”Özetle JİTEM pratikleri merkezileşiyor, sınır üstü bir hal alıyor, “malum ırk” çemkirmeleri taban buluyor, teşkilatı mahsusa küllerinden doğuyor, tehcir söylemi sıradanlaşıyor, sarı torba retoriği bir hukuk felsefesi ritüeline dönüşüyor. Talat paşacılığın, Talat paşa dönemi de dahil olmak üzere hiç bu kadar zirve yapmadığını not etmek gerekiyor…”
*
Araştırmacı yazar ve hukukçu Fırat Aydınkaya, emekli Korgeneral ve Genelkurmay eski İstihbarat Dire Başkanı İsmail Hakkı Pekin’in, Haber Türk televizyonu canlı yayınında YNK lideri Bafıl Talabani’yi ‘suikat’le tehdit etmesini değerlendirdi.
Aydınkaya, Nûpel’den Filiz Deniz’in konuyu, ‘bir hukukçu olarak nasıl ele alırsınız?”sorusuna şu yanıtı verdi:
”Öncelikle hiç şaşırmadım. Hatta tam aksine dönemin ruhuna cuk oturan bir söylem. Bu tür işler o kadar alenice yapılıyor ki, bunlara lapsus bile diyen çıkmıyor artık.
İşin hukuk kısmına bir iki kelam edip geçeyim müsaade ederseniz. Boşuna kendimizi hırpalamaya gerek yok. Hukuk kurumlarını bağlayan değerler yok hükmünde ve hukuk basitçe söylemek gerekirse artık basit talimat yönergelerinin konusu.
Bir kere bu teklifi ortaya atan zatın, rejenerasyon öğretmeni Perinçek olan ekolün kafa adamlarından birisi olduğu malum. Bir keresinde “hukuk, siyasetin köpeğidir” demişti, değil mi başöğretmeni. O sebeple talebesinin, hukuku, avcı köpeği derekesine indirmesinde şaşılacak bir şey yok.
Türkiye’deki cari hukuk da tıpkı uluslar arası hukuk gibi şu an hoş bir temenniden ibaret. Daha evvel de söyledim tekrar edeyim, ülkede cari olan hukuksal rejim, bir buyruk rejimi. Hukuk devleti düzeneğini geçtim, Kanun devletini bile mumla arayacak durumdayız.
İşin uluslar arası hukuk kısmı da bundan hallice değil. Kant’ın “ebedi barış” çağrısından bu yana dünyadaki hukuksal değerler hiç bu kadar boş bir gösteren olmamıştı. Kainatı kasıp kavuran dünya savaşlarında bile hukuk kurumları çökse de evrensel hukuk değerleri, en azından değerlerinden bir şey kaybetmemişti. Kimse kendini kandırmasın, hukuk dediğimiz şey, batıda hukuk kralın siparişi ile oluşmuştur diyen Foucault’a selam ile diyebiliriz ki, aynı hukuk, kralın siparişi ile rafa kaldırılmış durumda. Dünyadaki kurumsal rasyonalizm ve hukuk felsefesi epey zamandır on dokuzuncu yüzyıla ricat etmiş görünüyor.
Gücün hukuku geçerli. Güç kimdeyse kanun da hukuk da odur. Biraz da kendimizden utanma pahasına şunu da söyleyebilirim ki, normun yürürlükte kalmaya devam ederek askıya alınabileceğini” ileri süren Nazi hukukçuları kazandı, biz kaybettik. Özcesi uluslararası hukuk, hep majestelerinin hukuku olageldi, majesteleri hukukun fişini çektiği için dünya koşar adım dünya savaşına gidiyor. Aksi olsaydı İngiltere yüzen bir hapishane, mültecilerle ilgili yüz kızartıcı pratikler sergileyebilir miydi? İsrail, canlı yayınlarla etnik temizlik yapabilir miydi? Bahsettiğiniz zat bu denli nobranca hareket edip bir Kürt lidere suikast çağrısı yapabilir miydi? Hukuksal kurumlar iflas etti evet bu pek de iyi bir şey sayılmaz ama esas kötü olan şey evrensel hukuki değerlerin korkutucu bir şekilde anlam kaybına uğraması. Üzgünüm ama güçlü olanın haklı olduğu dönemlerdeyiz ve haklı olanı kalem değil pazu belirliyor. Uluslar arası hukuk artık bir açık büfe ve gücü elinde bulunduran ancak kendi payını alabiliyor.
İşin siyaset kısmına gelince kıymetli Günay abiyle yaptığımız bir söyleşide yeni bir Türkçülüğün işbaşında olduğunu konuşmuştuk. Yeni Türkçülüğün direksiyonda olduğu yeni bir devlet felsefesi var, bu açık. Ve bu yeni devlet felsefesi tastamam şu şekilde işliyor. Devlet dediğimiz şey bugün İslamcı milliyetçiliğin, ülkücü milliyetçiliğin ve seküler milliyetçiliğin bir konsorsiyumundan ibaret. Bu iradeyi ayakta tutan şey fetih fetişizmi, yani genişleme merakı.
Seküler milliyetçilik dediğimiz şey esasında basitçe güncellenmiş bir Kemalist diziliş. Daha ötesi seküler milliyetçilik darbe sonrası süreçte paradoksal bir şekilde altın çağını yaşıyor. Ve bu bir koalisyon, bu koalisyonu bir arada tutan ise kalpaklı Mustafa Kemal ikonu. Peki ama hangi Mustafa Kemal? Bazılarımız “yurtta sulh, cihanda sulh”cu Kemalizmin hakikiliğinden medet umsa da Kemalizmin dönemsel olarak değişen doğasını görmek gerekiyor. Zira yeni Türkçülüğün, Kemalist bileşenleri için, Mustafa Kemal’i Mustafa Kemal yapan şey Çanakkale defansı falan değildir, hatta misak-ı millici hali bile kesmiyor; Libya, Kuzey Afrika ve Balkan ofansıdır, yani tehlikeyi uzakta karşılayan kurmay aklıydı. Dolayısıyla onun 1910’ların performansına, yani gençlik dönemi hallerine hayranlar.
Özetle JİTEM pratikleri merkezileşiyor, sınır üstü bir hal alıyor, “malum ırk” çemkirmeleri taban buluyor, teşkilatı mahsusa küllerinden doğuyor, tehcir söylemi sıradanlaşıyor, sarı torba retoriği bir hukuk felsefesi ritüeline dönüşüyor. Talat paşacılığın, Talat paşa dönemi de dahil olmak üzere hiç bu kadar zirve yapmadığını not etmek gerekir.
“Kim kaldı” şiirinde Atilla İlhan bu karakter nostaljisini mükemmel bir şekilde tasvir ediyordu: Kim kaldı ittihat ve terakki’den/ O JönTürkler ki- “hariçten evrak-ı muzırra celbederledi’/ o fedailer ki barut öksürürler/ sakal traşları mavi/ kırmızı bıyıkları biber.” Mesele budur tastamam. Ancak Atilla İlhan’ın şiirine ufak bir dokunuş yaparsak resim tamamlanır sanıyorum: Şimdiki ittihatçılar “hariçten evrak-ı muzırra” celp peşinde değil, “suikast-ı muzırra” peşinde koşuyor.
Bir çuvaldız da kendimize olsun. Atilla İlhan’ın karşısına Ahmet Arif’i koyarak meseleyi çözme dönemlerinin sonuna geldik. “Küçük dayım Nazif’”i aşan şeyler bunlar…”