Fırat Aydınkaya: Kürt Irkçı Olabilir Mi?

Yazarlar

Geçen hafta Varto’da şahit olduğum bir enstantane Kürtler ile Irkçılık mefhumu üzerine yeniden düşünmeyi gerektirir cinstendi. Whatsapp gruplarında dolaşan ve ihtimalen asparagas olan bir habere bakılırsa, Afgan göçmenlerin Varto’da iskan edilmesi düşünülmekteydi. Nitekim kısa bir süre içinde bu fısıltı gazetesi, ilçe halkının bir kesimini ufak çaplı bir infiale sürüklemeye yetmişti.  Peşinen belirtmek gerekir ki bu duygusal ayaklanmanın muhatabının kamu otoritelerinden çok, Afgan mülteciler olmasının üzerinde düşünmemiz gerekir. Bunun daha farklı versiyonu ve daha düşündürücü olanı ise İstanbul’da ya da diğer büyük şehirlerde yaşayan mebzul miktardaki Kürt kesiminin Suriye’li ya da Afgan mültecilere uygulanan dışlama tekniklerini anlıyor ve hatta hak veriyor olması. Peki ama ezilen bir halk olarak Kürtlerin ve de Kürtlüğün göçmene olan bu tavrını nasıl okumalıyız? Kürt ırkçı olabilir mi? Nasıl?

Evvelemirde ilkesel planda ezilen bir halkın teorik olarak ırkçı olup olamayacağı fikrini tartışmamız gerekiyor. Eğer ırkçılığı tarihsel, kurumsal ve toplumsal bir sistemin çıktısı olarak ele alacaksak, ezilen halkın ideolojisinin temsilini üstlenen Kürtlüğün ırkçı bir ideoloji olduğunu düşünmek fantezi bile sayılmaz. Yanı sıra bu ideolojiye gönül vermiş temsilcilerinin ırkçı olabileceğini iddia etmek de akıl kârı değil. Bununla bağlantılı olarak Kürtlerin, kendilerine kurumsal ya da sömürgeci ırkçılık uygulayan rejimlere karşı çıkarken ortaya koyacağı düşünce, söylem, refleks veya dili de ırkçılık ile suçlanamaz. Yani hakim millete karşı verilen mücadele, ezilenin mücadelesini ırkçılıktan bağışık tutacağı önvarsayılır. Ama tabi muhatabın hakim millet veya rejimi olduğu sürece bu ırkçılık aşısının geçerli olduğu şerhini düşmemiz gerekir. 

Dolayısıyla bu “kendiliğinden ırkçılık karşıtlığı” genellemesini kurumsal ırkçılık peyzajıyla sınırlı tutmak önemli. Zira bu genel önerme ya da bağışıklık aşısı, ırkçılığın bir sistem meselesi olduğunu varsaydığımız müddetçe anlamlı ve geçerli. Ne var ki ırkçılığın sadece kurumsal görünümü yok; anlık, fragmanter ve sıradan ırkçılık halleri de var. Burada tartışılmayı bekleyen iki şey var görünüyor. Birincisi ezilenin, ezen halka ya da rejimine değil de başkaca halklara karşı tutumunu nereye koyacağız? İkincisi ezilen halkın sıradan/apolitik bir ferdini ırkçı olmaktan koruyan bir ahlaki/ideolojik bariyer var mı?  

Irkçılık üzerine yapılan çalışmalar geliştikçe, ırkçılığın milliyetçiliğe bir ek olduğu fikri daha çok kabul görüyor. Ve eğer bu doğruysa ezilen halkın bir ferdinin kendiliğinden ırkçılık karşıtı olduğu önkabulü zorlaşır. Dolayısıyla ezilen bir halkın ferdi, ezen halka ya da rejimine değil de başkaca bir halka dönük tavrında kurumsal ırkçılık bandında olmasa da kimi zaman anlık ırkçı tutumlar sergileyebilir.  Irkçılık esnek ve basit bir tutum olduğu sürece, su misali girdiği kabın şeklini alabiliyor. Dolayısıyla Kürt olsun ya da olmasın hiç kimse yüzer gezer (koçer) ırkçı tavırlardan, fragmanter tutumlardan ve ırkçı dilden muaf tutulamaz. Özetle düşünsel olmasa bile gündelik ya da anlık ırkçı refleksler bazı durumlarda ezilen halkın fertlerine sirayet edebiliyor.   

Bütün bunları düşünürken önemli bir noktanın altını baştan çizmemiz gerekir. Yıllar önce Sartre, son derece isabetli şekilde ırkçılık külliyatına kritik bir müdahalede bulunarak ırkçılık sorununu, sömürgecilik sorunu ile birlikte okumayı önermişti. Aksi bir okuma ona göre bir burjuva hümanistinin tavrıydı. Eğer Sartre’ın teklifini ölçü olarak baş köşeye koyacaksak; bu durumda Kürtler ile Irkçılık meselesini her mevzubahis yaptığımızda gizli özne olarak kolonyalizmin altını kalın bir çizgiyle çizmemiz elzem. 

Bu kritik girizgahtan sonra konu ezilen bir halk olarak Kürt toplumunun/fertlerinin ırkçı reflekslere sahip olup olamayacağına geldiğinde azami ölçüde temkinli olmamız gerekebilir. Bir kere neredeyse iki yüzyıldır ırkçı şiddete maruz kalan bir halkın ırkçılık refleksi gösterme konusunda aşılı olduğunu kolaylıkla ileri sürebiliriz. Zira ırkçılığın kılıç ile yazılmış alfabesini bizzat bedeninde deneyimleyen bir halktır Kürtler. İkincisi ezilen bir halkın, ezen halka dönük mukavemet envanterinde ırkçılık olarak anlamlandırılabilecek bir edevat kolay kolay söz konusu olamaz. Fakat iş ezilen halkın, ezen halka değil de başka üçüncü bir halka olan davranışlarına geldiğinde işler biraz karmaşık bir hal alabilir. Sözgelimi bir keresinde Fanon, sömürülen bir yerlinin öfkesini, kendisini sömürene yöneltemediğinde bu öfkesini kardeşine yönlendirebileceğinden bahsediyordu. Eğer bu doğruysa Kürt toplumunun bazı dönemlerde Mirtiplara veya zaman zaman Ermenilere karşı tutumlarında sınıf kini ile karışık ırkçı reflekslere abandığını görmek mümkün. İki atasözümüzden örnek: “Hespê Qule, Mêrê File, Seyê Tûle, jê ra mebe ewle” ve ayrıca “Ker diçe cem kera, Mirtip diçe cem Mirtiba”. 

Ne var ki yine de yukarıda andığım iki olayı anlamaya çalışırken bir ayrım yapmamız gerekebilir. Kürdistan’da cereyan eden haklı hassasiyet ile diasporadaki irrasyonel refleksif tutumu ayırt etmemiz mühim. Zira eğer söz konusu Kürt coğrafyasında vukubulan mesele ise orada durup hem efektif kolonyal tasarımları hem de yakın tarihi işbaşına çağırmamız elzem. Hiç değilse Sartre’ın ırkçılığı, sömürgecilik ile birleştiren okumasını bu meseleye uyarlayamasak verimli bir tartışma yürütemeyeceğimiz açık. Kürdistan’ın mükerrer fethe konu edilmesinden bu yana en az iki kere, kolonyal dolgu tarzı cerrahi müdahalelere konu edildiğini biliyoruz. 1870’lerden başlayarak kolonyal devlet aklı Kürt coğrafyasının kritik lokasyonlarına Çerkesleri ve diğer Kafkas halklarını bir sömürge aparatı olarak iskan ettiğini görüyoruz. Özellikle Kürtlük ve Ermeniliğin tehlike arz ettiği bölgelere etnik dolgu yapıldı.

İkincisi ise İnönü raporunda sarahaten gösterildiği üzere Kürtlük potansiyeli yüksek olan yerleşim yerleri ya “Türklüğe ısındırıldı” ya da buralara “Türklük ekildi”. Dolayısıyla bu yakın tarihin bize gösterdiği yegane şey devletin, Kürt coğrafyasına sıklıkla cerrahi operasyon yapmak suretiyle, değişik yerleşim yerlerine Türklük ektiğidir. Peki ama bu kolonyal dolgu operasyonları karşısında kime itiraz yapılacak? Türklüğün banisine mi, yapılan dolguya mı? Varto örneğinde olduğu gibi devletin olası etnik dolgu cerrahisinin bizzat kendisinin ırkçılık olduğu açık. Bu sebeple yöre Kürtlerinin tarihsel alerjisi ırkçılık olarak görülemez. Belki efendisine yönlendiremediği öfkesini göçmene yönlendirdiğini söylemek daha doğru olur. 

 

Öte taraftan diasporadaki Kürtlerin daha çok apolitik kesimlerinin Suriye’li ve Afgan mültecilere tepki göstermesi ırkçılık literatürü bağlamında daha büyük bir sorun. Büyük şehirdeki Kürt kesimlerinin reflekslerini üç tepki başlığı altında incelemek olası. Birincisi Fanon’un dikkatimizi çektiği üzere sınıfsal olarak patron kibrine, ulusal olarak hakim ulus hubrisine duydukları öfkeyi, mültecilere yönlendirmesinden söz edebiliriz. İkincisi ise Arendt’in altını çizdiği üzere eğer ırk/çılığ/ın keşfi, batılı beyaz adam ile Afrikalı yerlinin ilk karşılaşmasında ortaya çıkan acil durum açıklaması ise benzer durum burada da söz konusu olabilir. Batı Anadoluda yaşamaya mecbur bırakılmış Kürt kesimlerinin ırkçılık kokan tavırları bir ölçüde Arednt’in dediği şeyi yani acil durum açıklamasını akla getiriyor.  Özellikle iktisadi ezilmişliğin yoğun olarak yaşandığı alt tabakalarda görülen bu tepkinin alt metni sınıfsal hınçla bağlantılı bir alarmizmi barındırıyor. Emek gücü üzerinden gelişen rekabetin ayaküstü bir sınıfsal ırkçılık formuna dönüşebileceğini öngörmek mümkün. Üçüncüsü ise Türk toplumu veya Türkçülüğe maruz kalmış alt tabakaların, efendisini taklit etmesi, yani ırkçı Türkçülüğün/Kemalizmin dışlama konforunu kuşanması da olası. Eğer bu doğruysa diaspora Kürtlerinin, kendilerine bulundukları diaspora ortamında “ev sahibi statüsü” verdiklerini görmüş oluruz, ki bu ilginç çok ilginç bir psiko-sosyal değişimin habercisi.    

Fakat her ne olursa olsun hiç değilse Kürt kitlelerin bu duygu yoğunluğu yüksek konularda belli ideolojik bariyerlere sahip olmasını beklemek hakkımız. Kürt hareketinin bu manada demokratik ulus mefkuresinin henüz kitleselleşmediğini görmek de düşündürücü. Ezilen halk geleneği elbette otomatiğe bağlanmış bir empati düzeneği sağlamıyor. Ama yine de ezilen bilincinin hemdert olma marjının yüksek olmasını beklemek de hakkımız. Ezcümle bir kısım Kürt diasporasının mültecilere karşı sarkastik tutumu şu meşhur Kürt atasözünü akla getiriyor: “mêvan ji mêvana aciz e, xwedîyê malê ji herdûyan aciz e.” Öyle ya da değil bahse konu diasporik kesim çok yanlış bir şekilde göçmen meselesini, Kürtlerin meselesinin dışında düşünüyor.

Oysa mesele tam da iki yüzyıldır Kürtleri yakan bir mesele, yani kurumsal Türk ırkçılığı meselesi. Esas düşündürücü olanı ise metropollerde göçmen kesimlere hınç bileyen Kürt nüfusunun ırkçılık ile sömürgecilik arasındaki bağlantıyı ıskalıyor olması. Kürt coğrafyasındaki tepki frekansı ile metropollerdeki frekans arasındaki bu yarık epey düşündürücü. Sonuç itibariyle Sartre’ın ortaya koyduğu analiz burada da geçerli. Büyük şehirlerdeki Kürtlerin ırkçı refleksleri bir düşünce değil, bir anlamda kişinin izlemeye mecbur kaldığı bir praksis. Sorun şu ki bu praksise başvuran her Kürt, farkında olmadan kendisini de yakacak olan Türk ırkçılığının yangınına odun taşıyor.       

Hülasa Fanon’un müderrisi Cêsaire, bir keresinde talebesine “Yahudi’nin aleyhine konuşulduğunu işittiğin zaman bil ki, gerçekte senin aleyhinde konuşuluyor” şeklinde buyurmuştu. Haksız mı Cesaire?

İlginizi Çekebilir

Uğur Güney Subaşı: Baba Gitme!
Hakan Tahmaz: Suriye’nin Rojava bölgesine yeniden askeri müdahale

Öne Çıkanlar