Sevgili Günay (Aslan) Ağabeye İthafen!
Marx, 1852 yılında yazdığı bir metinde Haziran 1848 yenilgisinin sonuçlarını ele alıyordu. Ona göre bu yenilgi Paris proleteryasını felç etmiş ve yıllarca başka bir mücadeleye girmesini engelleyecek derecede onları zayıf düşürmüştü. Aynı Marx, dikkatimizi burjuva devrimleriyle proleter devrimler arasındaki kritik farka da çekiyordu.
Burjuva devrimleri doludizgin başarıya koşarken buna mukabil sosyalist devrimlerin bazen koşuya ara verdiğini ve tekrar koşuya yeniden başlamak mecburiyetinde kaldığının altını çizme gereği duyuyordu. Burada Marx’ın çekinmeden büyük özgüvenle “yenilgi” kavramına başvurması şüphesiz önemli. Fakat bundan daha önemlisi, şerefli yenilginin nedenleriyle sahih bir şekilde hesaplaştıktan sonra akabinde “gelecek onlara aittir” diyerek proleteryayı motive etmesiydi.
Marx’ın tespitlerinin ışığında modern Kürt tarihine baktığımızda, Kürtlerin tarihinin benzer manada proleter devrim tarihini andırdığını iddia edebiliriz şüphesiz. Hatta proleter devrim tarihinden birazcık farklı olarak son yüz yıl itibariyle tarihimizin tikel başarılar barındıran muzaffer mağlubiyetler müzesi olduğunu söylemek de mümkün.
Eğer başarının ölçüsü tek başına devletleşmek ise bizim ezeli mağlup olduğumuza şüphe yok, ne yazık ki.
Ne var ki buna rağmen Kürtler kadar bir enkazın içinden sağ çıkmayı bilen başka bir halk da herhalde az bulunur dünya tarihinde. Yıkım dolu yenilgiler tarihine rağmen muzaffer bir edayla “dik yürümeyi bilen” müstesna kavimlerdendir Kürtler.
Aynı Rosa Luxemburg’un dediği gibi nasıl devrimci mücadelelerin tarihi şiddetli yenilgilerin toplamıysa, modern Kürtlüğün tarihi de şerefli mağlubiyetlerin toplamıdır. Tıpkı devrimciler gibi Kürtler de her yenilgiyi özgürlüğe giden yolda bir antrenman, gelecekteki başarıların zorunlu öncülü olarak gördü. Bu sebeple Kürtler kadar melankoli ile devrim arasında diyalektik bağlantı kurmuş çok az sayıda halk vardır yeryüzünde.
Fakat yine de bu uğursuz enkazın içinden Kürtlüğü gölgesi gibi takip eden en önemli fenomenin yas ve melankoli olduğunu iddia edebiliriz herhalde. Son iki yüzyıldır Kürtlüğe en yaklaşan ve belki de en yakışan duygudur melankoli. Bir bakıma Kürtlüğün derisidir.
Son birkaç yıldır Kürt siyasasının temel gündemi öyle ya da böyle bağrında güneşli günlerin kapısını aralık bırakan yenilgi, başarısızlık, yas ve melankoli. Hassaten şu sıralar bütün kavram ve düşünce repertuarımız melankolik Kürtlük bagajının etrafında yeniden karılıyor.
***
Melankoliyi bu yazıda daha çok, keder ve kendi üzerine düşünme bağlamıyla kullandığımı belirtmek isterim. Fakat şu da var ki melankolinin daha şeddit hali olan matem duygusuna Kürtler “şîn” derler. Linguistik açıdan matem manasına gelen “şîn” sözcüğünün aynı zamanda “yeşerme” anlamıyla da kullanılması oldukça anlamlı bir psiko-politik durum.
Kürtlerin toplum olarak matem ile umut arasında kurduğu bu simbiyotik ilişki aslında çok şey anlatıyor, bizlere. Sadece bu düalist kullanımdan yola çıktığımızda bile Kürtlerin matemden, yastan ümit devşirebilen asil geleneklere sahip olduğunun tespitini yapabiliriz.
Bu sebeple Kürtlüğün melankolisi, kurbanların davasını görmezden gelip kollektif acıları şahsileştiren ve bundan zevk alan patolojik bir kıvranmadan çok, geçmişin trajedilerini ve ıskalanmış başarılarından gelecek devşiren bir özgürlük vaadinden ilham alır.
Melankoli devrim ile yıkım arasında bir köprü bilimidir Kürtler için, yıkım üzerinden sorumluluk kuşanan, mücadele üzerinden umut ilkesi devşiren. Bununla birlikte klasik metinlerde veya bir toplumsal kültür olarak dilsel gelenekte yakın zamana kadar Kürtçe dilinde,Türkçe veya Arapça’da olduğu gibi “yenilgi” ve “mağlubiyet” kelimesini doğrudan karşılayan bir kelimenin olmaması da dikkat çekicidir örneğin.
Eğer bu doğruysa Kürtler mağlubiyet olgusunu dilsel üretimde bile olsa kolay kolay kabul etmeyen bir halk. Hakeza günümüz popüler Kürtçe üretimde mağlubiyeti karşılayan dilsel üretimlere baktığımızda“têkçûyîn”, “binketin”, “windakirin”kelimelerinin mutlak ezilmeyi, yok olmayı, tükenmeyi veya tamamen ümitsiz kılmayı ima eden bir imalata denk düşmemesi de hayli anlamlıdır.
Fakat şunu da gözardı edemeyiz. Her matem rapsodisi bağrında bir teslimiyet, bir tükenmişlik sendromu, bir bohem ethosu taşır. Buna Kürtlüğün bohem hali de diyebiliriz şüphesiz. Kürtlük davasını bırakıp Bohemistan’a sığınan pek çok ünlümüz de vardır,Mehmet Şükrü Sekban örneğinde olduğu gibi. Bununla birlikte Freud’un kilise ve ordu kitlesinin yenilgiye uğrasa bile, bu iki toplum grubunun en az dağılan kitle olduğunun tespitini “en az dağılan kitle” bağlamıyla Kürtlüğe de şamil kılabiliriz sanıyorum.
Ne var ki bu dirençli toplumsal üretimimize rağmen Kürtlüğü patolojik bir illet olarak yaşayan ağırlıkla da okur yazar bir bohem kitlemizin varlığını da inkar edemeyiz.Bu bohem gurusu kitle hususen şu sıralar, her tür faaliyetten kendini azad kılan, mağlubiyetten haz türetip sürekli şikayet lisanıyla kendini ve Kürtlüğü dervişane şekilde kırbaçlayan “miskin yürek” bir görünüm veriyor.
Kürtlüğün melankolik hali bu kesim için şu sıralarda bir “özgürleşme umudu”ndan çok bir “aura yitimi”ne denk geliyor. Öbür yandan kabul edelim ki Kürtlük melankolisi bazı durumlarda aklı iptal eden, özünde aktif nihilizmi besleyen bir adanma kültürünü de besliyor.
Aşırı politizmin bu öz-yıkımına karşı da temkinli olmak gerekebilir, Öcalan’ın sıklıkla Kürtlük melankolisinin pedagojisi niyetine carileştirilen“öl-öldür” kördüğümünün hiç kimseye fayda sağlamadığını belirtmesi de bu yüzden sanırım.
Kürtlüğün melankolik halinin arkeolojisine bakmak da bir fikir verebilir. Bu yazıda bahsedilen anlamıyla“şîn” kavramını çifte bağlamıyla ilk fark eden de, melankolizmi, Kürtlüğün modern yakıtı haline getiren de Hawar ekolüydü.
Şeyh Said isyanı dolayısıyla yerinden edilmiş, isyan bakiyesi Kürt entellektüelleri için yüksek sesle kendi üzerine düşünen bir mezar taşı kitabesi gibiydi. Nerede hata yapıldığını ortaya çıkaran bir agora ortamıyla, yazarlar isyanın neden akim kaldığını tartışırken sadece birbirlerini suçlamıyorlardı, anti kolonyal bir “gelecek ufku”nu da inşa ediyorlardı.
Şeyh Said, Ağrı ve Dersim isyanı sonrasındaki Kürt yazımı, bu dönemi mağlubiyetten dersler çıkaran bir geri dönüşüm makinesi olarak kodlarken, katledilen liderler ise ölüme yürürken genelde “masumiyetin failleri” rolüyle trajik sonu, umudun başlangıcı olarak doktrine ediyordu.
Şeyh Said’in boynuzsuz keçi, Seyyid Rıza’nın Kerbela metaforu, Alişêr’in lirik imgeleri ve Qazi Muhammed’in geleceğe ödev buyuran vasiyetnamesi, Kürtlüğün melankolik ama modern bir evrende yeniden üretilmesinin tohumuydu.
Öte yandan Seydayê Cegerxwin, Şehnama Şehidan isimli şiirinde, dizelerini şerefli mağlubiyetle, müjdeci gelecek arasında bir asma köprü niyetine kullanırken, İhsan Nuri Paşanın Ağrı dağının küllerinin içinden yazdıkları aleni bir umut deposuydu. Yine Dersim katliamının akabinde Nursi Dersimi bir psikiyatrist titizliğiyle yenilgi sendromuyla baş ederken aynı zamanda Kürt gençlerini geleceğe motive eden bir ödev ahlakı hazırlıyordu.
***
Mamafih aşağı yukarı son beş yıldır baştan aşağı yine yeniden Kürtlük melankolisine bürünmüş durumdayız. Bazılarımız ezeli mağlup olma halini kuşanıp, geleceğimize jilet atsa da çoğunluğumuz “şîn” melankolisini çifte manasıyla yaşıyor. Yani hem yas tutuyor hem de umut yeşerme rekreasyon alanları inşa ediyoruz.
Ezilenlerin tarihinin kelimenin düz anlamıyla zaten ezilmişliğin tarihi olduğunu unutmadan kendi üzerimize düşünmemiz gereken zamanlardayız.Roma imparatorluğunda işler istenildiği gibi gitmediğinde yurttaşlar bazı anlarda kutsal dağa çıkıp müşavere ediyorlardı ve sorunlu yöneticilerle muhasebe önemli bir yurttaşlık edimiydi. Keza İsrail oğulları yaşadıkları felaketten sonra soluğu toplanma çadırında alıp peygamberleri bile sorguya çekebiliyordu.
Ne var ki biz Kürtlerin böyle bir geleneği yok. Felaketlerden sonra yaptığımız en mükemmel şey birbirimizi suçlamak.Suçlamanın kendisinde geleceğe dair umut arıyoruz çoğu zaman. Suçlama halinden yas tutma haline bir türlü geçiş yapamıyoruz. Modern tarihimizde belki de ilk kez toplum olarak “yas tutamama hali”ni yaşıyoruz.
Oysa her matem, özünde asgari bir kabul gerektirir. Ve yas tutma deneyimi, asgari ölçüde yüzleşme epistemolojisini de içinde barındırır daima. Böyle olduğunda mağlubun bakışı her zaman eleştireldir, bereketlidir.
Kendi adıma daha önce yazdığım bir yazıda söylediğim gibi hiç değilse kitlesel karamsarlık ve melankoli itibariyle son beş yılda olan biteni Dersim isyanı sonrasında yaşanan fetret devrine benzetiyorum. Her fetret dönemi aynı zamanda sorumluluk hissi kenara bırakılmış bir gözetleme dönemidir. Belki de o yüzden hepimiz hususen son birkaç yıldır tevekkülden inşa ettiğimiz konformist kulelerden etrafı gözetlemekle yetiniyoruz.
Öyle ki yaşadığımız buhranı bile hala tanımlamakta zorluk çekiyoruz. Yaşadığımız şey nedir? Kürtlüğün buhranı mı yoksa Kürtlüğü modere eden ideolojilerin buhranı mı? Rojhilat ve Başur geleneksel Kürtlüğün bariz buhranıyla boğuşurken, Bakur ise çifte buhran yaşıyor, hem Kürtlüğün hem de ideolojik olanın buhranı. Eğer durum buysa ne yapacağız?
Donanımlı bir tarihçi ilerde yaşadığımız şu son çeyrek yüzyıla baktığında nasıl bir yorum yapacak acaba? Bir tarafta genel dünya soluna ilham veren bir mücadele ethosu, diğer yanda ezeli iç çelişkiler sonucu kaybedilen Kerkük ve akabinde yeniden ayak sesi duyulan uğursuz bırakujî pratiği. Bir yandan TBMM’de üçüncü büyük parti olarak temsil edilmek ama öbür yandan ulusal birlik için bir kongre bile toplamaktan aciz olmak.
Bir yandan 80 milletvekili ile tarihinde ilk kez Türkiye’deki cari iktidara ortak olma fırsatı yakalamak ama öte taraftan Kürtlerin bütün kazanımlarını yerle bir etme potansiyeli taşıyan şehir savaşlarına tiz bir sesle karşı koyamamak.
Bir taraftan doğrudan ABD başkanı ile muhatap olmak ama öte yandan hala Amerikalıların “rica”sıyla ancak kardeşine sarılabilmek. Bir tarafta Irak’ı bir arada tutmak için tutkal vazifesi görmek ama öte taraftan hala iki ayrı hanedan olarak kurumsallaşmamakta ısrar etmek. Kabul edelim ki bütün bu sancılar bir bakıma 20. Yüzyıl imalatı olan Kürtlüğün bunalımı.
Ve belli ki bu yarı modern yarı geleneksel, akordu bozulmuş Kürtlüğün yani zincirleri kopmuş Kürtlüğün miadı dolmuş durumda. Yeni bir Kürtlük tahayyülü gerekiyor bize ve bu giderek kaçınılmaz görünüyor.
Yine kabul edelim ki barış sürecinin çöküşü ile başlayan bir dizi felaket Kürtler için kelimenin tam anlamıyla şok doktrinine tekabül etti.Barış sürecinin akamete uğraması ve ardından dört parçada yaşadığımız manzaraya baktığımızda henüz ucunda ışık görmediğimiz bir tür fetret tüneline girdiğimiz açık.
Bundan çıkış için yapılan çoğu hamlenin patinajdan öteye gitmediği de ortada. Gramsci’yen manada gözümüz hiç değilse aklın kötümserliğine karşı iradenin iyimserliğini arayıp duruyor. Ne var ki son beş yıldır aklın kötümserliğine eşlik eden şey büyük oranda iradenin de karamsarlığı.
“İradenin iyimserliği” için yapılacak şey hem basit hem imkansız: “yekîtî”. Gerçek birlik der Montesquieu, tıpkı müzikteki disonansların nihai akora yönlendirmesi gibi, bize ne kadar birbirine zıtmış gibi görünürse görünsünler tüm tarafları, toplumun genel refahına yönlendiren bir ahenk birliğidir. Belki de bizden olduğu için Xani’den bakılınca imkansız görünen “birlik” mefhumuna Montesquieu üzerinden bakmak daha cazip görünebilir.
***
Ezcümle Kürtlüğün melankolisi, Kürtlerin ya da ezilmişlerin davasını katlayıp kenara koyan çileci ve nihilist bir praksisten öte bir duygulanıma tekabül eder. Diğer bir ifadeyle Kürtlük davasının güçten ve gündemden düştüğü sıra dışı zamanlarda bu mefkurenin yasını tutup münzeviliğe karışmak değil, tam tersine ezilen Kürtlüğü yeniden baştan düşünmek, hümaniter ve özgürlükçü vaatlerini yeniden gözden geçirmektir mühim olan.
Geçen hafta şeyhleri vefat ettiğinde bunun verdiği ızdırap ve elemle Başur’daki sınır çitlerine meydan okuyan, yani ‘çıkmış can’dan aktivizm kotaran Kadiri dervişlerinin sınır tanımaz cehdinden görülebileceği üzere bazen melankoli, mücadeleyi tetikleyen devrimci bir nüve barındırır.
Kürtler aşağı yukarı Soran beyi Mirê Kor’un yenilgisinden bu yana “muzaffer yenilgi kuşağı”nın içinde bir ileri bir geri debelenip duruyor. Bu pratik sadece Kürtlerin kaderi değil elbette. Kolonyalizm tarihi bize sarahatten gösteriyor ki, ezilen bir halkın tarihsel özneye dönüşme süreci aynı zamanda muzaffer yenilgilerin tozu dumanının içinden geçiyor.
Marx’la başladık onunla bitirmek evladır. “Sosyal devrim, şiirini geçmişten değil, gelecekten alabilir” demişti bir keresinde. Marx’ın bahsettiği şiirin hakkını veren kişi Şeyh Said isyanı sırasında idam edilen Dr. Fuad’tan başkası değil. Ölüm koridorundayken söylediği şiir, Kürtlüğün düalist melankolisinin en parlak imgesidir hala: “Şevek tarî ya hebû ya tunebû nîv/ deşt di xew da çiya digrî, hîlal bû hîv”