemin modasına uygun giysiler de alıp giyiyordu. Kıyafet kombinine uygun gümüş yüzük takması adetten olsa da yüzüğün üzerinde “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir” ayetini yazması ilgi çekicidir. Bediüzzamanın bir dönem Hz. Ali’ye atıfla yüzüğüne “bende-i şahı berdan” yazısıyla mukayeseli okuduğumuzda bu tercihin dikkat çekici olduğu herhalde açık. Evinin giriş eşiğine “Kudret yalnız Allahındır” ayetini yazması da keza dünyevi iktidarlara çekilmiş bir sınır gibiydi.

Anlatılana bakılırsa fevkalade bir hitabet yeteneği haizdi, kabiliyetli retorlar gibi muhatabını kolayca ikna etmesiyle nam salmıştı. Heybeti ve korku salan görünüşünü hitabet sanatıyla birleştiriyordu. Nitekim Lord Kinros bile onun heybetinden etkilenmişti. Ona göre Şeyh Said öldürülürken bile korkusuz bir şekilde sehpaya gitti ve asılırken bile başı dimdikti.

Onun alameti farikası benzersiz cesaretiydi. Sonsuza dek evinden ayrıldığında ev halkına “cesaret”ten dem vurması şüphesiz önemliydi. Aynı zamanda iyi bir at binicisi olduğu da söyleniyordu. Tarikatın uzun tarihinde at binenler tarihe ancak yön verebilmişti. Halep ziyaretlerinden birinde Derviş ismiyle, Arap cinsi iyi bir at almıştı ve bu at ile birlikte isyan cephelerinde savaşmıştı. Ayrıca Bababey ismiyle başka bir atı daha meşhurdu. Şeyhin aynı zamanda nüktedan olduğu da anlatılıyordu.  

Arapça, Farsça, Osmanlıca, Ermenice ve biraz da Urduca dilini biliyordu. Seyahat etmeyi seven bir karaktere sahipti. Halep, Şam, Tebriz, Urmiye, Şiraz, Hindistan ve Hicaz bölgelerine uğrayıp önemli dostluklar kurmuştu. Her ne kadar İstanbul’a seyahat ettiği anlatılmakta ise de bu seyahatin tam tarihi ve amacı hakkında kesin bilgi yoktur. En çok da Halep’e uğradığı anlaşılmaktadır. Antep üzerinden Halep güzergahı canlı hayvan satış rotasıydı ve birkaç yılda bir, bu şehrin yolunu tuttuğu görülmektedir.  Seyahatlerde birinci işi kitapçılara uğramaktı. Gittiği merkezlerdeki kitapçılara uğrayarak yeni basılan veya kıyıda köşede kalmış kitapları satın alıyordu. Anlatılana bakılırsa Hınıs’taki kütüphanesinde yirmi bine dayanan bir kitap koleksiyonu olmuştu. Gündelik hayatında eşitlikçi bir vizyona sahipti, çobanlarla aracısız konuşuyordu, mütegalibe unsurlardan uzak durmaya çabalıyordu, her daim mülksüzleştirilmiş köylülerle iç içe bir yaşam sürmüştü. 

Bediüzzamanın aksine hediye kabul ediyordu. Fakat şahitlerin anlatımına bakılırsa pahalı hediyeleri ya ihtiyaç sahibine dağıtırdı ya da medresede okuttuğu talebelerin ve müderrislerin giderlerine harcıyordu. Kürt toplumunun ortalamasını baz aldığımızda zengin diyebileceğimiz bir malvarlığına sahipti, arazilere, yaylaklara, sürülere ve mal mülklere hükmediyordu. Bunları nereden edindiğine dair net bilgilerimiz olmasa da, birçoğu dedesi ve babasından kalmış görünüyordu. Şeyhlik kurumu elbette belli iktisadi politiğin bir çıktısı olarak işlev görüyordu. “Her aşiretin bir şeyhi olmalı”nın iktisadi anlamı da vardı ve buna göre aşiretin şeyhi yoksul olamazdı, başta zekat ve fitre olmak üzere her vesileyle ona ikramda bulunmak ona tabiiyetin bir gereğiydi. Şeyhin sembolik büyüklüğü aşiretin övündüğü şeylerin başında geliyordu, şeyhinin yoksulluğu aşiretin itibarını zedelerdi. Buna rağmen lüks bir yaşamdan uzak mütevazi bir yaşam sürmüştü.  

O da hayatı boyunca her ayrıntısına kadar takip etmeyi kendisine şiar ettiği peygamberi gibi ticaret yapıyordu. Ticaretle kayda değer bir mal varlığına malik olmuştu. Ticaret fikrine nasıl ikna olduğuna dair bir bilgi yok. Bir ihtimal Palu’daki tacir Ermenilerin, usul ve yordamları kendisine ilham vermiş olabilir. Ticaretle uğraşmayı başkalarına el açmamak, dünya menfaati için insanlara şirin görünmenin sakıncaları ve talebe maişetleri üzerinden gerekli görüyordu.

Şeyh Said ve Ermeniler

Şeyhin, babasının ve dedesinin Palu’dan başlayan ve Hınıs’la devam eden Ermeni toplumu ile ilişkileri diğer lokasyonlara nazaran diyalog ve karşılıklı anlayışa dayanan bir dengeye yaslanıyordu. Şeyhin kendisi Ermenice biliyordu ve kimi durumlarda Ermeni toplumunun iç çatışmalarında hakem rolü dahi oynayacak kadar onlarla iletişimi güçlüydü.

Ne var ki bu dengeli ilişkinin seyrine çoğu zaman devletin baskın gücü müdahil olup sekteye uğratabiliyordu. Sadece devlet değil, Sünni taassubunun bölgedeki temsilcileri de bu dengeye çomak sokabiliyordu. Şeyh Osman Tavili, Ali Sebti ve Seyyid Taha’nın bazı halifelerini saymazsak Halidiler, genelde Müslüman bir halka İslam propagandası yapıyordu. Halidi şeyhlerin dinsel misyonunun muhatabı çoğunlukla Ermeniler olmadığı halde, bazı Halidi şeyhlerinin bir parça başrolünde rol oynadığı bazı olaylarda Kürtlerle, Ermeniler arasında gerginlik çıkıyordu. Bunlardan biri Bitlis’ten Erzurum’a dönen Şeyh Ahmet Taşkesani’nin Hınıs’ta sebep olduğu gerginlikti. Bir iddiaya göre şeyhin önü Hınıs’ta Ermeni komitecilerince kesilip ölümle tehdit edildiği için meydana gelen olaylarda onlarca kişi ölmüştü. Ne var ki bahse konu bu olayın Hınıs’taki pogrom süreci ile ilişkisi var gibi görünmektedir. Bu olaya rağmen genelde Ermeni fedailerin doğrudan Halidi şeyhlerini hedef aldığı olaylar istisnadır. Xanasor katliamı örneğinde olduğu gibi Ermeni fedaileri genelde Kürt aşiret ve reislerini hedef aldığı halde Halidi şeyhlere yönelmemelerinin altında yatan faktör muhtemelen Halidi şeyhlerin dini kimliğinin toplumda taşıdığı ağırlıkla bağlantılıydı. Fakat yine de Şeyh Ali Septi’nin halifelerinden Hacı Haydarê Kersi’nin Ermeni köylerinin arasından geçerken nereden ve kimin sıktığı belli olmayan bir kurşunla öldürülmesi gibi faili meçhul öldürme olayı istisna kabilinden de olsa görülüyordu. Hacı Haydar’ın denk geldiği Ermenilere sıkça şehadet getirme teklifi yaptığı ve onları dinsel söylemlerle hakir gördüğü de anlatılmaktadır.

Bütün bu gerginliğin altında yatan en önemli sebep şüphe yok ki devlet politikalarıydı. Tarihe 1894-96 Ermeni katliamları olarak geçen, bu şiddet dönemlerinin faili de senaryosu da neredeyse tamamen aynıydı. Bilindiği üzere 1894-1896 arasında merkezi bir politika ile icra edilen pogrom organizasyonlarında on binlerce Ermeni katledildi. Bu yerlerden birisi Hınıs’tı ve Hınıs’taki katliam 30 Ekim 1895 tarihli Erzurum pogromunun devamı olarak, Aralık 1895 yılında icra edilmişti. Tıpkı Erzurum’daki olaylarda olduğu gibi Hınıs katliamını örgütleyen de büyük ölçüde Şakir paşaydı. Hamidiye Kumandanı Halil Ağa ile birlikte Şakir paşa resmi raporlara göre 32 Ermeni’yi katletmişti.   

Bu dönemlerde yalnızca Şeyh değil, babası Mahmut Fevzi de hayattaydı ve bu mıntıkadaydı. Şeyhin pogrom sonrası krizde yatıştırıcı bir rol oynadığı anlatılmaktadır. Müslüman Kürt ve Ermeni temsilcilerinin şeyhe müracaatla sorunu çözmesini talep ettiğini, bunun üzerine şeyhin iki toplumu yatıştıran pratikler sergilediğini, geçici de olsa bir şehir sulhünü sağladığını görmekteyiz. 

İlmi Kişiliği

1860 yılında babası Hınıs ilçesi Kolhisar köyüne yerleştiğinde burada bir medrese inşa ederek talebe kabul etmeye başlamıştı. Babasının neden Palu’yu bırakıp Hınıs’a geldiğine dair görünür bir hikaye yok. Fakat Kürt Nakşi geleneği esasen fetih mantığıyla büyümeyi seçmişti. Dergahta kamil olan, ilmi ve tasavvufi icazeti olan kişi, Nakşi şeyhlerinin daha önce ayak basmadığı ve medrese bulunmayan yerleşimleri belirleyip oraya yerleşiyordu. Gidilen yerin halkının Ezidi, Ermeni ve Süryani olması, Sünni idealizm bağlamında tercih nedenlerinden biriydi. Zira irşad faaliyeti için Müslüman olmayan kesimlerin varlığı iyi bir potansiyel sunuyordu. Gidilen mıntıkada kült bir şeyhin olmayışı ama dominant bir aşiretin varlığı da cezb ediciydi. Zira aşiret hem iktisadi hem de talebe yetiştirme manasında ideal bir insan kaynakları deposuydu. Dolayısıyla Tekman-Hınıs-Varto üçgeni bütün bu olguları barındıran ideal bir sosyolojiydi. Bir de her ne kadar Şeyh Ahmet Taşkesani aracılığıyla Norşin-Tağ ekolü de buraya göz dikse de burayı domine eden büyük oranda Şeyhin ailesiydi. Nitekim Palu’dan Tekman’a, Varto’dan Solhan’a, Karlıova’dan Darahini ve Piran’a çok sayıda medrese şeyhin mahiyetinde eğitim ve dini hizmetler veriyordu.

Babasının vefatının hemen ertesinde Hicaz ziyareti şeyhin eğitim hayatında önemli bir kilometre taşı olmuş gibidir. Zira burada ağırlıkla Hadis ilminin inceliklerine vakıf olmuş, Fıkhın yani İslam hukukunun pratik safahatlarını yakinen etüd etmişti. Nitekim Hadis ilminin icazetnamesini burada almıştı. Mevlana Halit’in medrese sisteminde ilim ve tasavvuf iki ayrı alan olarak son derece önemli bir yer tutar. Dönemin medrese geleneğine yaptığı en önemli katkı ilim ve tasavvufta aynı anda derinleşmeyene icazet vermiyordu. Bu sebeple halifeleri her iki alanda da kendini yetiştirmeliydi. Her ne kadar Norşin ekolü eliyle bu sistematik ölümünden hemen sonra esnetilmişse de Septi ekolü bu kaideyi uyguluyordu ve dahi Şeyh Said’in kişiliği bu iki hasleti kendinde birleştirmişti.   

Kürtlük Molası

Şeyh Said otuzlu yaşlarının başlarına geldiğinde Kürdistan orta derece bir kıyametle yüz yüze gelmişti. Yüzyılın bitmesine yaklaşık yirmi yıl kala Kürdistan, Osmanlı-Rus savaşının ezilmişliğinin dördüncüsünü (93 harbi) bütün iliklerine kadar hissediyordu. Kürt coğrafyası devasa bir yıkıma uğrarken, tarla sürecek yetişkin bir erkek bulmak bile giderek zorlaşmıştı. Dolayısıyla savaş Kürt coğrafyasının hem demografik yapısını hem de maddi kaynaklarını alt üst etmişti.

Savaş öncesinde Nehri ile onun uzantısı olarak kurulan Hizan-Tağ-Norşin tekkelerinin savaş hareketliliğinin ultra seviyede olduğunu görmek ilgi çekicidir. Nehri tekkesinin efsanevi kurucusu Seyyid Taha katıksız bir Rus düşmanıydı, pek çok kez cephede savaşmıştı nitekim. Ondan sonra postnişinliğe oturan Şeyh Ubeydullah da bir güç arayışındaydı ve Osmanlı bürokrasisi ile hemhal olarak savaşa adam topluyordu. Bununla birlikte özellikle Tağ tekkesinin kurucusu olan Seydayê Tağî’nin askerlik şubesini andıracak şekilde aşiret ağalarına ve müritlerine mektuplar yazarak cephe için asker bulmaya çalıştığını görüyoruz. Keza Gavsı Hizan’ın en önemli halifelerinden olan Mele Xelîlê Oleki’nin Osmanlı-Rus harbini, İslam peygamberinin Bedir savaşıyla mukayese ederek, bu savaşa kutsal bir hüviyet kazandırdığını düşündüğümüzde, şeyhin bu savaşı nasıl gördüğü daha bir önem kazanacaktır. Günün sonunda Şeyh Celaleddin ve Şeyh Ubeydullah liderliğinde kayda değer mürit ağının savaş için seferber edildiğini, cepheye gidildiğinde ise dönemin komutanlarının şeyhlerin ordusunu nasıl hakir görüp açlığa mahkum ettiğini, cephenin ön taraflarına göndererek onlardan kurtulmayı planladığını bizzat Şeyh Ubeydullah’ın yazdıklarından biliyoruz.

Bu dönemde medresenin başında Şeyh Mahmut Fevzi vardı ve Hınıs bölgesi cepheye çok yakındı. Şeyh Said bu dönemde yirmi yedi yaşlarındaydı ve yaşı cepheye gitmesi için müsaitti. Ne var ki onun bu savaşa katılıp katılmadığını bilmiyoruz, tıpkı babasının bu savaşa nasıl baktığını bilmediğimiz gibi. Ama en azından onun Tağ ve Norşin şeyhleri gibi canhıraş şekilde ordu için asker toplamadığını ileri sürebiliriz. 

Savaş sonrasının jeo-politiği, Berlin Anlaşmasını beraberinde getirmişti. Bu anlaşma ile Kürtler ilk kez modern dönemde organize edilen batılıların kongrelerinde ismi geçmekle kalmamış, Kürtlerin, Ermenilere karşı dizginlenmesi gereken bir güç unsuru olarak da tasvir edilmişti. Böylece Kürdistan coğrafyasının yakın geleceğinin kaderi de tayin ediliyordu. 

Kongrenin hemen akabinde Şeyh Ubeydullah baş kaldırmıştı, Kürtlük için, olabilirse Kürdistan için. Şeyh Ubeydullah, Seyyid Taha’nın oğluydu, Şeyh Said ise Şeyh Ali Septi’nin torunuydu. Seyyid Taha da tıpkı şeyhin dedesi Septi gibi Mevlana Halit’in en güvendiği halifelerinden biriydi. Hatta öyle ki hiçbir halifesine göstermediği bir ilgiyle atının yularından tutup ata bindirerek, ona kimseye göstermediği hürmeti göstermişti. Dolayısıyla torunu Şeyh Ubeydullah kılıcına sarıldığında Kürtler kadar, Halife için yani Sünni İslam için de harekete geçtiğini bildiriyordu. Şeyhin bu dönemde otuzlu yaşların başında, eğitimini büyük oranda tamamlamış, evlilik hazırlıkları için koşulları yokladığını biliyoruz. Şu durumda genç Şeyh Said, yaşlı Şeyh Ubeydullah’ın savaşını nasıl gördüğü önemlidir. Her ne kadar tekkede babası otursa da babasının Şeyh Ubeydullah’la tanıştığı herhalde açıktı. Dolayısıyla Nakşi büyükleri arasında sayılan birisinin isyanına nasıl baktığı şüphesiz anlamlıydı. Ne var ki bu konuda da elimizde sağlam bilgiler bulunmuyor. Şeyhin en kalbi duygularla Nehri tekkesine dua ettiğini varsayabiliriz ama ötesi için bir yorum yapmak pek de olası değil. Ama şu da var ki Şeyh Said’in ilerleyen ömründe aynı idealler için başkaldırdığında herhalde dönüp tarihin o sayfalarına bakmıştı. Şüphe yok ki bir tarikat büyüğünün kendi idealleri için başkaldırması onu hiç değilse cesaretlendirmiş olmalıdır. 

 Medrese Müfredatı

Anlatılana bakılırsa medresesinde Kürtçe ilahiyat bilgisi ve edebiyat özel bir üniteye tekabül ediyordu. Müfredat bülteninde Kuran’dan hemen sonra büyük üstad Xanî’nin Nubîhara Biçûkan eserinin okutulması önemli bir tutumdu. Mela Xelîlê Siîrtî’nin, Nehcul Enam eseri de okutulan diğer bir kitaptı. Bizzat kendisinin yazıp tab ettiği Akaid Risalesinin okutulması da özel öneme sahipti. Keza Melayê Batte’nin Mevlidi Şerifi de okutulanlar arasındaydı. Sadece Mevlana Halit’in divanını değil, dedesi Şeyh Ali Septi’nin divanını da edebiyat kategorisinde öğretiyordu. Anlatılana bakılırsa Şeyh de geleneğe uyarak bir divan yazmıştı. Divan’ı amcasıyla karşılıklı yazıştıkları beyitten oluşuyordu. Arapça, Farsça, Osmanlıca, Kürtçe (Kurmanci-Zazaki) yazılan eser yaklaşık seksen sayfadan oluşuyordu. Kaderin cilvesi olsa gerek Hınıs’ta kütüphanede bulunan eser, 1966 Varto depreminde göçüğün altında kalarak kayıplara karışmıştı. 

Onun medreselerinin esas farkı politik ilahiyatı esas alan kuramların da temel ders olarak okutulmasıydı. Her ne kadar Mevlana Halit hilafetin teorisi hakkında kuramsal yenilenmeye açık yorumlar yapsa da meşruiyeti bağlamında net bir tavır almaktan çekinmişti. Esasen Şeyh Ubeydullah’ın hilafeti sorgulayan başkaldırısı Nakşi medreselerinde yeni bir tartışmaya alan açmıştı. Yüzyılın sonlarına doğru pek çok yerde katliamlara girişen Abdülhamit’in şedit pratikleri onun halife kişiliğini bu medreselerde tartışmalı kılıyordu. Ama Hizan-Norşin ve Tağ ekolü durumdan razıydı hatta bir keresinde birisi kült müderrislerden Şeyh Fethullah Verkanisi’ye Abdülhamit’in istibdat rejimini sorduğunda, “el açarak biz ondan razıyız, Allah da ondan razıdır” demişti.  

Bir Hadis mütehassısı olarak Şeyh Said hilafetin kuramsal ve tarihsel kökenlerini bihakkın biliyordu ve bu sebeple medresesinde siyasi ilahiyat, egemenliğin meşruiyeti ile ilgili İslami kaynakları hassaten barındırıyordu. Maverdi’den İbni Haldun’a ve dahi Şiilerin imamet teorisine vakıf olarak bir duruş belirlemişti. Ayrıca siyaset bilimi ile ilgili dönemin önemli kitaplarını da okutuyordu. Onun medreselerinin bir farkı ilim ile siyasetin ilişkisini, canlı ve akışkan bir şekilde sürekli yine yeniden yorumlamasıydı. Siyaseti, medreselerin bir uzantısı olarak, ilimlerin tatbik edileceği bir toplumsal icra alanı olarak görüyordu. İslam tarihinin bütün önemli siyaset kitaplarını medreselerinde istiflemesinin nihai amacı ilim ile siyaset arasındaki bağlantıyı yeniden halklaştırmaktı. Halkı siyasetin sahibi, ilmi de yol göstereni olarak görüyordu. Mahkeme savunmalarında başkaldırısının meşruluğunu imamet teorisine dayandırmasının böyle bir arka planı vardı. 

Fakat buna rağmen ömrünün neredeyse yarısını geçirdiği Abdülhamit istibdatını nasıl gördüğü, bu baskı politikalarını nasıl yorumladığına dair elimizde somut bir veri yoktur. Bilindiği üzere kendisi sıkça gezdiği için, görmeye dayalı şahitlikleri de pek çoktur. Buna rağmen sultanın müstebit politikalarından nasıl bahsettiği muammadır. Keza benzer şekilde Şam’dan Halep ve Hicaz’a kadar pek çok yere gidip geldiğine göre imparatorluğun belli merkezlerindeki hoşnutsuzlukların da pekala farkında olmalıdır. Bu çerçevede genç Osmanlı düşüncesine, Jön Türklerin siyasi ve modernist düşünceleriyle büyük ihtimalle bu merkezlerde karşılaşmış olmalıdır. Abdullah Cevdet gibi kişiler bir dönem Diyarbekir-Mardin arasında vakit geçirmişti örneğin. Şeyhin bu türden çevrelerle nasıl bir ilişki geliştirdiği de keza muammadır. Babasının vefat ettiği tarihte Kürdistan gazetesi yayın hayatına başlamıştı. Gazete çoğu zaman Kürdistan’a el altından sokulsa da Halep ve Şam gibi merkezlerde edinmek daha kolaydı. Şeyhin Şam, Halep, Kahire’ye uzanan meşhur seyahatlerinde gazete editöryası veya Bedirhanilerle görüşüp görüşmediği de araştırılması gereken bir konudur.  

Meşrutiyet İlanı

Şeyhin, Jön Türkleri ilk olarak ne zaman gördüğü, yeni Osmanlıcılık akımı ile ne zaman karşılaştığı muammadır. Fakat muamma olmayan şu ki, şeyh, geleneksel Osmanlı muhafazakarlığı gibi veya tipik mütegalibe pragmatizmi gereği Tanzimatın yenilikçi düşüncesine hasım değildi. Eldeki bilgiler onun ne istibdat yanlısı olduğunu, ne de istibdat muhalifliğini üstlenen Jön Türk destekçisi olduğunu göstermektedir. Meşrutiyet sürecine giderken onun bu iki baskın eğilimin dışında kendi gündeminin peşinden giden bir yol tutturduğunu ileri sürebiliriz. 

Bu sebeple meşrutiyet ilanını temkinli bir iyimserlikle karşıladığını düşünmek mümkündür. Kürdistan’da meşrutiyetin ilanı sadece toplum açısından değil şeyhler açısından da bir şüphe kaynağıydı. Çoğunlukla Mela Selim gibiler meşrutiyet ışığını yakıcı bir ateş şeklinde dirençle karşılarken; Beddiüzzaman gibi istisnai din adamları bu ışığı nurlandırıcı olarak tasvir etmeye eğilimliydi. Görünen o ki şeyh, bu iki tutumun ortasını temsil ediyordu. Meşrutiyet ışığını ne nur ne de nar olarak görüyordu, yalnızca alelade bir menar (araç) olarak görüyordu.  

Bu süreçlerde Şeyhin İttihatçılarla nasıl bir ilişki geliştirdiğine dair elimizde somut bir veri yoktur. Fakat yine de onun Bediüzzaman gibi İTC ile belirli şartlar dahilinde olsa bile diyalog içine girmediğini söyleyebiliriz. Onun değişik seyahatlerinde İTC elitleri ile karşılaştığını iddia edebiliriz şüphesiz. Fakat bu karşılaşmaların belli bir diyalog kanalı oluşturduğunu veya bir çeşit örtülü ilişki halini aldığını söylemek zordur. Ancak yine de Hınıs-Palu hattı gibi yaklaşık yüz yıldır kaynayan ve imparatorluktan kopmak için ciddi bir aktivizmin görüldüğü bir sahada, şeyhin halk üzerindeki dominant hakimiyetini düşündüğümüzde ittihatçı kadroların bu sebeple şeyhi markajsız bıraktığını iddia etmek hatalı bir varsayım olacaktır. 

Şeyhin Hamidiye Alaylarının subay kadroları üzerinde bariz bir nüfuzu vardı. Bu nüfuz siyaseti dolayısıyla hiç değilse Hamidiye’ye komuta eden ittihatçı subay kadrosu ile bir ilişki geliştirmiş olabileceği akla uzak bir ihtimal değildir. Bu sebeple Erzincan ve daha sonra Erzurum’daki ittihatçı ordu birimleriyle tanışıklığının olması kuvvetle muhtemeldi. Diğer bir ifadeyle ittihatçıların bilhassa askeri kadrolarında görülen ve yine hassaten sınır boylarında teçhiz edilen ittihadı İslam düşüncesinin sahadaki politikalarının şeyhi etkilemiş olması düşünülebilir. Sonuç olarak dünya savaşındaki duruşunu baz alarak şeyhin, ittihatçıların merkezi lider kadroları ile değil, daha alt düzeydeki ordu temsilcilerinin sahada carileştirdiği ittihadı İslam mefkuresi ile belli ölçülerde uyuşmuş olması muhtemel görünüyor.  

Savaşa geçmeden önce üzerinde durulması elzem bir husus ise Hamidiye Alayları meselesiydi. Bir iddiaya göre Sultan Abdülhamit, Aşiret mektepleri ile Hamidiye sistemini kurmadan yani müesses Kürt politikasını inşa etmeden hemen önce aynı zamanda Hamidiye sisteminin mimarı da olan Müşir Zeki Paşayı, şeyhe gönderip onun fikrini almıştı. Bu iddianın doğruluğu şüphelidir, zira bahse konu süreçlerde şeyh henüz ulusal düzeyde tanınmıyordu ve daha önemlisi babası halen hayattaydı. Bununla birlikte anlatılana bakılırsa şeyh, Hamidiye tarzı bir askeri oluşumu gerekli görüyordu.  Hamidiye bürokrasisi üzerindeki manevi etkisinin bu tezi bir parça haklı gösterdiği açıktı. 

Şüphe yok ki onun bölgesindeki Hamidiye komutanları, Cibran, Zirkan, Hasenan reisleri, büyük oranda şeyhin manevi nüfuzunun altındaydı. Esasında Palu-Hınıs yani onun yaşadığı yerler Hamidiye sisteminin neredeyse merkezi sayılabilecek bir lokasyondu. Bu sebeple Hamidiye alaylarının 1894-96 Ermeni katliamlarında devletin şiddetinin müştemilatı olarak oynadığı yüz kızartıcı şiddetten elbette haberdardı. Yanı sıra özellikle Hamidiye paşa, ağa ve diğer alt düzeydeki otoritelerinin, Kürtlerin yoksul ve savunmasız kitleleri ile Ermenilere karşı yaptıkları toprak gaspları, kız kaçırmaları, haraç almalarını içeren bir dizi adli/siyasi olayın merkezî sorumlusu olduğunu da biliyordu. Bu berbat siciline rağmen bu kuruma dair nasıl bir tahayyülü vardı, bilmek güçtü. Ama muhtemelen o da adaşı Bediüzzaman gibi kurumun ıslah edilmesi şartıyla bile olsa varlığında ısrarcıydı. Hatta bu örgütlenmeye doğrudan itirazı olmadığına göre ilerde, bu yapının Kürt ordusu olarak işlev görebileceği fikrine de açık olmalıydı. Alaylar meselesinde o da tıpkı adaşı gibi uzun erimli bir stratejik plan dâhilinde düşünerek alayları öncelikle İslâm ümmetini temsil eden Osmanlı devletini, Rus ve Batı işgaline karşı koyacak zinde bir güç olarak tasarlıyor olmalıydı. Rus faktörü dışında muhtemelen Ermeni devrimci aktivizmini de potansiyel olarak Kürtler ve Kürdistan için bir tehdit unsuru olarak görmüş olmalıdır. Bu sebeple alayların kuruluşuna da modernize edilmesi fikrine de sıcak baktığı iddia edilebilir.

Son olarak savaşa geçmeden önce projeksiyonu Bitlis isyanına çevirmek gerekebilir. Bilindiği üzere isyan Mele Selim ve civardaki şeyhlerin tertibatı olarak ortaya çıkmıştı. Şeyhlerin hepsi Nakşiydi ve Kürdistan’ın elit din adamlarıydı. Şeyh Said’in bağlı olduğu tarikata bağlıydılar ve siyasi ilahiyatlarında başkaldırıyı zulme karşı ses çıkarmak manasında dini bir gereklilik olarak görmüşlerdi. Şeyhin bu süreçlerde Hınıs’ta olduğunu düşündüğümüzde isyandan habersiz olduğunu düşünmek mümkün değildir. Hınıs ile Bitlis arasındaki uzak olmayan mesafeyi düşündüğümüzde Şeyh Said’in isyan sırasında nasıl davrandığı önem kazanacaktır. Şeyhin bu isyana dair ne düşündüğünü bilmediğimiz gibi neden isyana dair sessiz kaldığına dair de net bilgiler bulunmamaktadır. On yıl sonra kendisi başkaldırdığında ise bu kez Hizan-Norşin şeyhlerinin sessizliğe bürünmesi herhalde tarihin rövanşizmiydi.  

Birinci Dünya Savaşı

Savaş çanları çalmaya başladığında şeyh, Hınıs’ta medreselerinin başındaydı. Fakat Erzurum tıpkı yaklaşık yüz yıl önce buraya ayak basan Puşkin’in dediği gibi kazan misali kaynıyordu ve o sebeple buraya yakından bakmak gerekebilir. Erzurum vilayeti I. Dünya Savaşı’nda Ruslarla, Osmanlılar arasındaki çatışmaların yoğunlaştığı bölgeydi ve stratejik açıdan büyük önem taşıyordu. Nitekim son yüz yıl içinde Puşkin’in tanıklığıyla, bir süreliğine Rusların eline bile geçmişti. Ermenilerin siyasi oluşumu olan EDF’nin son kongresini Erzurum’da yaptığını düşündüğümüzde, İTC’nin esas adamlarını görünürde kongre takibi ve Taşnakçılarla pazarlık için bölgeye göndermesi burasının fiilen bir çatışma alanı olduğunu gösteriyordu. Bölge esasen Tortum’da karargâh kuran 3. Ordu’nun geri hizmetlerini barındırmaktaydı. Enver Paşa, bu ordunun başına soykırımda spektaküler bir rol oynayan sınıf arkadaşı Mahmut Kamil Paşa’yı atamıştı. Ayrıca Erzurum valiliğine de Bediuzzamanın ahbabı Tahsin Bey getirilmişti. Erzurum ve sınır hattı, Teşkilatı Mahsusa’nın reislerinden Bahattin Şakir’in görev alanında idi ve onun öncülüğünde Kafkasya’da cephe gerisinde karışıklık ve isyan çıkarmak için Kafkas İhtilal Cemiyeti kurulmuştu. Şakir, Üçüncü Ordu Komutanı ve Tahsin bey şehrin yönetimini bir tür triumvira misali yönetiyordu ve onlardan habersiz kuş uçmuyordu. Öyle ki Bahattin Şakir ve arkadaşları Erzurum’a gelirken, yol kavşaklarına “Turan’a Buradan Gidilir” diye işaret levhaları bile koymuştu.

Savaş başladığında her ne kadar şeyh, dinç ve sağlıklı olsa da, dünya savaşı gibi ölümcül muharebelerde savaşması son derece zor bir yaş olan, 64 yaşındaydı. Ayrıca her ne kadar atlardan anlayan iyi bir süvari olsa da harp deneyimi yoktu. Sahih olduğu şüpheli kimi anlatılanlara bakılırsa Şeyh Said, dünya savaşının başlangıç safahatında umumi harb için cihat fetvası vererek çağrı yapmıştı. Buna karşılık aşağıda değinilecek bir dizi veri baz alındığında tıpkı Bediüzzaman gibi onun da savaş kararına karşı temkinli hareket ettiği veya hiç değilse ateşli bir destek sunmadığı iddiası daha doğru görünmektedir. Hatta onun savaşın başında cephe gerisi faaliyet yürütmesi, onun bu savaşın karakteri konusunda bile yeterince ikna olmadığına yorulabilir. Şunu da hatırlamakta fayda var. Bediuzzaman başta olmak üzere Norşinli Şeyh Hazret, Şeyh Mahmude Zoqeyde, Küfrevi şeyhi, Arvasi şeyhleri, Gaydalı şeyhler olmak üzere Nakşî şeyhlerin neredeyse tamamı bu dönemde müritleri ile birlikte Kafkas cephesine geçerek Osmanlı’nın yanında bilfiil savaşa girmişti. Savaş başladığında Kürt ağa ve şeyhlerinin ekserisi silahıyla cepheye savaşmak için giderken onun eline silah alıp savaşmak istemesi anlaşılabilir bir davranıştı ama o doğrudan silah kullanmak yerine cepheye gidenleri ajite etme işine koyulmuştu. 

Nitekim yıllar sonra oğlu Şeyh Ali Rıza’nın anlatımlarına bakıldığında onun cepheye gittiğini varsayabiliriz, ama anlatılardan çıkarılacak şey cephede silah patlatmaktan çok, cephedeki savaşçılara vaaz vermek, nasihat etmek ve onları motive etmekti.  Ne var ki 33-34. Fırka komutanının tanıklığına bakılırsa süvari kolordusundaki dağınıklık pek iç açıcı değildi ve ordunun toparlanması için etkili vaizler çağrılmıştı. Bunlardan biri Şeyh Said, diğeri de adaşı Said-i Nursi’ydi. Ancak görülüyor ki, ne Nursi’nin tesirli vaaz ve nasihatleri ne de Şeyh Said’in motivasyon yüklü konuşmaları durumu değiştirmişti. Bu cephedeki askerler ilk fırsatta firar edip, talan işine girişiyordu. Sonuç olarak anlatıldığı gibi şeyhin iştahla savaşa katıldığı, savaş için kutsal cihad ilanında bulunduğu iddialarına temkinli yaklaşmak gerekir. Nitekim Enver paşaya gönderdiği iddia olunan bir mektupta savaşın meşruiyetini ve sebepsizliğini sorgulaması bu manada dikkat çekiciydi. Fakat savaşın cereyan ettiği cephe iki nedenle onun için hassaten özel öneme matuftu. Savaşan taraflardan biri Rus’tu, Nakşilerin öteden beri müzmin hısmıydı ve Palu-Hınıs’ın yani bizzat ailesinin yaşadığı yurt, Rusların eline geçme riski arz ediyordu.

Şu açık ki, öteden beri Nakşi dinî liderlerinin teoloji-politiğinin içinde yetişen biri olarak Kürdistan’ın Rusların eline geçme ihtimaline karşı müteyakkız olması beklenirdi. İkincisi uzunca bir süreden bu yana Hınıs’ta yaşamaktaydı ve buranın Rus ordusunun eline geçmesi yüksek ihtimaldi. Bütün bu gerekçeler ortadayken şeyhin aktif bir şekilde davranarak cepheye en önde gidenlerden biri olması beklenirdi. Ama ittihatçıların gerekçeleri ile değil kendi gerekçeleri ile ve bir yerden sonra da mecbur kalarak. Pasinler’den Hınıs’a, Varto’dan Bingöl’e uzanan bir şeritte savaşkan Hamidiye unsurlarını ve ordu mensuplarını zinde tutmak için onlara cihadın manevi yönünü anlatıyordu. Böylesi anlardan birinde şeyhin Köprüköy- Sarıkamış savaşlarına katılan askerlere moral vermek için bu cepheye gittiğini, burada sıtmaya yakalanarak on beş gün gibi bir süre baygın kaldığını görmekteyiz. Cephede yaşanan peş peşe yenilgilerden sonra Rusların, Erzurum kapılarına dayanması ve anlatılana bakılırsa Nuri Veysi paşanın tavsiyesiyle Şeyh, Hınıs’ı terk edip geri çekilmek zorunda kalmıştı. Şubat 1915 yılında Erzurum ve çevresi Rusların eline peyderpey geçince Şeyh, malını mülkünü bırakıp ailesi ile birlikte Diyarbakır-Piran’a göç etmek zorunda kalmıştı. 

Aslında İstiklal Mahkemesi reisinin neden Yunanlılara karşı savaşmadığına dair sorusuna verdiği cevap bütün bu anlatılanları özetler mahiyettedir. Savaşacak yaşı geçmişti ve üstelik savaşmak için gerekli savaş teçhizatından yoksundu ve en önemlisi iktisadi bakımdan savaşacak durumda değillerdi. Elinde savaşkan güçleri motive edip, dinsel maneviyatla ajite etmek vardı, o da bu sermayesini elinden geldiğince esirgememişti.  

Soykırım Meselesi  

Yukarıda da değindiğimiz üzere soykırımın ayak seslerinin duyulduğu bir periyotta öyle görünüyor ki Şeyh, Pasinler’e kadar uzanan bir hat boyunca Erzurum’un taşrasında savaşkan unsurların cihadist duygularını okşuyordu. Şeyhin, Kasım ayı başlarında cereyan eden Köprüköy savaşlarına katılan askerlerin ajitasyonu işine koyulduğunu varsayabiliriz. Ne var ki bu bölgede henüz soykırım fiilen başlamamıştı. 

Rus ordusu savaşın başlarında Pasinler bölgesini de içine alan bölgeye ilerlemişti fakat Aralık 1914 boyunca ordunun geri çekilmesine paralel olarak 12.914 kişiden oluşan Pasinler Ermenisi’nin Rus ordusunun peşinden yurtlarından ayrılmak zorunda kaldığını görmekteyiz. Ne var ki aşağı Pasinler köylerinin nüfusu dört bin civarındaydı ve bu köylerin halkı Mart 1915 yılının sonunda “sınıra çok yakın yaşadıkları ve Ermenilerden kuşkulanmak için haklı nedenlerin olduğu” bahanesiyle tehcir edildi. Bir tanığın anlatımına bakılırsa Pasinler Ermenilerini öldüren Enver’in ordusuydu ve bu ordu Basen’e (Pasinler) saldırarak katliam yapmıştı. Tanık ayrıca kaçarken yol boyunca öldürülmüş insanların cesetleriyle karşılaştıklarından bahsediyordu. Zaten Vali Tahsin Bey’in Dâhiliye nazırına yolladığı bir telgrafa göre, bölgeyi Ermenilerden arındırmayı hedefleyen ilk operasyonlarda ordu önemli bir rol oynamaktaydı. Ancak soykırım yaşanmadan bir süre önce, Şubat 1915 gibi Piran’a geri çekilen Şeyh buradaki katliamlara tanıklık etmemişti.  

Büyük ihtimalle şeyh, soykırıma karşı çıkan meşhur fetvasını Piran’dayken vermişti. Anlatılanlara bakılırsa bu fetva yazılı değil şifahi olarak verilmişti ve mürit ağı ile değişik muhitlere bildirilmişti. Şeyhin somut olarak neye istinaden ya da hangi vaka özelinde böyle bir fetva verdiğini kestirmek zor olduğu gibi, tarih olarak ne zaman verdiğini de belirlemek hayli zordur. Ne var ki senaryolardan en akla yakın olan Piran’a yakın mıntıkalardaki Ermenilerin katledilmesi ile Diyarbakır’a doğru yola çıkarılan kafilelerin başlarına gelenlerin kendisine haber verilmesiydi. Bu sebeple Şeyh, tarihi bir duruş sergileyerek, Ermeni halkına yapılan soykırımı hem İslam dışı hem de insanlık dışı bir fiil olarak mahkum etmişti. Nitekim bu fetvanın sayesinde kimi yerlerde Ermeniler hayatta kalabilmişti. Şeyhin bu fetvası şüphesiz önemliydi. Zira başta Norşin tekkesi olmak üzere değişik yerdeki Kürt Nakşi örgütlenmeleri bu soykırımı haklı ve meşru gösteren bir duruş sergilediler. Hatta kimi yerlerde şeyhler bilfiil soykırım organizasyonlarına da katıldılar. Bunları düşündüğümüzde şeyhin fetvasının şüphesiz sürece devrimci bir müdahale olarak tarihteki yerini aldığını ileri sürebiliriz. 

Savaş Sonrası

Bu süreçlerde Diyarbakır’dayken ne tür faaliyetler yürüttüğüne dair sahih bilgiler yoktur. Şüphe yok ki bir kulağı cephedeydi ve mürit ağı üzerinden cephelerdeki savaş vaziyetini yakinen takip ediyordu. Ama Diyarbekir’de dini aktiviteler dışında siyasal olarak ne tür ilişkiler yürüttüğü muammadır. Bu dönemde yeni Kürtlük politikasının sahipleriyle, Hêvî cemiyetinin Diyarbekir şube üyeleri ile temas kurup kurmadığı, genç Cemilpaşazadelerle herhangi bir politik angajmana girip girmediği belirsizdir. Her ne kadar bu süreçlerde Diyarbekir’de Kolorduda görevli olan Mustafa Kemal ile görüşme yaptığına dair anlatımlar varsa da bunu teyit etmek pek de kolay değildir. Ne var ki yine de Mustafa Kemal’in şehrin doğusunda bulunan cephedeki Musa bey, Norşinli Şeyh Hazret, Küfrevi şeyhleri ile irtibat kurduğunu hatırladığımızda, Şeyh Said ile de benzeri bir görüşme yapmış olması uzak ihtimal değildir. Fakat yine de böylesi bir görüşme olmuşsa da yeri ve zamanı ile muhtevası araştırılması gereken bir konudur. Zira anlatılan hikayeler fazlasıyla anakronik ve gayrı sahihtir.

Şeyhin birinci dünya savaşı sebebiyle göç etmek durumunda kaldığını yazmıştık. Bütün mal ve mülkleri bir anda elinden çıktığı için zor günler geçirmiş olmalıdır. Çok sonra geri döndüğünde elindeki zirai üretim araçların bir kısmını, yoksullukla boğuşan çiftçilere dağıtmak durumunda kaldı, malvarlığının bir kısmını aç ve perişan yoksullara dağıttı. Bu süreçlerde şeyhin Osmanlının gündemini yakinen takip ettiğine dair karineler mevcuttur. Yunanlıların İzmir’e girmesi sebebiyle Hınıs’ta yapılan gösterilere katıldığı anlatılmakta ve burada etkili bir konuşma yaptığından bahsedilmektedir. Gerçekten de Hınıs’tan 1919 yılında Erzurum merkeze gönderilen bir telgrafa bakılırsa, Yunanlıların İzmir’e ayak basması protesto edilmekteydi. Telgrafın imzacılarından birisi Şeyh Said idi, diğer telgraf imzacılarından bazıları da Alevi aşiretlerinin reisleriydi. Telgrafın öne çıkan diğer bir unsuru ise Wilson prensiplerine duyulan açık bir beklenti ve kabuldü. Bu telgraf şu açıdan da önemli görünmektedir. Eğer Şeyh bu telgrafın muhtevasını okuyup o şekilde imza vermişse o vakit, 1919 gibi geç bir dönemde dahi Osmanlıların toprak bütünlüğüne bağlıydı. Diğer bir ifadeyle bağımsız veya muhtar bir Kürdistan fikri konusunda henüz kesinleşmiş bir karara sahip değildi.

Erzurum Kongresi

Mustafa Kemal’in Erzurum’a ayak bastığında şeyhin, Hınıs’ta olduğunu ve talebeleri ile meşgul olduğunu biliyoruz. Bu dönemlerde hem kuzeni hem de kayınbiraderi olan Cibranlı Halit beyle yakinen görüşüp, siyasi tartışmalar içine girdiğini de biliyoruz. Fakat bu dönemlerde ikilinin görüş farklılıkları içinde olduğunu da görüyoruz. Tam olarak hangi konularda anlaşamadıklarını kestirmek zor olsa da öyle görünüyor ki; hem nihai amaç hem de nihai amacı sağlayacak stratejilerde ikisi ayrışıyordu. Ayrışmayı harlayan bir başka unsur ise Mustafa Kemal’in Erzurum’a gelip, buradan hareketi başlatmasıydı. Anlatılanlara bakılırsa Şeyh Said, Mustafa Kemal’e zinhar güvenilmemesini vazediyordu. Buna mukabil ise Halit beyin şimdilik kaydıyla bir çeşit “bekle gör” stratejisi ile siyasi-askeri örgütlenmede ısrarcı olması sohbeti hararetlendirmiş olmalıydı. Öyle ki şeyh, sabahı beklemeden Halit beyin evini terk edip geri dönmüştü.  

Peki ama şeyhi gece yarısı evi terk etmeye götüren fikir ayrılığı neydi? Yakın zaman önce yayımlanan bir kitaba bakılırsa Halit beyin, Mustafa Kemal’e bir şans verilmesi gerektiği noktasındaki tutumu ipleri germiş görünmektedir. İşin aslına bakılırsa Halit beyin, Kürtlerin haklarının alınması sürecinde, Mustafa Kemal’in verdiği sözlere itimadını gösteren bir veri bulmak kolay değildir. Fakat Halit beyin, Erzurum’a henüz yeni ayak basan Mustafa Kemal’in stratejisini anlamak için acele edilmemesi gerektiği noktasında bir fikir serdetmiş olabileceği akla gelebilir. Burada sorulması gereken soru şudur: Şeyh Said ne yapılmasını istiyordu da Halit bey, bu isteği ağırdan alma yolunu seçmişti? Bu dönemlerde şeyhin henüz müstakil bir devlet talep ettiğini gösteren, kesinleşmiş bir tasavvuru olmadığına göre hangi tartışma konusu, kuzenleri karşı karşıya getirmişti? 

Şeyh Said’in, Erzurum kongresine daveti acaba düşünülmüş müdür? Mustafa Kemal’in Küfrevi ve Norşin şeyhlerine ilgisi ile onları kongrelere davet ettiğini biliyoruz? Peki ama hemen yakınında bulunan Şeyh Said’i neden davet etmeyi düşünmedi? Bu kişilere mektup gönderdiği halde şeyhe neden göndermemişti? Bu konuda Karabekir ne düşünmüştü acaba? Şeyh Said’in kongreye icabeti, işlerini kolaylaştırabilirdi. Bir ihtimal onun hilafet kurumuna bağlılığı, Nakşi geleneğe şaşmaz sadakati ve kendi gündemi dışında söz dinlemez karakteri, bu türden davetiyeyi imkansız kılmış olabilir. Mustafa Kemal pek çok kez ittihatçılarla iş tutan yerel liderlerle çalışma iradesini göstermişti. Şeyh onlardan biri olmadığı için Mustafa Kemal tarafından güvenilmez biri de görülmüş olabilir. Ama her halükarda Mustafa Kemal ile Şeyh arasında ya birbirlerini yok saymaya ya da eğer varsa önceki kötü hatıralara dayanan bir gerilim göze çarpıyordu.  Şeyh Said’in kongreye iştirak edecek olanlara tesir etmeye ve hatta onları vazgeçirmeye dönük teyit edilemeyen iddialar da vardır. Eğer anlatılan doğruysa şeyhin, açık bir güvensizliği söz konusuydu.  Peki ama Mustafa Kemal, Kürtlere dair niyetini daha ortaya tam olarak koymamışken, jakoben laikliğe dair modernite fikirleri henüz ayan değilken bu hasımlık neden ve nerden kaynaklanıyordu?

Yeri gelmişken belirtmekte fayda var. Şeyhin Sevr sözleşmesine dair ne düşündüğünü bilmiyoruz. Savaş sonrası oluşan ve giderek beklentileri muhtariyetten, müstakil bir devlete evrilen Kürt siyasal kamuoyu ile nasıl bir münasebet kurduğuna dair de elimizde bir veri yoktur. Kürdistan Teali Cemiyeti ile organik ilişkisi şimdiye dek sarahatten ortaya koyulmamıştır. Seyyid Abdülkadir ile irtibatı vardı, oğlu Ali Rıza üzerinden Cemiyet ile de ilintisi vardı. Ama cemiyetten hangi ekola yakın olduğuna dair somut bir belirti yoktur. Yine de yüksek ihtimal, en azından son dönemlerinde cemiyetin müstakil devlet isteyen elitlerine yakın bir çizgi izliyordu. Kürtlerin öne çıkan elitleri ile ilişkisi vardı. Ya seyahatlerde kendi görüşüyordu ya da onların yolu Erzurum’a düştüğünde görüşüyordu. Yusuf Ziya her Erzurum’a geldiğinde kendisiyle görüşüyordu. Bediüzzaman, Erzurum’a gelip yaklaşık on beş gün kaldığında Cibranlı Halit bey ile birlikte Şeyh Said ile de görüşmüştü. Görüşmenin içeriğine dair anlatılanlar çelişkili olsa da öyle görünüyor ki, taraflar büyük bir tehlikenin Kürtleri beklediğini, bir şey yapmanın zamanının geldiği konusunda mutabık kalmışlardı. Ama yine öyle görünüyor ki her üçünün de kafasındaki nihai kurtuluş ile bu kurtuluşa gidecek araçların seçimi farklılık arz ediyordu. 

Kürtlük Fikirleri Ne Zaman Oluştu?

Şeyhin düşünce evreninin Kürt Nakşilerinin öğretileri çerçevesinde şekillendiği iddia edilebilir. Uzun bir süre boyunca babasının dizlerinin dibinde siyaseti ve dünyevi olanı öğrenmişti. Nakşiler, Mevlana Halit’in yorumlarıyla sünneti ve peygamber bilgisini, yeni dünyanın içinde özne haline getiren, yeni bir yorumun takipçileriydi. Abdülhamit’in Pan-İslamizm siyaseti ile ortaklaştığı hususlar vardı ama doğrudan bu siyasetin özneleri değildi. İslami evrenselcilik adına ümmet mistifikasyonun takipçileriydi ama bu evrenselciliğin içinde iradesiz kalmak istemiyorlardı. Müslüman milliyetçiliğine ilgi duyuyorlardı ama hiç değilse kültürel Kürtlüğü, bu milliyetçiliğin içinde yaşamak yanlısı olarak kültürel bir milliyetçilik savunusu yapıyorlardı. 

Şeyh Ubeydullah ve Bitlis isyanına doğrudan ve organik destek vermediğine göre şeyhin en azından dünya savaşına kadar politik bağlamda müstakil bir Kürtlük mefkuresinin olmadığı iddia edilebilir. Savaşta uğradığı hayal kırıklıklar, ittihatçı askeri bürokrasinin ırkçı pratikleri ve tartışmasız yenilginin onu hiç olmadığı kadar politikleştirdiği ileri sürülebilir. Politik olarak Kürtlük taleplerini savaş sonrası süreçlerinde kucağında bulmuş olmalıdır. Bunun diğer sebepleri ise sıkça yaptığı seyahatler ve Cibranlı Halit beyle sıkça müşavere yapmış olmasıdır. Değişik seyahatlerinde hem Türk milliyetçileri hem de Arap milliyetçileri ile karşılaşmıştı. Milliyetçiliğin şafağında onun da bu okumalara ilgi göstermesi olağandı. Öte yandan Halit beyin Varto-Erzurum hattına yerleşmesi ve sıkça fikir alışverişinde bulunması onun fikirlerini geliştirmiş olmalıdır. 

Savaş sonrasında Sevr antlaşması ve diğer milletlerin kendi devletlerine sahip olması, ona yeni bir bilinç vermiş olmalıdır. Fakat şu da bir gerçek ki 1919 yılında gönderdiği telgrafın içeriğine bakıldığında hala Osmanlı coğrafyasına bağlılığı savunuyordu. Mahkeme hakiminin neden Yunan saldırısına karşı harekete geçmediğine dair sorduğu soruya verdiği cevaba bakılırsa, Şeyh, Balkan muharebesine katılmak için savaşmak istemesine rağmen bu izin kendisine verilmemişti. “Yunanlılara karşı da savaşmak isterdik ama muhacir ve fakirdik, koşullarımız yoktu” diyordu. Bu beyanlara bakılırsa şeyhin son dönemlere kadar müstakil bir devlet talebinin olmadığı açıktı. Mustafa Kemal’in Türkçü gündemlerle Erzurum’a ayak basması, yeni bir teşkilatlanmaya giderek, dine mesafeli bir devlet yapılanmasını söz konusu ederek, Kürtleri dışlamaya başlaması ondaki kültürel Kürtlüğü, siyasi Kürtlük mertebesine çıkarmış görünmektedir. Fakat yine de onda belirmeye başlayan siyasi Kürtlüğün muhtevası bilinçli olmaktan çok tepkiseldi,  modern olmaktan çok gelenekseldi, seküler bir karakter olmaktan çok dinseldi. Üzerinde uzun uzun düşünmediği, modern eğitimini alamadığı, stratejilere yeteri kadar hakim olamadığı, ilişkilerine etkin bir şekilde hükmedemediği, müstakil bir devlet fikrini içinde barındıran bir Kürtlük mefkuresini kucağında bulmuştu. 

Şeyh Said ve Aleviler Meselesi 

Şeyh Said’in fikri kişiliği çeşitliliğe açıktı, tek tipleşme taraftarı değildi. Siyasi ilahiyat bağlamında şaşmaz bir sünni ortodoksi akideyi takip etse de, dini usulde çoğulculuğu anlayan ve kabul eden biriydi. Bu sebeple dinsel bir despotizm yanlısı değildi, inanç hürriyetini savunan biriydi. Kültürel olarak da hem Palu hem Hınıs’ta, Ermeniler ile Alevilerin gündelik hayatın içinde, hayatlarını idame ettikleri çoğul bir sosyoloji içinde doğup büyümüştü. Dolayısıyla 1915 öncesi Ermeni toplumu ile sahici bir diyalog kurabilmişti. Benzer bir ilişki biçimini Alevilerle de kurmuştu, Alevi toplumunun temsilcileri ile mitinglere katılıyor, onlarla birlikte merkeze gönderilen telgrafların altında imzası bulunuyordu. Hınıs’taki Alevi liderlerle iyi bir ilişkisi vardı, bunlardan Hasan ağanın evine gidip geliyordu. Keza Alevi Şadi aşiretinin reisleriyle de iyi ilişkilere sahipti ve yatılı olarak birbirlerinin evinde kalıyordu. Öte yandan isyandan bir yıl kadar önce doğan Ahmet isimli çocuğunu doyurması için, bir Alevi kadına çocuğunu teslim edecek kadar onlara güveniyordu. Çocuğunun süt annesi bir alevi kadındı.

Bütün bu samimi ilişkilere rağmen Şeyhin, Alevilere düşmanlık beslediği ya da onların yemeklerini yemediği şeklindeki anlatımlar Kemalist ön yargının üretilmiş bilgileridir. Ama şu da bir gerçek ki Varto Alevilerinin önemli bir kesimi isyan sırasında, isyancıların karşı safında yer almıştı. Şeyh Said isyanın ayak seslerinin duyulmaya başlandığı süreçlerde Xormek aşiretinin reislerine mektup göndererek, onları İslam muvahhitleri olarak tanımlayıp, mezhep ayrımı olmaksızın onları cihada katılmaya davetle destek istemişti. Xormek reisleri bu mektuplara cevaplarını, karşı safta yer alıp isyancılara kurşun atarak vermişti. Bunun en önemli sebebi dinsel olmaktan çok maddiydi, yani Cibranlı-Xormek aşiretlerinin çekişmesinin bir yansımasıydı.      

Mustafa Kemal ile İlişkisi

Mustafa Kemal 1919 yılında Erzurum’a ayak bastığında, Şeyh de Hınıs-Erzurum’daydı. Burada görüşmüş olma ihtimali zayıf olsa da birbirlerinden haberleri vardı. Mustafa Kemal aralarında şeyhlerin ve mütegalibe Kürt unsurların bulunduğu kişileri kongrelere temsilci olarak çağırdığı halde hemen yanı başındaki Şeyh Said’i çağırmamış olması ilgi çekici bir konudur.

Erzurum’daki devlet bürokrasisiyle zaman zaman iletişimde olan Şeyh Said’in bölgedeki dominant ağırlığını devlet ricali biliyordu. Şeyhin Kazım Karabekir ile görüşmüş olabileceği de bir vakaydı ve Karabekir’in şeyhe dair bilgileri Mustafa Kemal’e iletmesi beklenen bir durumdur. Sebebi her ne olursa olsun Mustafa Kemal’in şeyhi kongrelere çağırmadığı, şeyhin de kongreye giden Kürtleri vazgeçirmek için çaba sarf ettiği anlatılmaktadır. Bunda rol oynayan faktörün –eğer olmuşsa- Diyarbekir görüşmesinin ikili için bir fiyasko ile sonuçlanması etkili olmuş olabilir. Şüphe yok ki bu süreçlerde en az Mustafa Kemal kadar şeyh de geniş bir istihbarat ağından bilgi alıyordu. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in kim olduğu, hangi niyetle bölgeye ayak bastığı, nasıl bir siyasi ve toplumsal tahayyül peşinde koştuğunu bildiğini varsayabiliriz. En basitinden 1924 Pasinler depremi için bölgeye gelen Mustafa Kemal’le görüşen Kürt heyetindeki kişilerin hemen hepsinin şeyhle öyle ya da böyle bağlantısı veya tanışıklığı vardı. Her ne kadar çokça ayak direse de Cibranlı Halit bey de Mustafa Kemal ile görüşmek zorunda kalmıştı. Ve bu süreçte Halit bey ile Şeyh neredeyse periyodik olarak görüşüyordu. Bu sebeple gerçek anlamda yüz yüze görüşmeseler bile her ikisi birbirinden yakinen haberdardı. Daha önemlisi her ikisi de baştan dinsel, toplumsal ve ulusal meselede olmak üzere çok ayrı fikirlere sahipti ve ikisi de bunlar üzerinden hesaplaşmak için fırsat kolluyordu.

Nitekim Beytüşşebap isyanı Mustafa Kemal’in eline resmi manada fevkalade deliller vermiş ve Ankara’ya döndükten sonra Yusuf Ziya bey, Erzurum’da tutuklanmıştı. Akabinde Aralık ayında Halit beyin de tutuklanması, Şeyh üzerindeki çemberi daraltmıştı. Bunun üzerine Bitlis’e ifadeye çağrılmış fakat bu tuzağı sezdiği için Şuşar’dan başlayarak Karlıova ve Melekan güzergahı üzerinden tarihi bir yürüyüşe koyulmuştu. 

Vakitsiz sıkılan ilk kurşun

Önce Hınıs’ta ardından Şuşar’da (Tekman) yaptığı halk konuşmaları bir tür kongre sürecini andırıyordu. Burada köylülere, ağalara ve eşrafa harekete geçme zamanının geldiği, o günün yakın olduğu telkinini yapıyordu. Bu konuşmalardaki baskın anlatının Mustafa Kemal’in niyet ve pratiği üzerinden, reform anlayışındaki anti Kürtlük ve dinsel lakaytlık olması dikkat çekicidir. Hınıs’ta camide kıldığı son Cuma namazında hilafetin kaldırılmasına vurgu yapması yine de gözden kaçmamalıdır. Yeni kurulan devletin Kürt haklarına bigane kalması ve jakoben modernleşme pratikleri şeyhin isyan anlatısının beklemeğini oluşturuyordu.  

Şeyh isyan yürüyüşü için harekete geçtiğinde ailesinin kimi fertleri yolun meşakkatine dikkati çekmesine karşılık, onun kendi elindeki değneği göstererek, elimde tek değnek kalsa dahi mücadele edeceğim söylevi onun kararlılığını gösteriyordu.  Ne var ki daha ilk adımını atarken, Hınıs müftüsü olan kardeşi Şeyh Bahaddin’in ona katılmaktan imtina etmesi gözlerden kaçmamalıdır. Sonradan verdiği ifadede şeyh onun için “muhalif” kalmıştı demişti nitekim. İsyana katılmadığı ve geri durduğu halde bu kardeşi, askerler tarafından kurşunlanarak öldürülmüştü. Bir başka kardeşi olan Şeyh Diyaeddin’in şeyhe isyan süreci boyunca şehirde kalmamasını salık vermesi ilgi çekicidir. Zira ona göre şehir beldelerinde çıkacak ihtilaftan ilk kurşun onun payına düşecekti. Şeyhin ifadesine göre bu kardeşinin de düşüncesi en azından meçhuldü yani belirsizdi. Son olarak şeyhin eşi ve ailesiyle vedalaşırken Hz. Hüseyin’in akıbetine vurgu yaparak, evden ayrılmasına bakılırsa o hem kararlıydı, hem yalnızlığı kuşanarak yola çıkmıştı, hem de başına ne geleceğini bilerek gidiyordu. 

Şeyhin Şuşar mıntıkasında başkaldırının halklaştırılmasını konuşurken oğlu Şeyh Ali Rıza’nın Halep’ten çıkagelmesi hem isyanın ekonomi-politiği için hem de organizasyonu için muazzam önemli bir ana tekabül ediyordu. Oğlu koyun sürülerini satmak bahanesiyle Halep’e gitmişti, sürülerin satışından elde ettiği altınlarla isyanın kimi cepheleri finanse edilecekti ve en az bunun kadar önemli mesele ise onun ülke dışında ve İstanbul’daki diplomatik faaliyetleriydi. Halep’te ve Beyrut’ta kimlerle görüştüğüne dair kesin bilgiler yok ama cumhuriyetten kaçan politik sürgünlerle irtibat kurduğu, onların siyasi görüşlerini ve beklentilerini aldığını öngörebiliriz. Oradan İstanbul’a geçerek Seyyid Abdülkadir başta olmak üzere Kürt diasporası ve okumuşları ile görüşmesi isyanın sevk ve idaresi için hayati derecede mühimdi. Öyle anlaşılıyor ki oğlu hem sürü satışından elde ettiği para ile hem de diplomatik görüşmelerden edindiği umut ilkesi ile dönmüştü. 

Şeyhin Hınıs, Şuşar, Karlıova, Melekan, Çan, Çabakçur, Daraheni, Lice yolculuğu bir çeşit kongre havasında geçiyordu. Bölgenin ileri gelenleri, mobil güçleri ve kanaat liderleri şeyhle görüşüp niyetini ve hareket stratejisini öğrenmeye çalışıyordu. Burada kongrevari örgütlenmeler ve ayaküstü katılımlar ile halk müteyakkız bir haleti ruhiyeye sokulmuştu. Nitekim Hesen Hişyar da anılarında bu seyahatin politik bir hüviyet taşıdığını ve örgütlenme ve başkaldırı sürecine dair kimi kararlar alındığını belirtir. Bu uzun isyan yürüyüşüne dönüşen seyahatten de anlaşılıyor ki, Kürtlerin silahlı unsurları, milis komutanları, dışlanmışları, mülksüzleştirilenleri, geniş köylü kitleleri bir beklenti içindeydi. Şeyh Said’in bu uzun sayılabilecek yürüyüşü, bu bölgenin Kürtlerinin temsil ve onayını almak için kritik bir plebisit süreci olarak işliyordu.

İlk Kurşun

Lice’de ilk kurşun patlatan grubun içinde Hasan Hişyar da vardı. Onun anlatımına bakılırsa ilk kurşunun patlatılması neredeyse tamamen rastlantı eseriydi. Hişyar olayı bizzat şeyhe ilk elden gidip söylediğinde, şeyhin çok üzülmesi kayda değer bir duygu göstergesiydi. Devamında sorumsuzluk ve basiretsizliğe vurgu yapmasına bakılırsa şeyhin üzüldüğü şey ilk kurşunu kendisine bırakılmamasına duyduğu bir öfkeydi. Doğal olarak başlama vuruşu niteliğindeki kritik işaret fişeğini, isyanı sevk ve idare edecek olan vermeliydi. Böylelikle şeyh, kendisinin patlatmadığı bir kurşunun arkasına geçerek, tetiğe basacak elleri organize edecek ve gün be gün sürüklenecekti. Alakasız bir yer ve zamanda atılan bu ilk kurşun sadece Kürtlerin değil, şeyhin de sürüklenmesine ve kaderinin tayin edilmesine sebep olacaktı. Öyle görünüyor ki devlet bütün olan bitenden haberdardı ve son olarak Lice kaymakamının raporundan izlediğimiz üzere, isyanın Nisan ayında başlayacağını haber almıştı. Önce davranan devlet, isyancıları öngördükleri hazırlamayı bitirmeden sahaya çekecek ve kendi istediği zaman ve zeminde onları hesaplaşmaya zorlayacaktı. 

Şeyhin Hedefi Neydi?

Şeyhin ne için isyan ettiği kadar, isyan başarıldığında ne yapmak istediği de çokça tartışılmıştır.  Sosyalist eğilimli Türk tarih yazıcıları onu çoğunlukla bir karşı devrimci imajı içinden anlatmışlardır. İslami eğilimi baskın Türk tarih yazıcıları ise onu hilafet sevdalısı ve dini egemenliğin geriletilmesine dönük bir aksül amelin temsilcisi olarak selamlamışlardır. Nitekim Necip Fazıl gibiler şeyhin mücadelesini sadece dini bir yönelim olarak görmüştür. Başka kısmen objektif sayılabilecek Kemal Karpat gibi tarihçiler ise şeyhin amacının bağımsız Kürdistan kurmak ve halifeliği diriltmek olarak isyanı tasvir ediyordu. Uğur Mumcu ise isyanın İslami bir düzen talebiyle başlayıp, bağımsız Kürt İslam devleti kurmayı hedeflediğini belirtir. 

Yukarıda bahsedilen yorumlar, şeyhi sadece mahkeme tutanaklarından tanıyanların, ifade tutanaklarından anlamak isteyenlerin ona yakıştırdığı düşüncelerdir. Dolayısıyla esir alınan ve dar ağacına gönderileceği kesin olan birinin tek başına mahkeme süreçlerindeki beyanlarını baz alıp yorum yapmak yanıltıcıdır. Diğer bir ifadeyle esir şeyhin beyanları kadar, özgür şeyhin nutukları da esas alınarak yorum yapılmalıdır.   Şeyh şüphe yok ki hayatıyla ispat ettiği üzere sünni teolojisine bihakkın vakıf, toplumsal ve siyasal konularda fikirleri ve önerileri olan bir alimdi. Ancak elinde tespih, camiden çıkmayan ve yalnızca ahretine çalışan din ehlilerinden değildi. Baş selefi Mevlana Halit gibi ahiret hayatı adına dünya hayatını istiyordu, bu hayatın adaletsizliklerini öte dünyaya bırakmak yerine, kendisi bunları dili ve eliyle düzeltmek istemişti. Kürt İslamı dünyevi tarafı baskın, ulusal talepleri olan bir öğretiydi. Şeyh bu dünyeviliğin izini adalet üzerinden sürdü, Kürt ulusal taleplerini dini usul içinden yeniden üreterek sahiplendi. Dolayısıyla şeyhin hilafeti geri getirmek, dini egemenliği yeniden egemen kılmak için ayaklandığı iddiası hem aşırı bir yorumdur hem de yalnızca mahkeme süreçlerindeki beyanlarından çıkarılan eksik yorumdur. Şeyhin isyan başarılı olsaydı bir İslam devleti kuracağı iddiası da spekülasyondur ve aynı derecede aşırı yorumun çıktısı olan bir yakıştırmadır. Şeyh ulusal ve sınıfsal ezilmişlikten bıkan geniş kitlelerin istemlerinin temsilcisiydi. Eğer isyan başarılı olsaydı temsil ettiği kitlelerin talepleri doğrultusunda hareket ederek müstakil bir Kürdistan kuracaktı. Netice olarak isyanın tıpkı Latin Amerika veya Hindistan’da görülen türden motivasyonunu ve meşruluğunu aynı anda hem dinden hem de ulusal taleplerden alan bir Kürt başkaldırısı olduğu açıktı.

Diyarbakır Surlarının Önünde Bir Asi

Şeyhin Amed surlarını kuşatırken nasıl bir haleti ruhiye içinde olduğunu anlamak zor değildir. Şehre gizlice soktuğu Zaza müfrezesinden, Diyarbekir’de uç veren yeni Kürtlük kuşağından ve ezilen kitlesinden umutlu olduğu besbelliydi. O sebeple surlarının önüne geldiğinde, muhtemelen çetin bir savaşın yaşanacağını tahmin etse de eninde sonunda şehrin kendi baldırı çıplak çocuklarına kucak açacağını düşünüyordu. 

Ne var ki dünya tarihinde köylülerin şehre göz koyması ve onu her ne nam adı altında olursa olsun fethe girişmesi hemen olacak iş değildi. Şehirlilerin kaybedecek şeyleri, elinden alınacak düzenleri vardı ve bu sınıf kibirleri, ulusal talepleri görünmez kılarak, köylü kardeşlerine karşı onların gözünü kör etmeye yeterdi. Kürt köylülerinin şehrin anahtarını istemelerinin, sur içi Kürtlerde bir heyecan yaratmaması da bu yüzden anlaşılır bir duruştu. Kürtlük köylü kitlelere ekmek verebilirdi ama aynı Kürtlük şehirdeki kitlelerin ekmeğine de mal olabilirdi. Sonuç itibariyle köylü yığınlarının başta kendisine ait olmak üzere yeni bir devlet, adalet, eşitlik ve özgürlük talepleri bir kez daha şehrin surlarına çarpıp geri dönecekti. 

Öte yandan şeyhin ordusunun askeri yetenekleri gerçek anlamda ilk kez test edildi. Cephe savaşında kayda değer bir başarı elde eden yarı disiplinli güçlerin, bir kentin muhasarasının başarısı askeri strateji ve top gibi askeri teknolojilere bağlıydı. Ne modern savaş yöntemlerini bilen bir komutan vardı ne de surları delip geçecek bir silah deposu vardı. İman gücü klasik cephe savaşına yetebilirdi ama iyi donatılmış bir garnizon kent görünümü veren bir şehri almaya yetmeyecekti. Netice itibariyle Newroz’a 13 gün kala Şeyh, şehrin surlarına teslim olarak geri çekildi. Geri çekilirken nasıl bir sükutu hayale gark olduğunu tahmin etmek zor değil şüphesiz. Diyarbekir muhasarası isyanın finaliydi, şehir alınmadığında isyanın kaderi de belirlenmişti, Harput’a varacak düzeyde cephedeki kısmi başarılar artık pirus zaferi olacaktı.  

Diyarbakır surlarının önünde konuşan sadece kurşun ve top sesi değildi. Her ne kadar ilk kurşun ona sıkılsa da savaş ahlakı da konuşuyordu. Şeyhin ordusu top ele geçirmişti ve top sayesinde surlarda gedik açılabilirdi. Fakat Hesen Hişyar’ın bildirdiğine bakılırsa Şeyh, topun nişan alacağı surların ardındaki kadın ve çocukların öldürülme riski sebebiyle buna karşı koymuştu. Keza şehrin suyunun kesilmesi planına da şeyh, benzer gerekçelerle engel olmuştu. 

Diyarbekir muhasarası sonun başlangıcıydı, eğer isyan ateşi Mardin ve Urfa taraflarını etkisi altına alabilseydi dengeler yeniden değişebilirdi ama olmadı. Şeyh ile mahiyetinin kaderi belli olmuştu.  Diğer cephelerdeki başarılar bu kaderi bir süre geciktirse de Gırvas köyü toplantısı özünde bir sükutu hayal toplantısıydı. Şeyh ve mahiyetindeki kişilerin bir kısmı Malazgirt cephesi üzerinden İran’a geçmeyi tahayyül eden bir strateji önermişti. Kaderin cilvesi kendini hissettiriyordu, atalarının Fars zulmünden kaçıp sığındığı Diyarbekir de kendisini kabul etmemiş ve bu sefer yeni kurulan cumhuriyetin zulmünden kaçarak, atalarının geldiği yere gözünü dikmiş, tersine bir göç stratejisini önüne koymuştu. Ne var ki genç cumhuriyetin, ittihatçı deneyimi işini yarım bırakmaya niyetli değildi, içeriden yönlendirmelerin etkisiyle şeyh teslim alınmaya zorlandı. Her şey hazırdı, hatta o kadar ki fotoğraf çekecek ekip dahi hazır edilerek, köprü üzerinde esir düşen şeyhin görüntüsü kadraja alınmıştı.  

Teslim anında tarihi Abdurrahmanpaşa köprüsü üzerinde ne düşündüğünü tahmin etmek zor değil. Bir halkı kurtarmak, bir dini geleneği savunmak için düştüğü yolda kendisi şimdi kurtarılmaya muhtaçtı. Yüz üstüydü, kolu kanadı kırılmıştı. Teslim olmak değil, kendini dağlara vurup firar etmeyi düşünmüştü ama kale içerden fethedilmişti. Evinden isyan yürüyüşüne çıkmak için ayağa kalktığında, ailesine Hz. Hüseyin’in mücadelesinden ilham aldığını söyleyerek ilk adımını atmıştı. Hikayesinin başı gibi sonu da Hz. Hüseyin’i çağrıştırıyordu,  tıpkı peygamberin talihsiz torunu gibi Muş ovasının azgın bahar sularıyla sınacak olan bir son ile mücadelesine nokta koymuştu. Yenilmiş ama diz çökmemiş olanların katıldığı son Cuma namazında hutbedeki sözleri bilgeceydi: “Şimdilik başaramadık ama mazlum ve haklıydık” diyordu.  

İfadelerinde Öne Çıkan Hususlar

Varto’da verdiği ifade, yorgun ama yılgın olmayan, kendi esir alınmış ama fikri ilham veren bir isyancının şahitliklerini konu ediniyordu. Duruşu ve ifade tarzı için seçtiği kelimeler haklı olmanın vakarını barındırıyordu. Tek silahı artık haklı olmasıydı ve bunu ustaca kullanacaktı. Hariciye nezaretinde teşekkül eden Hududu İraniye komisyonu tarafından tanzim olunan hudut haritası üzerinde isyanı sevk ve idare ettiği sembolizm şüphesiz anlamlıydı. Tek yanlı siyasi kadastrolara, egemenlerin masa başında çizdiği haritalara meydan okuyan bir harekat başlatmıştı. Onların hazırladığı haritalarla, onlara meydan okuyordu. Harita ki sadece bir mühendislik varakası değildi, bir kolonyal imgeydi. Hınıs’tayken müftü kardeşinin Sebilürreşad gazetesine abone olduğunu ve sıkça bu gazeteyi okuyarak, ülkedeki gelişmeleri takip ettiğini, yeni yönetimin dine karşı tutumunu gazete, tüccar ve seyahatlerden öğrendiğini belirtiyordu. Bu süreçlerde Tevhidi Efkar gazetesini okuyarak hükümetin dine karşı lakaytlıklarını takip ettiğini de mahkemede belirtmişti. İfadesinde diğer öne çıkan husus ise son ana kadar teslim olmayı reddetmesini dile getirmesiydi. Mahkemeye verdiği ifadeye bakılırsa teslim olma fikrine mesafeliydi ya İran taraflarına gitmeliydi ya da askerler onu öldürmeliydi. 

Surları kuşatıp, Diyarbekir önlerine geldiği anı anlatırken, Diyarbekir ahalisini yani şehrin merkezi kitlesini tanımadığını beyan etmesi ilgi çekicidir. Hani’li Salih bey merkezi tanıyordu ve onun anlatımına bakılırsa Cemilpaşazade ve Doktor Fuat’gillerden yana umutlu olan da oydu. Diyarbekir’i alsaydı hükümetle müzakere yapacağına dair beyanları da keza dikkat çekiciydi. İsteklerinin karşılanması halinde hükümete tabi olacağını beyan etmesi de kafasındaki stratejiye dair fikir vermekteydi. Fakat yine de taleplerinin reddi halinde “istiklal yapardık” cümlesi gelecek tasavvuruna dair çok şey anlatmaktaydı. Mücadele sırasında kimi hayal kırıklıkları vardı ve mücadele arkadaşlarından veya taraftarlarından aleni olarak müştekiydi.  Hareket başarılı olsaydı dahi “bu ahali ile bir şey olmazdı” ifadesi oldukça önemlidir.  “Bu ahaliden sıdkım sıyrıldı” demesine bakılırsa çok fazla içsel hayal kırıklıkları vardı. 

Mahkemedeki sorgusunda Piran öncesi süreçte kıyam yapmayı düşünmediğini, bunun yerine risale yazmak, hükümete talepte bulunup, müzakere yoluyla sorunları çözmeyi düşündüğünü belirtmesi önemliydi. Bu çerçevede ilim ehli ile müşavere yapıp ardından risale yazıp, hükümeti uyarmayı düşündüğünü beyan etmesi de keza ilgi çekiciydi. Savunması klasik hukuk literatürüyle söylersek bir kopuş savunması değildi. Haklı gördüğü noktaların altını tekraren çiziyordu, hangi değerler için mücadele ettiğinin anlaşılmasını istiyordu. Üzerinde uzun uzun çalışılmış bir savunma stratejisi yoktu, hak olanı söylüyordu, söylediğini savunuyordu. Hak tarafında kalmakta ısrar ediyordu, yalan veya olmamış şeyler üzerinden savunma yapmıyordu. Aslında hakimlere değil, geleceğe konuşuyordu, torunları ve halkı onu yargılasın istiyordu. Kendini savunmuyordu esasında, gelecek kuşakların onu anlamasını istiyordu.    

 

Hülasa

Bazı yazılar sonuç kısmının yazılmasını kabul etmez. Özellikle de tarihe mal olmuş bazı şahsiyetlerin biyografisi yazılırken sonuç faslının hiçbir hükmü yoktur. Tarih hükmünü göstermiş, talih mührünü vurmuştur zaten. 

Kamiran Alî Bedirxan “Li Ber Tirba Şêx Seîd isimli trajik şiirinde isabetli bir şekilde şeyhe “gönül gözümüzle bakmamız gerektiğini” hatırlatır. Gönül gözüyle şeyhin serhildanına baktığında ise gördüğü şeyin bir özgürlük sesi olduğunu belirtir. Şeyhin mücadelesi tam da buydu, dar ağacında biten yaşamıyla kanıtladığı üzere onun gibilerinin mücadelesi kolonyal mütehakkimlerin inşa ettiği sistemlerin yarıklarından özgürlüğün sesini haykırır. Onun mücadelesinin melodisi ezilenlere başka bir ihtimal daha olduğunu hatırlattığı için değerlidir.   

 

/kaynak: kurdarastirmalari.com/

İlginizi Çekebilir

TIME Biden’ı kapağa taşıdı: Panik
Orhan Doğan’ın vefatının üzerinden 17 yıl geçti

Öne Çıkanlar