Hepimiz bugünlerde kendimizi Helîm Yûsif’in Tirsa Bêdiran romanındaki Musa gibi hissediyoruz. Hassaten şimdilerde kalbimizin attığı Qamişlo’lu bir Kürt genciydi Musa, bıçkın bir tarih öğretmeniydi. İki nihai hedefi vardı; bir tarafında Leyla’sına kavuşmayı arzuluyordu; öbür tarafta ise Leyla’sına giden yollara türlü mayınlar döşeyen Sykes ve Picot ile hesaplaşmayı tasarlıyordu. Şüphe yok ki bugünlerde hepimiz biraz Qamişlo’lu Musa’yız; biz de ezeli Leyla’mıza göz kırpıyoruz, biz de Sykes-Picot’un kafasını patlatmak istiyoruz. Öyle ya Esad kaçtı, Amude sinemasında acımasızca yakılan 283 küçücük çocuğumuzun katilleri yerle yeksan oldu. Tarihin hızlandığı günler yaşıyoruz, İbni Haldun’un İslamın kalplerinden biri olarak gördüğü Şam düştü, Peki ama neler oluyor?
Öncelikle Colani’nin Şam’a yürüyüşünün sadece bizim açımızdan değil, Ortadoğu’nun bütün kesimleri açısından yeni bir ana denk düştüğünü teslim etmemiz gerekiyor. Şimdilerde ikinci Abdunnasır olarak taltif edilen Colani’nin eline Şam’ı gösteren haritayı tutuşturan hegemonik gücün İngiltere olması durumu daha da vahim kılıyor. Siyaseti bir satranç oyunu gibi düşünürsek, İngiltere’nin “piyon’dan vezir yaratma” ustası olduğunu öteden beri biliyoruz. İngilizlerin kolonyal deneyimlerinden aşinayız, İngiliz siyaseti muarızlarına sorumluluk yükleyerek ehlileştirir. Sömürge Hindistan’ın tarihi, bir yerde “düşmandan dost yaratma”nın da veciz tarihidir. Bu sebeple eğer bir bölgeye İngiliz siyasetinin eli değmişse bir anda altın bakıra, bakır da altına dönüşebilir. Falih Rıfkı, Cemal Paşanın yaveri olarak Şam diyarlarında bulunduğu esnada “Müslümanlık aleminde İngiliz korkusu, Allah korkusunun yerini tutmuştur” diyordu. O zaman da haksız değildi, şimdi de.
Peki ama Colani’ye Şam’ın altın tepside sunulması ne anlama geliyor? Peşinen altını çizmemiz gerekir ki, Sykes-Picot nizamı artık eprimiş bir kağıttan ibaret. Her ne kadar İngiliz politikası, çökmekte olan Sykes-Picot düzeninin çöküşünü geciktirmek veya bu nizamı restore etmek için düğmeye bassa da artık post Sykes-Picot dönemlerindeyiz. Bunun birkaç sonucunun birden olacağı ise tartışma götürmez. Bir kere yeni İttihatçılar, yüzyıl önce terk ettikleri topraklara yeniden ayak bastılar. İngiltere’nin gözetiminde olsa bile Cemal paşanın ardıllarının biladı Şam’a geri dönüşü şüphesiz önemli bir eşik. Bir soru: ne oldu da yüz yıl önce savaş cephelerinde birbirlerine silah çeken İngilizler ile İttihatçıların torunları bir araya geldi? Onları Şam seferinde bir araya getiren kolonyal ülkü nedir? İngilizlerin kolonyal siyaseti, yeni Osmanlıcı elit ile nasıl bir gelecek tasarlıyor?
Colani’nin sürücüsü olduğu araba metaforu sembolik önemde bir olaydı. Şüphe yok ki, Colani, altındaki koltuk İngiliz yapımı olsa bile, yeni Osmanlıcıların Şam valisi hükmünde an itibariyle. Ancak en az yüz yüz yıllık siyasi kanondur, elinde silah olan ve üstelik kariyerinde bir fetih olan, muzaffer bir İslamcı komutanı kimse sevmez. O sebeple ona Şam zaferini hediye edenler, ilk fırsatta ondan kurtulacaklardır muhtemelen. Bu ayrı ama şu da bir gerçek ki Ziya Gökalp’çi Misakı Milli tasavvuru ilk büyük hamlesini yapmış bulunuyor. Musul’dan Bağdat’a nerede bir Türk ya da Kürt köyü varsa milli misakın sınırı orasıdır diyordu bir keresinde.
Öbür yandan yeni Osmanlıcıların, Kemalizmin “yurtta sulh, cihanda sulh” felsefesini askıya aldıkları açık. İkinci aşikar olan şey ise, yeni Osmanlıcıların/ittihatçıların İslamcılığın haki rengiyle Ortadoğu’ya dönmüş olması. Diğer bir ifadeyle “Üç Tarzı Siyaset”in İslamcılık seksiyonu Emevi camisinde namaz kılabildi. Bu az buz bir şey değil. 1904 yılında yayımlanan makalesinde Yusuf Akçura’nın İslamcılık siyasetine koyduğu şerhi hatırlamakta fayda var. Ona bakılırsa İslam(cılığ)ın menfaatinin, umum Müslümanların menfaatinin, Türklüğün menfaatleriyle tamamen uyuşması beklenemezdi. Bu menfaatlerin ters düşmesi halinde ne yapılacağı sorusu ile epey mesai harcamıştı Akçura, belli ki ahfadları da bu soruyla epey imtihan olacak gibi görünüyor. Hatta başladı bile imtihan: kimileri siyasal ganimete Pax Ottomana ambalaji yapıştırırken, bundan huylanan başka bazıları ise Pax Turcia bandrolünü vuruyor.
İngiltere destekli İslamcılığın Şam’ı fethetmesi de elbette oldukça önemli bir durum. İslamcılığın tarihinde devletin şiddet tekeline başkaldırıp, müesses nizamı karşı şiddet ile mağlup eden ikinci vakadır Colani örneği. Taliban’dan bir farkı, İslami evrenselciliğin gözetiminde ulus üstü bir organizasyona dayanması. Humeyni’den bir farkı ise kitlesel başkaldırı yerine kurucu ve meydan okuyucu bir şiddetle sonuç alması. Her ne kadar Şam yolunda oyuncak bir tabanca dahi patlatılmasa bile eli silahlı olanların Şam’ı alması, sembolik anlamı derin bir fragman. Bu manada Colani’nin Şam seferi, tükenme emareleri gösteren İslamcılık için bir vitamin hükmünde.
Ne var ki bu türden bir İslamcılığın terbiye edilmiş bir ideoloji olduğu da görülüyor. Colani’nin bedeninde gözlemlediğimiz İslamcılığın dönüşümünün yapısal olup olmadığını zaman gösterecek. Ancak yine de görünen o ki Colani’nin arkasındaki güçler, militarist İslamcılığı, şiddet teorisyeni olan Abdullah Azam ile arasına mesafe koymak şartıyla sistem içine davet etmiş durumda. Abdullah Azzam sadece ateşli bir şiddet vaizi değildi, alameti farikalarından biri Filistin’li olmasıydı. Her ağzını açtığında İran’a ve proxylerine ateş püsküren Colani’nin, Golan bölgesinden olmasına rağmen İsrail-Filistin meselesinde tek kelime etmemesi de gösteriyor ki; bu tip hareketlerin bir özelliği ilkeleri belirlenmiş siyasal bir program yerine politik pragmatizmi esas almaları. Belli ki ona Şam’ı pamuk şekeri niyetine sunanlar Filistin meselesini unutmasını, eğer illa didişecek birilerini arayacaksa Şii ve Kürtlerle didişmesini salık vermişe benziyor. Çok değil yaklaşık otuz yıl önce Huntington, yakın gelecekte dünya siyasetine yön verecek amilin medeniyetler çatışması olduğunu savlıyordu. Peki ama ne oldu da “medeniyetler çatışması” tezini pompalayanlar bir anda çatışmanın öbür ucundaki en haşin kişilikler ile iş tutma noktasına geldi? Bu soruya verilecek yanıt önümüzdeki sürecin ruhunu da belirleyecek görünüyor.
Öte taraftan İslamcılığın teorisyenlerinden olan Reşit Rıza’nın fikirleri Şam’da fiilden kuvveye geçmek üzere. Menar dergisinde yazıklarına bakılırsa Müslüman ulusların, İslamcı ulus devletler rengine bürünmesi çare olabilirdi. Şimdilerde Suriye kabuk değiştiriyor, Suriye Arap Cumhuriyeti, Suriye İslam Cumhuriyetine dönüşüyor. Seküler tonları baskın Arap milliyetçiliği ile İslamcı tonları bariz Arap milliyetçiliği yer değiştirdi. Ancak Arap milliyetçiliğinin muhtevası değişiyor, sınır üstü bir organizasyona dönüşüyor, ideoloji ihracatçısı kabiliyeti edinip, fetihçi bir haleye bürünüyor. 1931 tarihli Kudüs Panislam Kongresinden bu yana Arap milliyetçiliği belki de ilk kez tam teşekküllü İslamcılık formatıyla iktidar sahnesine çıkmış bulunuyor.
Eğer Suriye deneyiminde, İslamcı ulus devlet anlayışı kurumsallaşırsa, domino etkisiyle Ürdün’den, Endonezya’ya kadar geniş bir coğrafyada İslamcılık rüzgarları esebilir görünüyor. Zira İslamcılık Afganistan’dan sonra ikinci kez cepheden başkentte yürüdü. Afgan İslamcılığı bir yere kadar yereldi, gelenekçi tonları baskındı, modernlikle mesafeli ve yurt savunusu ile kısıtlıydı. Colani İslamcılığı ise ulus üstü mesajları olan, araçsal modernliğe açık ve pragmatik olmayı bilen bir siyasi kipi ön plana çıkarıyor. Şam’ın düşmesi ile İslamcılığın, namlunun ucunda yeniden keşfettiği iktidar arzusu, iletilebilir bir şey ve bundan bütün bölge öyle ya da böyle etkilenecektir. Tıpkı Seyyid Kutup gibi Bin Ladin de “cihattan başka seçeneğimiz yok” diyordu, ancak Colani buna şerh koymuş görünüyor ve siyaseti bir seçenek olarak seçmiş görünüyor. Burada bir soru daha: medeniyetler çatışması tezini vazeden kesimler neden bir ölçüde şiddetten uzak duran Müslüman Kardeşleri tasfiye etti de onun yerine cephe savaşından gelen eli silah tutan İslamcılarla iş tuttu? İslamcının neden eli silahlı olanı makbul görülüyor acaba?
Fakat İslamcı yeni gözde liderlerin esas sınavı Batı ile olduğu kadar İsrail ile olacakmış gibi görünüyor. Kudüs’ün dibinde İslamcı ulus devlet fikri ilgi çekici bir deneyim olacak. Arap Milliyetçiliğinin tarihi, ezilenlerin tarihsel geleneğinden bir miktar sapma gösterebilmişti, sözgelimi Raşit Ali gibi milliyetçi figürlerin açık bir şekilde Nazi yandaşı olması bu bağlamda özellikle dikkat çekicidir. Öte yandan Müslüman Arap sağının organikçi toplumsal temsil biçimleri, iktisaden korporatist vurguları ve çoğulculuğa ve kendisinden olmayana olan kesin reddiyeci tavrı onu örgütsel faşizm kodlarına yaklaştırıyor. Colani’nin 2015 yılında El Cezire’ye verdiği söyleşide Hristiyanlara, Alevilere olan hiddetli karşıtlığı tam da bu resmi ele veren bir söylem biçimine göz kırpıyor. Buna bir de Yeni Osmanlıcıların alemi nizamcı paradigmasını eklemek gerekiyor. Öyle ya, Falih Rıfkı her canı sıkıldığında Cemal Paşanın, Yahudi nüfusu tehcirle veya kitlesel katliamla tehdit ettiğini yazıyordu anılarında. Onun seleflerinin bunu yapmayacaklarının garantisi var mı? Öyle ya da böyle İsrailoğulları, bir kez daha Cemal paşanın nefesini enselerinde hissedecek.
Colani’nin sınıfsal geçmişi de bize bir veri sunuyor. Bilindiği üzere 11 Eylül saldırısını yapan 19 Arap gencinin hemen tümü varlıklı, üst sınıflardan insanlardandı. Colani’nin çocukluğu ve gençliği de tıpkı selefleri gibi kaymak tabakasının içinde geçmişti ve onu politize eden sürecin 11 Eylül süreci olması ayrıca dikkat çekici. Örgütsel sosyolojisine baktığımızda HTŞ’yi motive eden şey yoksulların kurşuna kafa atan haklı öfkesi değil, yani örgütün ezilen sınıflar bağlamıyla bir temeli yok. Kimi yer ve zamanlarda İslamcılık, yoksulların sınıfsal öfkesini yakıt olarak kullansa da burada karşımıza çıkan şey bir sınıfsal öfke değil, bir efendi arayışı. Örgütün yüzde kırklara varan yabancı savaşçılarının bir kısmı ve bu arada Kürt devşirilenlerin sınıfsal ezilmişlikleri söz konusu olabilir. Ancak örgütü realize ve mobilize eden şey öyle görünüyor ki orta sınıfların statü arayışı ve Nietzsche’ci anlamdaki güç istenci. Bu sebeple başvurdukları şiddet proleter bir şiddet değil, sömürgecilik karşıtı, ulusal kurtuluşçu şiddet hiç değil. İslamcı şiddet, ezilmiş Müslüman kesimlerin öfkesini provake eder, onu bir fıkıh şiddeti derekesine indirgeyip, orta sınıfların yakıtı haline getirir. Devletin şiddet tekeline karşı örgütlediği şiddeti, “yeni bir toplumun ebesi” olarak değil, “yeni bir iktidarın ebesi” olarak işlevselleştirir. Arap orta sınıflarının yeni statü ve temsil arayışlarının, İngiliz kolonyal siyasetleri ile buluşması elbette yeni bir şey değil. İngiliz kolonyal siyasetinin geleneksel iştirakidir, Arap orta sınıf temsilleri veya askeri subay kadroları.
Yeni olan şey, İngiliz kolonyal siyasetinin darbeci subaylardan umudunu kesmesi ve çevreden merkeze yürüyen eli silahlı, maceracı, siyasal programı bile olmayan İslamcılarla iş tutması. Bu tasarımın elbette makro ve kompakt bir karşılığı da var: Arapların ezilen kesimlerinin haklı taleplerinin bir kez daha bastırılması, İsrail’in güvenliğinin temin edilmesi, İran’ın tecrit edilmesi, Türkiye’nin Ortadoğuya yeniden girişine meşruluk kazandırılması ve Kürtlerin kaderleriyle bir kez daha baş başa bırakılması. Ayrıca İngilizler böylelikle bir kez daha kapitalizmi militarizmin kodlarıyla buluşturdu, kurumsal çöküş emareleri gösteren neo-liberal paradigmayı savaş politikalarıyla tahkim etti, yeşil kuşak projesini güncelleyerek radikal unsurları bu projenin merkezine yerleştirdi.
Kürtler açısından düşündüğümüzde ise bütün bu değişim anaforunda işimizin pek de basit olduğunu ileri sürecek halimiz yok. Gönül isterdi ki Sykes-Picot anlaşma metnini kağıttan uçurma yapıp havada gezdirelim, ancak durum çocukça hayallerimizi kaldıramayacak kadar ciddi. Öncelikle Ortadoğu’daki müesses nizamı çatlatan değişimin başlıca motorunun Kürt mücadelesi olduğunun altını çizmekte fayda var. Eğer Kürt mücadelesi olmasaydı, bu coğrafyada değişimden bahsetmenin Godot’yu beklemek manasına geldiğini bilenler bilir.
İyi tarafından bakarsak, biz de roman kahramanı Musa’nın şahit olduğu gibi heykel kıran süreçlere şahitlik ettiğimiz için kendimizi şanslı sayabiliriz. Avucumuzu gözümüzün üzerine yerleştirip ufkun daha uzak derinliklerine baktığımızda ise ufuk çizgisinde daha iyi şeyler de bizi bekliyor olabilir. Sözgelimi Sykes-Picot nizamı yırtıldığına göre sırada neden Kasrı Şirin olmasın ki!
Ancak öte yandan bizim açımızdan dünyanın hiç de toz pembe görünmediği de ortada. Tıpkı büyük ustamız Xani’nin dediği gibi Acem ile Rom’ların her kıpırdadığında yurdumuzun kan gölüne döndüğünü görüyoruz. Suriye Arap cumhuriyetinin, Suriye İslam cumhuriyetine evrildiği şu süreçlerde, yakın geçmişte Humeyni ile düştüğümüz hatalara düşmemek çok önemli. En az bunun kadar önemli olan husus ise Suriye’de olan biteni doğru kavrayıp, tarihin doğru tarafında konum almak.
Burada İngilizler için bir parantez açmamız gerekebilir. Kürtlerin tarih boyunca İngilizlerle yıldızının hiç barışmaması herhalde tesadüf olmasa gerek. Kürtler ile İngilizlerin tarihi belirleyen şey büyük oranda kolonyalizm mefkuresidir. Biz Kürtler, İngilizlerin görünmeyen sömürgesiyiz, daha doğrusu İngilizlerin ikinci el sömürgesiyiz. İngiliz politikası 1833 yılından bu yana, Tanzimat süreçleriyle, II. Mahmut ve Abdülmecit’e enforme ettikleriyle, Osmanlının Kürt politikasının hem şerikidir hem fikir babasıdır. O sebeple Şeyh Mahmud ile kısa süren flörtöz dönemi saymazsak İngiliz siyaseti ne zaman Ortadoğu coğrafyasını dizayn etmeye girişmişse, Kürtlerin payına kan ve gözyaşı düşmüştür.
Bunula birlikte Suriye’de gördüğümüz kolonyal tasarım, daha evvel deneyimlediğimiz bir tasarım. Mısır’ın kolonyal süreçleri tarihinden bildiğimiz Cromer bir keresinde “biz Mısır’ı değil, Mısır’ı yönetenleri yönetiriz” diyordu. Bu kolonyal ilkenin Suriye meselesinde geri döndüğünü görüyoruz. Suriye’yi yönetenleri yönetenlere bakılırsa yeni rejimin mottosu tek dil, tek bayrak, tek vatan olacak gibi görünüyor. Eğer bu olacaksa bir tür rejim ihracından bahsedebiliriz. Zira bahsedilen tasarım, “Yeni Türkiye” tasarımı. Bu durumda “Yeni Suriye”, “Yeni Türkiye’”nin uydusu olacak gibi görünüyor. Eski ezberlerimize geri dönmenin anlamı yok, zira bu tip rejimde bildiğimiz manada Kürt inkarı yok. Yani Kürtler sosyolojik bir entite olarak kabul görüyor, siyasi ve hukuki bir özne olarak değil. Böyle olduğu sürece Kürt denilen entite, tanımlayan değil, tanımlanan; eyleyen değil eylenilen; kendini yöneten değil, yönetilen bir siyasal öncesi grup olarak ele alınıyor.
“Yeni Türkiye” böylelikle sadece Suriye’ye rejim ihraç etmiyor, Kürt politikasını da ihraç ediyor. İngiltere yüzyıl önce Kürt coğrafyasına baktığında Kürtleri halk olarak değil kabile olarak görüyordu; şimdilerde ise bir kabile değil, sosyoloji olarak görüyor. Sadece İngilizler değil, İslamcılık da Kürtlere bakınca, orada müstakil bir halk değil, “güdülesi” bir sosyoloji görüyor. O sebeple İngiltere ile İslamcılık fikriyatının Kürt politikası kesişiyor.
Peki ama yeni Ortadoğu nizamı anti Kürt kodlarını yeniden güncellerken ne yapmalıyız? Bu soruya vereceğimiz cevap bizim kaderimizi şekillendirecek gibi görünüyor. En azından roman karakteri Qamişo’lu Musa gibi davranıp, tarih kitaplarımızı üst üstte yığıp yakmamızın bugün bir anlamı yok. Tersine belki de daha çok tarih kitaplarına gömülmeliyiz. Tekerrür söz konusu olduğunda, aynı hataları yapmamak için Tarih hala en iyi öğretmendir.