Apê Musa’nın Yüzüncü Yılına İthafen
Jean P. Sartre, Fanon’un ölümsüz eseri Yeryüzünün Lanetlileri eserine yazdığı önsözde ülkesini bilgece bir tarzla eleştirerek “Fransa bir zamanlar bir ülkenin adıydı. Dikkatli olalım da bir sinir hastalığının adı olmasın” diyerek dikkat çekici bir betimleme yapıyordu.
Sartre’ın bu metaforik lügatını ödünç alıp olan bitene baktığımızda Türkiye’nin cari rejiminin giderek bir sinir hastalığının adı olmaya dört nala koştuğunun tespitini yapabiliriz herhalde. Günlerce cenazesi yerlerde bekletilen Taybet anadan, kargoyla gönderilen cenazeye, buzdolabında saklanan cesetten, kaldırım altlarına gömülen insan bedenlerine kadar sinirleri alt üst eden bir dizi trajediye şehadet etmek Sartre’ı bile varoluşçuluğundan edip sinir hastası yapmaya yeterdi herhalde.
Böylesi bir ortamda Kürtlerin kendi mücadelelerine mercek tutmasından daha doğal bir şey yok. Anti depresan niyetine yaptığımız kısır tartışmaları bir kenara bırakıp sinir uçlarımıza dokunan yapısal sorunlarımıza bakmakta sonsuz fayda var.
Bu yazıda yeni nesil Kürtler olarak bir türlü baş etmeyi başaramadığımız ve giderek bizde bir tür kültürel şizofreniye dönüşen ezeli ve ebedi Kürtçe meselemize dair birkaç şey söylemek istiyorum. Her ne kadar eskiden beri yürüyegelen bir iç tartışma olsa da, şimdilerde daha çok ivme kazanan “Kürt mücadelesi yürütenlerin dili ne olmalıdır” meselesini daha çok konuşmamız gerekiyor.
Özellikle de Kürt sokağında giderek daha fazla tartışılan post-kolonyal teorinin kucağımıza bıraktığı kaçınılmaz soru/nlardan en önemlisidir bu: Efendiye karşı mücadeleyi efendinin dilinde yürütmek doğru mu? Diğer bir deyişle hakim sisteme karşı mücadele yürütmenin kendine has (ezilen) dili olması gerekmez mi?
Bu tartışma (1) şimdiye dek ya ertelendi, ya dar bir çevreye hapsedildi, ya da geçiştirildi. Yine de her türlü tazyik ve yokluğa rağmen Kürtçe’de sebatkar kalan, ondan hiç taviz vermeyerek her tür takdiri hak eden hatırı sayılır “Kürtçe emekçisi” kesimin varlığını ve hakkını teslim ederek bu tartışmayı sürdürmek daha hakkaniyetli olacaktır.
İbrani geleneğinde ahit sandığını taşımakla onurlandırılmış Levi’liler nasıl kutsal bir iş yaptılarsa, içimizdeki Kürtçe emekçileri de tam da bu türden kutsal bir iş yapıyorlar.
Ne var ki buna rağmen geldiğimiz noktada artık Kürtlerin daha çok Kürtçe diye bir sorunu var ve bu sorunu konuşmadan veya belli oranlarda çözmeden yürümek zor görünüyor. Bunun birkaç nedeni var. Öncelikli nedeni Kürtlerin 1970-80’lerden sonra belki de ilk kez sahici manada kolonyal teorileri yeniden tartışıyor olması.
Kürt sokağında kolonyalizmin gündem oluşturması ister istemez Kürtleri, daha çok Kürtçeyle yüzleştiriyor. Öbür yandan Kürt tarihinden vakıf olduğumuz üzere ne zaman Kürt siyaseti tıkanma alameti gösterdiyse, kültürel Kürtlük veya Kürtçe devreye girip bir şekilde bu krizi çözebilme yeteneğine haiz. Yine böylesi bir andayız ve son beş yıldır Kürt siyaseti tıkanma emareleri gösterdiğinden bu yana Kürtçe ve/ya kültürel Kürtlük proaktif bir şekilde bu tıkanıklığa el koyuyor.
Mamafih bu sorunun başka boyutları da var elbette. En başta da iktisadi/teknolojik/kültürel bağlamda ivme kazanan Kürt modernleşmesinin hala Kürtçesiz bir gramer üzerinden yürüyor olması. Bütün kazı çalışmalarına rağmen modernleşme yürüyüşümüzün hala Kürtçe’nin ırmağında akmıyor olması en büyük sorunlarımızdan biri.
Büyük oranda bu sebeple Kürtçe, Kürtlerin gündeliğinde giderek yaşlıların çocuklarından bir şey saklamak istediklerinde başvurdukları “bilinmeyen dil” lügatına dönüşüyor. Bununla birlikte Kürtçenin tarihsel sosyolojisinin giderek daraldığının tespitini de yapabiliriz. Kürt orta sınıfları Kürtçeyi eve ya da ofise hapsederken, üst sınıflar Kürtçeye ‘ebeveynin yadigarı’ gözüyle bakıyor. Bundan daha kötüsü Kürtlerin ezilmiş kesimlerinin şehrin entegrist kuşatıcılığına ve iktisadi ayartıcılığına karşı eskisi gibi Kürtçe’de sebatkar olmaması.
Uzun bir dönem şehrin kaypaklığına, kapitalizmin kültürel dönüşümüne karşı bajari Kürtlerin bir direniş ethosuydu; ne var ki şehirleşen ikinci, üçüncü kuşak ile birlikte neredeyse sadece çocuklarının isimlerinin ikinci ismi Kürtçe.
Velhasıl kadim dilimiz, kültürel sosyolojisi daraldıkça her geçen gün daha fazla Kürt modernleşmesinin yalnızca “iç sesi” olmaya doğru gidiyor. Fakat şu da var ki Kürdistan’ın kırsalı hala tek başına sistematik olarak Kürtçeye yurt vazifesi gören neredeyse tek kültürel/toplumsal alan.
Öbür yandan Kürtçenin tarihine baktığımızda öteden beri dilimizde en ısrar eden kesimlerin “derdi olan Kürtler” olduğu tartışmasız. Kürtçe, hemdert olmayı bilen bir dil olarak (hem kimlik hem iktisadi olarak) ezilen sınıfın diliydi, yoksulların, taşranın mülküydü. Ezilmiş feqi’lerin, bir ekmeğe muhtaç köylülerin, yoksul melelerin, ekmek parası için şehre göçmüş hamal Kürtlerin sermayesiydi.
Celadet’in köşklerde ya da şehirlerde değil de Kürdistan dağlarına tırmandığında yani yoksulların yurdunda alfabenin, Kürtçenin, sözlü kültürün izini sürmesinin bu tarz bir anlamı da vardı şüphesiz.
Her ne kadar bize ağır gelse de bizim devasa bir Kürtçe meselemiz var. Siyasetimizin, toplumumuzun, entelektüellerimizin hem Kürtçe problemi hem de bir miktar Kürtçeyle problemi var görünüyor. Şimdiye dek konu gündeme geldiğinde hep topu taca atmak bağlamında büyük usta Xani’nin “Kürtçe’nin pazarı yok” dizelerine sığınıp durduk. Pazara hiç değilse mütevazi bir tabla atıp, Pazar esnafı haline gelmek yerine pazara hiç uğramamayı adet edindik.
Fakat artık sorunun konumunu veya bağlamını yeniden gözden geçireceğimiz kritik zamanlardayız. Bir kere şunu baştan kabul edelim. Eğitim gören ama Kürtçe eğitim görmeyen her Kürt dört dörtlük yarım insandır. Zira aldığımız eğitim her nerede olursa olsun bizi Kürtçe’den koparmak, ondan alıkoymak üzerine işlediği sürece hepimiz yarım Kürdüz. Hususen Kemalizmin kültür fabrikasından geçenler olarak bizlerin Kürtçe’ye dair temel tahayyülü eskiden beri asimilasyona karşı koymakla bağlantılı tali bir meseleye tekabül ediyordu.
Kabul edelim ki çoğumuz asimilasyona karşı Kürtçe’yi “kir-çöz” niyetine bir edevat olarak gördük. Ne var ki Kürtçe’yi bu şekilde araçsallaştırdığımız sürece ona bir mukavemet üssü olarak sığınıp, onun içinden direniş örgütlemek yerine, onu sadece asimilasyonun konvansiyonel taarruzlarına karşı bir kalkan niyetine kullandık.
Yani bizim Kürtçe ısrarımız yüzeysel “biz farklıyız” düşüncesinden öteye gitmedi. Farkında olmadan Kürtçeyi araçsallaştırırken aslında araçsallaşan biz olduk. Kabul edelim ki asimilasyon aşısı niyetine göstermelik olarak dilimizin altında muhafaza ettiğimiz yedek dilimiz bizi özgürleştirmedi.
Kürtçeyi görünmez kılarak başka dilde ısrar etmek, başka bir dil ile özgürlük mücadelesi yürütmek, özgürleştirmiyor. Bugün ise hem mücadele bağlamında hem de yeni Kürtlüğün kültürel temeli bağlamında yeni bir eşikteyiz artık. Yeniden formatlanmış kolonyalist muhasaraya karşı koymak için Kürtçe’yi bir mukavemet üssü, anti-kolonyalizmin atar damarı kılamaz mıyız? Belki de bunun ilk öncüsü olan Celadet Ali Bedirhan’ı hatırlamak bize bir ışık gösterebilir.
Ölümsüz usta Hawar dergisinin üçüncü sayısında dikkatimizi dünya dillerinin kendi aralarında yürüttükleri “sessiz kavga”lara çekiyordu örneğin. Ona göre dil savaşları her ne kadar sessiz ve gürültüsüz olsa bile bu savaşların hükmü bütün savaşlardan daha büyük ve daha yıkıcıdır.
Çünkü dil savaşlarında esas olarak dillerin ruhuna ateş edilmekte, varoluşlarına nişan alınmaktadır. Celadet burada kulaklara küpe niyetine metaforik bir üslupla “Bir halk esir alınsa dahi, eğer hala dilini kaybetmemişse, kendi zindanından çıkış anahtarını elinde bulundurmaktadır” diyerek bize işin sırrını gösteriyordu. Eğer bu doğruysa özgürlüğün kapısını açacak olan anahtarı uzaklarda değil, Kürtçede aramak en iyisi. Fakat mesele ne yazık ki burada bitmiyor. Zindan kapısını açmak için başka anahtarlar önerenler olduğu gibi anahtarı kaybedenler de var.
Tam da burada siyaset kurumumuzu işin içine katmamız elzem. Kürt siyasetinin dilinin neden Kürtçe olmadığı öteden beri haklı olarak sorgulanıyor. Ne var ki bu sorunun kolay bir cevabı yok. Fakat yine de bu konuyu anlamlı bir zeminde tartışmak için gerçekçi olmak gerekiyor.
1950’li yıllardan sonra inşa edilen yeni dönem Kürt siyasetinin dili esasen Kürt okumuşlarının diliydi, Kürt okumuşlarının nezdinde ise Kürtçe en fazla ikinci dildi. Dolayısıyla kolonyalizm teorisini Kürdistan’a ilk kez uyarlayan kuşağın, bu cendereden çıkmak için Kürtçeyi neden bir anahtar olarak kodlamadığı tartışılabilir şüphesiz.
Ne var ki ilk kuşak için varlıkları inkar edilen bir halkı görünür kılmak, kabul ettirmek birinci mesele ise, Kürtçe bununla bağlantılı ikincil bir meseleydi. Bu kuşak doğru ya da yanlış, kolonyalist egemenlere, onların diliyle karşı koymanın daha etkili olacağını düşünüyordu.
Dönemin metinlerinde Kürtçe’ye özel bir ilgi gösterildiği açık olsa da, bununla ne yapılacağı üzerine pek kafa yorulmadığı da ortada. Fakat belki de bu döneme dair esas tartışılması gereken şey, bu ilk kuşak inşacıların “yeni insan yaratma” felsefesini düşünürken, Kürtçenin bu fabrikasyonun neresinde yer alması gerektiğini tam olarak formüle etmemiş olmasıdır.
İlk kuşağın en mühim yaptığı iş epistemik şiddete karşı koymaksa, ikincisi zihinsel sömürgeciliğin reddiydi. Ne var ki zihni sömürgeciliğin yapısökümü ile ilgilenildiğinde bile Kürtçenin, ütopyanın, direnişin, özgürleşmenin merkez üssü olarak düşünülmemiş olması sebebiyle olsa gerek, son yarım yüzyıllık süreçte Kürt siyaseti ile Kürtçe arasındaki makas ya da ontolojik problem bir türlü giderilemedi. Belki de bu yüzden günümüz Kürt siyasetçilerinin büyük oranda böyle bir gündemleri bile yok.
Dilin anahtar rolünü ya da daha genel olarak kültürün anti-kolonyal süreçteki işlevini daha iyi anlamak için başkaca deneyimlere bakmak fikir verebilir. Cioran mesela, Rumen olduğu halde anadilini bırakıp neredeyse tamamen Fransızca’ya iltihak etti. Bunun nedeni kendisine sorulduğunda ise “yabancı bir dilde yazmak bir özgürleşmedir. Kendi geçmişinden kurtulmaktır” diyerek kafa karıştırıcı bir tez attı ortaya.
Her ne kadar kendimize tam olarak itiraf edemesek bile çoğumuza göre Kürtçe dışında başka bir dilde yazmak, bir özgürleşme, bir evrenselleşme arayışına denk düşüyor. Ve belki de daha önemlisi kendi ezilmiş geçmişimizden kurtulmak, kolonyalizmin üzerimizdeki kirlerini görünmez kılmak için başka dilde yazıp kendimizi temize çekmeye çalışıyoruz.
Çoğumuz için İngilizce, Türkçe, Arapça bir özgürleşme arayışına denk düşüyor, hatta yetmedi konuştuğumuz Türkçe veya Arapça ile başka halkları özgürleştirmenin de peşinden gidiyoruz. Oysa kural yeterince basit, bir başkasını özgürleştirebilmek için kişinin önce kendisinin özgürleşmesi gerekir. Hiç değilse Cioran, Fransızca yazmanın kendisine azap veren bir tarafının olduğunu itiraf ediyordu, bizde ise bu konu gündeme geldiğinde azap duymak yerine çoğumuzun ashabı bozuluyor.
Bu konuda en iyi niyetli olanlarımız bile Cezayirli romancı Kateb Yacine kadar bile olamıyor. Yazarlık serüveninde uzun bir süre Fransızcada ısrar eden yazar, bu durumu “Fransızlara, Fransız olmadığımı kanıtlamak için Fransızca yazdım” diyerek durumu açıklıyordu. Bizde ise neredeyse tam tersi geçerli. Araplara, İngilizlere, Türklere ya da Farslara onların dilinde yazarak kendimizi kanıtlamaya, onların dilinde onlarla eşit olduğumuzu haykırmak için yazıp duruyoruz.
Kürtçenin gizli inkarını ihtiva eden bu çabanın bizi kültürel şizofreniyle baş başa bıraktığını görmüyoruz bile. Burada Fanon’a da kulak kesilebiliriz elbet. Ona bakılırsa Antilli zencinin beyazlaşması Fransız diline vakıf olmasıyla doğrudan bağlantılıdır, yani gerçek bir insan olmaya ancak böyle daha çok yaklaşabilir(di).
Öte taraftan Kürtçenin yerine ikame ettiğimiz hiçbir dil bizi düşünen bir varlık haline getirmedi, konuşan, sürekli konuşan, tekrar konuşan, dönüp dolaşıp konuşan, ama düşünmekten aciz bir varlık haline getirdi.
Ne var ki ortada bir Yeats örneği de var. Bu efsanevi imge büyücüsü, İngiliz sömürgeciliğine İrlanda halkı adına İngilizce ile karşı koyuyordu. Ne var ki belki de bu iflah olmaz sömürgecilik paradoksu veya kültürel şizofreni yüzünden politik olarak faşizme bel bağlayacak kadar düşmek zorunda kaldı. Öbür yandan kolonyalizm ve dilsel mukavemet her gündeme geldiğinde Fanon’un Fransızca yazdığı bahis konusu edilerek buradan bir meşruiyet siparişine tenezzül ediyoruz.
Fakat “Fanon ve Fransızca” bahsi Kürtlere bu manada “beklentiye uygun” bir güzergah tayin edecek gibi görünmüyor. Zira Fanon, “Siyah Deri ve Beyaz Maskeler” kitabının daha ilk girişinde bu konuda kallavi tespitler yaparak konuya verdiği ehemmiyeti gösterir. Buna rağmen “Yeryüzünün Lanetlileri”ni Fransızca yazması da gösteriyor ki Fanon ile Fransızlar arasındaki temel çelişki en az dil kadar dilin üzerini örttüğü ten rengi meselesiydi de. Kürtler ile kendisini ezen halklar arasındaki çelişkinin temeli ten rengi değildir, bu görece tali bir meseledir.
Daha çok dilin/halkın inkarı üzerine konumlanan kolonyalizm meselesidir Kürtleri ilgilendiren. Eğer bu doğruysa yani Fanon için öncelikli mesele siyahlık meselesi kadar dil meselesiyse Kürtler için de temel mesele her iki anlamda Kürtçe olmalıdır. Şu durumda Fanon için ten renginin asal anlamı neyse Kürtler için Kürtçe de onu sembolize etmelidir. Fakat onun “Siyah güzeldir” mottosuna şüpheyle baktığı da malum. Bu sebeple “Kürtçe güzeldir” mottosunu evrensele bağlayacak bağlantı yollarını düşünmek kadar komşu halkların diliyle eşit ilişki geliştirmenin bağlamını da düşünmek icap eder.
Hülasa Kürt mücadelesi yürütenler olarak bizlerin, karşısında mücadele yürüttüğümüz egemenlerin diline neden bu kadar iştahla sarıldığımızı tartışmamız gerekiyor. Bu bir yerde modern direnişimizin kısmi trajedisine denk düşüyor çünkü. Siyasi mücadele dilimizin Kürtçe olmaması zaten kadim problemimiz, fakat daha genel manada Kürt modernleşmesinin dilinin de giderek Kürtçeden uzaklaşması daha büyük bir problem arz ediyor.
Bizim için Kürtçe hala genel olarak ne Celadet’in bahsettiği manada zindandan çıkış anahtarı olabildi ne de bir direniş mevzisi haline geldi. Velhasıl yürüttüğümüz mücadele ile dilimiz arasındaki varoluşsal bağı yeniden düşünmemizin gerektiği tarihi bir eşikteyiz.
Sartre ile başladık onunla bitirmek yaraşır. Şöyle diyordu bir keresinde: “Siyah ağızları susturan tıkacı çıkardığınız zaman, ne söylemelerini bekliyorsunuz onlardan? Size övgü okumalarını mı? Dedelerinizin enselerine basarak önlerinde secdeye vardırdığı bu insanların başlarını yerden kaldırdıkları zaman, onların gözlerinde ne bulacağınızı sanıyordunuz? Hayranlık parıltısı mı?”
Sartre’ın bahsettiği tıkaç ağzımızdan çıktığında ya da başımızı her yerden kaldırdığımızda ağzımızdan çıkan ilk sözcük Kürtçe olmalıydı, ama değil olmadı, olmuyor.
***
1-Bu tartışmayı zenginleştirecek/derinleştirecek bir başka yazı için sevgili Ramazan Kaya’nın “Sömürgeci Zihinden Azad Bir Edebiyatçı: Ngûgi Wa Thiong’o” isimli makalesine bakılabilir. Bkz. Tahir Elçi İnsan Hakları Vakfının çıkardığı, Kırık Saat Dergisi, 3. Sayı.