Fırat Aydınkaya: Türk Entelektüellerini Ne Yapacağız?

Yazarlar

Müslüm Yücel’in vesile olduğu “Türk Entelektüelleri”[1] tartışması pek çok açıdan önemli. Yazıya gelen tepkilerin baskın karakteri, bizzat yazının muhtevasını doğruladığı için tekrarına girmek istemem. Fakat yazının bıraktığı yerden bu tartışmanın sürdürülmesi gerektiğine inanmaktayım. Zira mesele oldukça mühim bir eşiğe gelip dayanmış durumda, yani “kültürün de-kolonizasyonu” meselesine. Peki ama neden mühim? Şundan: bilinir ki, modern (ulus) devletin temel fonksiyonu, yasama, yürütme, yargıdan oluşur. Fakat kolonyal devlet söz konusu olduğunda buna bir ilave yapmamız kaçınılmaz: “kültür”. Nitekim bu mesele o kadar önemli bir konu ki, bir seferinde Fanon, “yerli, batı kültürü hakkında bir söylev duyduğunda bıçağının uzanabileceği bir yerde olduğundan emin olur” deme ihtiyacını bile hissetmişti.[2]

O halde Türk entelektüelizminin yapısökümü, kültürel de-kolonizasyon için olmazsa olmaz kabilinden bir ihtiyaç. Bunu tartışırken ister istemez iki kanaldan hareket etmek gerekiyor. Birincisi edebiyatın, kolonyalizm ile ilişkisi. İkincisi iktidarın bilgi üretme süreçleriyle bağlantılı olarak entelektüel ile devletin organik ilişkisi.

Edebiyatın, edebi metinlerin sömürge iktidarlarıyla ilişkisi her zaman dikkat çekici bir mesele olmuştur. Bir keresinde Charles Moran, romanın batı toplumunun fetihçi burjuvazisinin bir parçası olduğunu belirterek, romanın fetihlere eşlik ettiğini söylüyordu.[3] Nitekim İngiliz romanının, Robinson Crusoe ile yeni bir dünya kurmak peşinde koşturan bir yayılma ahlakı ile başladığı konusunda yaygın bir mutabakat var. Öyle ki Eagleton bile Conrad ile ilgili yazdığı pasajlarda bu yorumu destekleyen tespitlerde bulunur.[4] Roman ile sömürgecilik arasındaki illiyet tartışmasına Said de dahil olur ve en geniş anlamıyla kültürel bir yapı olarak roman ile emperyalizmin birbiri olmadan düşünülemeyeceği kanısına varır.[5] Özetle tarihi kendine mal etmek, yeni bir toplum yaratmak, geçmişi millileştirmek, geleceği bir halkın lehine ipotek altına almak ve nihayet toplumu anlatılaştırmak için edebiyat özellikle de roman hayli işlevsel bir türdür.

İkinci tartışacağımız şey ise görece daha basit. Egemen ulusun entelektüelleri nasıl olur da devlet dediğimiz arabanın far lambaları işlevini görür? “Bilgi güçtür” deyip bu tartışmayı tez elden kestirip atmak mümkün. Fakat bu tartışma birkaç cümle daha kurmayı hak ediyor. Egemen halkın okumuşları için yazmak, bağlanmaktır. Daha fazla yazmak, daha çok bağlanmaktır. Bu sebeple iktidarın metafiziğidir, egemen ulusun okumuşları. Yazarak kendini iktidara bağlar, iktidarı da kendine bağlar. Böylelikle modern devletin ruhban sınıfı haline gelir.

***

Şerif Mardin, Abdülhamit’in keyfi yönetiminin ve jurnalcilik sisteminin aydınlar arasında bir tür kolektif nevroz yarattığından bahseder.[6] Türk münevverlerinin neredeyse başlangıç noktasının Türk Dil Kurumunun tabiriyle “sinirsel” olarak tanımlanan nevrotik bozukluk, kaygı, olumsuzluk, karamsarlık, huzursuzluk, depresif ruh hali ve kendinden şüphe duymaya neden olan duygu durum bozukluğu olarak betimlenmesi şüphesiz yapacağımız tartışma açısından hayli anlamlı. Yine Mardin’e göre, Jön Türk münevverlerinin en derin özlemlerinin hürriyet olmuş olduğu doğru değildi, onların en derin isteği devletin parçalanmasını durdurmaktı. Diğer bir ifadeyle devleti kurtarma ülküsü onların varlık nedeni ve koşuluydu. Bu amaçla da İttihat ve Terakki Cemiyetinin tüzüğünde halkı aydınlatmak birinci derecede gayeydi.[7] Peki ama kim halkı aydınlatacaktı? Bu sorunun cevabı mühim, elbette aydınlar, entelektüeller, okumuşlar.

Cumhuriyet idaresine geldiğimizde ise benzer bir vazife tensibinin cumhuriyet elitinin en önde gelenlerinden biri olan Kazım Karabekir’in yapması şayanı dikkattir. Şöyle diyordu Dersim-Erzincan dağlarında: Avrupalılar… müstemlekelerinde …bir avuç askerle milyonları idare ediyorlar. Avrupalılar müstemleke halkını avutuyor ve uyutuyor. Biz ise milletimizin geri kalmış bir parçası olan bu halkı uyandıracağız ve Türk camiasıyla birleştireceğiz.[8] Peki ama kim bu halkı uyandıracak ve Türk camiasıyla birleştirecek? Bu sorunun cevabı da bir öncekiyle aynı, elbette aydınlar, entelektüeller. Ama bir farkla. Osmanlının son yüzyılında entelektüeller devleti kurtarmanın peşindeyken, cumhuriyetin ilk yüz yılında (kolonyal) devleti kurmanın peşindeydi.

Şu halde geldiğimiz yer ikili anlamıyla kültürel kolonizasyonun hinterlandı. Edebiyat özellikle de roman ve şiir sahaya sürülecek. Bu da yetmeyecek ülkenin okumuş elitleri kurşun asker misali gazete sütunlarında sipere yatacaktı. Eğer durum buysa bu durumda konuşacağımız şey aslında bir devlet aparatı. Biz Türk aydınlarını konuştuğumuzda ister istemez devletin kalem yüzünü, bürokrasinin müştemilatını konuşmuş oluyoruz.  Osmanlının son yüzyılında Türk aydınları tercüme odalarının imalatıydı belki ama genç cumhuriyet onları tercüme odasından alıp, misyoner odalarının emrine verdi.

***

Bu girizgahtan sonra pratik olana bakabiliriz artık. Türk edebiyatının önemli kalemlerinden biridir, Abdülhak Hamit Tarhan. Hindistan mektupları ilgi çekicidir. Mektuplarından birinde Ahmet ağadan bahsediyordu, onun tabiriyle bu ağa “Çemişgezekli bir evvel zaman adamıydı” ve bu ağa onun sadık uşağıydı.  Tarhan’ı şüphesiz bireysel uşaklık kesmiyordu, bir halkın uşak olmasının yordamını da gösteriyordu mektuplarında. İngiliz kolonyal idaresinin meziyetlerini, Hintlilerin kölelik statüsünün faydalarını sayıyordu, bağlı çalıştığı devletine.

Falih Rıfkı Atay ise nevi şahsına münhasır olanlardandı, Mustafa Kemal’in hamili yakiniydi, yazarlarının başıydı. Arap coğrafyasına gönderilme hikayesi bir parça Conrad’ın Kurtz’ünü hatırlatıyordu. Cevvaldi, ama realistti. Türk ırkının kanının Arap çöllerinde heba edilmesinden muzdaripti. Elinden gelse Arapların kendisine tapmasını isteyecekti Kurtz karakteri misali. Istırap duyduğu konu ise ne Arap-Kürt diyarlarını sömürgeleştirebilmişlerdi ne de vatan yapabilmişlerdi. En büyük üzüntüsü çok daha öğreticiydi: imparatorlukların sanatı, sömürge ve milliyet işlemekti. Bağlı bulunduğu milliyetçilik bunu bihakkın yapamıyordu, bu sebeple müteessirdi. Nadiren Kürtlerden bahsediyordu, bahsettiğinde ise uysal ama ruhu vahşi bir ırktan bahseder gibi bahsediyordu.[9]

Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarının yazılımını güncelleyen mevkute şüphe yok ki Hakimiyet-i Milliye gazetesiydi. Mustafa Kemal liderliğindeki yeni milliyetçi elitin sözcülüğünü yapıyordu mecmua. Gazetede Hamdullah Suphi’den, Mahmut Esat Bozkurt’a, Yakup Kadri’den Ahmet Ağaoğlu’na kadar pek çok ehli kalem yazıyordu.

Mecliste yaptığı konuşmada Hoca Mahir efendinin “..burada hepimiz Gürcü, Çerkez, Laz, Kürt, Türk toplandık, bizi birbirimize bağlayan dindir” konuşmasına en sert tepkiyi verenlerden biri, Fecri Ati edebiyat hareketinin önde gelenlerinden şair, yazar Hamdullah Suphi’ydi. Şöyle diyordu aynı zamanda Türk Ocakları başkanlığını da yapan kalem ehli: “Hevace burada tek bir millet vardır, Türk milleti, başkasını bilmiyoruz. Kendine gel”.[10] İsviçre üniversitelerinden alınmış doktora unvanlı entelektüellerden Mahmut Esat Bozkurt, öz Türk olmayanların, Türk vatanında tek bir hakkı vardır. O da hizmetçi olmaktır diyordu. Hatta fazlasını da diyordu “Şeyh Said’in Esareti” başlıklı yazısında:  “Aleme bir daha gösterdik ki, Türk, yalın bir kılınçtır…Türk davasına…her sui kasd ateş ve kan içinde boğulmaya mahkumdur”.

Vitesi arttıran ise Mustafa Kemal’e fikriyatını doktrine çevirmesini öneren ve bunun karşılığında Mustafa Kemal’den “donarız çocuk” cevabını alan Yakup Kadri olmuştu. “Kime Türk Denir” başlıklı yazısında Türk dilinin bütün dillerin kaynağı olduğunu söylüyordu ve ekliyordu: kanun nazarında Türklerle, hem-hukuk olan bu vatandaşların hiçbirini içtimai sahada kendimizle hem-hal göremeyiz. Kendi aralarında konuştukları dil bizim dilimiz değildir”. Hüküm Gecesi romanı kan isteyen yapıtlarındandı, “er geç bu memlekette kanlı bir anasır kavgasının şahidi olacağız. Bu, kaçınılması imkansız bir akıbettir diyordu”.[11]

Otuzların sonunda bu sefer Cumhuriyet gazetesi ve başyazarı beyaza bürünmüştü. Ağrı isyanının bastırılmasından sonra sıra Dersim’e gelmişti ve Yunus Nadi bu sefer beyaz kılıcı kuşanmıştı, ona göre “sorun dağlı bedevilerin medenileştirilmesi sorunu”ydu ve “yekpare Türk vatanındaki küçük bir leke” behemehal temizlenmeliydi. Gazetenin diğer bir yazarı olan Asım Us’a göre ise Kürtçenin ve Kürtlüğün temizlenmesi asli vazife olmalıydı, nitekim Kürtçe ve Kürtlüğün olmadığı bir yerde Kürt sorunundan bahsedilemezdi. Son olarak gazetenin bir başka yazarı olan Mazhar Aren, radikal bir program öneriyordu: “Desek ki okutup yazmakla -bir asırda bu ırkın vahşetini, hunharlığını, iptidaliğini ve atavik seciyesini yenebileceğiz… Fakat bu kartal yuvasında medenî adam yavrusu büyümez ki.”

Türk edebiyatının güzide yazarlarından biri de aynı zamanda CHP genel sekreterliği de yapmış olan Memduh Şevket Esendal’dı. Esendal, 1942 yılında Kürt coğrafyasına bir sömürge valisi edasıyla teftişe çıkmış ve daha sonra bunu raporlamıştı.  Diyarbakır merkezinin Kürtçe konuşmasından yakınan edebiyatçı, çarşının Kürtleşmesinden kaygı duyuyordu, çünkü çarşının Kürtleşmesi demek bölgenin Kürtleşmesi demekti. Van’a demiryolu meselesine şerh koyuyordu, zira böyle bir hata, şehri, Kürt istilasına açık hale getirecekti. İttihatçı genlerini her an cebinde taşıyan edebiyatçıya bakılırsa Kürtleri Türkleştirmek gibi meşakkatli bir işe soyunmaktansa işi kökünden çözmek daha iyi bir fikir olabilirdi. Neden bir kez daha “mübadele” butonuna basılmasındı ki.[12]

Esendal aynı zamanda Cumhuriyet döneminin önde gelen edebiyatçılarındandı. Ayaşlı ve Kiracıları romanı önemli romanların arasında sayılmaktadır. Roman konusu da biz Kürtleri yakinen ilgilendirir. Yeni yapılmış bir apartmanın sahibi ile dokuz odasındaki kiracıları roman konusu yapmıştı yazar. Edebiyat diskurunda apartmanın bizzat devleti sembolize ettiği, kiracılarının ise vatandaşlarını imlediği bilinir. Şayanı dikkat babından kiracıların arasında Kürt yoktur, Kürt kiracı dahi değildir. Zira kiracılık bir hukuk gerektirir, kiracıyı ev sahibi karşısında koruyan bir kira akti vardır. Daha ilk sayfada, kiracı karakterlerle bizi tanıştırmadan bile önce “soluk benizli, arık bir hizmetçi kız”dan bahseder. Devamında bu hizmetçi “soluk, hasta, bitkin, ayakları topal bir at” biçiminde tasvir edilir. Hizmetçi kız, kimi kimsesi olmayan “Halide” isminde “Ezirgan”lı bir Kürt olarak romana layık görülür. Hizmetçiydi, Kürt’tü. Irkı da böyle olmalı demeye getiriyordu.[13]

Halide Edip Adıvar da önemli bir yazardı şüphesiz ve Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının yapıtaşlarından biri de onun yazdığı eserler teşkil eder. Başta ABD mandacılığı teklifi olmak üzere bazı politik konularda Kemalist elitlerle sürtüşmeler yaşadıysa da Kürtlere yaklaşım konusunda benzer yaklaşımlara sahipti. Kürt politikasını ele veren yapıtı, Zeyno’nun Oğlu isimli eseriydi. Karakterlerinin Kürtlere yaklaşımları çoğu zaman Kipling’in beyaz cümlelerini andırıyordu. Sözgelimi, Diyarbakır bir kahramanının gözünde “çöl”ü sembolize ediyordu. Başka bir yerde kahramanı “Diyarbakır’a medeniyet götüren müteceddit ruhlu bir kadın olarak, köhne ve örümcekli düşünceleri kaldıracak”tı, “Diyarbakır’a balo gibi medeniyetin en yüksek nimetini götürecekti”. “Bir gramofonla bütün Diyarbekir’i asrileştirecekti”. Kürt Haso çocuğun annesi “olgun ve renkli güzelliğiyle zabitan arasında Kürt Şeftalisi” olarak tasvir ediliyordu. Kürtçe dili yazara göre “galgala”dan ibaretti, Türkçe ise zarif ve yumuşak sesli bir dildi.[14]

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu yazarı da farklı değildi. Atatürk’ün bulduğu Türk hakikatinden bahseden Peyami Safa’ya göre Osmanlı olmağı bile red eden Türk milliyetçiliği yüzde yüz Türk’tür ve onu kendi kendisi olmaktan men edebilecek her düşünceye, her harekete karşı milli bir mukavemetle dimdik tutan şey de yalnız buydu.[15]

Yahya Kemal bütün bu süreçlere dizeleriyle harç dökmüş yetkin bir şairdi. “Toprağın bir rengi, bir milliyeti vardır” diyordu bir keresinde ve devam ediyordu “Fransa toprağı Fransız, Almanya toprağı Alman olduğu gibi, Türkiye toprağı da Türktür”. Dilin birliğine hassaten alakadar olan şaire göre “Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını/ görüyor varlığının bir yere toplandığının”. “Türk İstanbul” tanımını literatüre sokan şaire bakılırsa şehir başka tür parlıyordu: “Sizlersiniz, bu anı ışıklarla Türk eden” diyordu.[16] Son olarak Cahit Tanyol’un aktardığına bakılırsa İstanbul işgal altındayken Beyoğlu’nda bir gün Süleyman Nazif, Yahya Kemal’e rastlar, bir yere çeker, Yahya Kemal’i ve ona; “Kürt Teali Cemiyeti” diye bir dernek kuruldu, gel ona üye olalım. Şimdi Türk’üz demek yasak ya, belki Kürt olduğumuzu söylersek, vatanı kurtarabiliriz” der. Yahya Kemal bu önerisine gülüp geçmişti.[17] Kürt görünmek belki de ona gülünç gelmişti, kimbilir.

Türk milliyetçiliğinin sütunlarına çimento dökmüş edebiyatçılardan bir diğeri ise Necip Fazıl’dı. Fazıl, asimilasyoncu milliyetçiliğini bir imge üzerinden açık etmişti. “Büyük Doğuya Doğru” mecmuasına yazdığı yazıda Tavus kuşundan bahsetmişti.[18] Türk olmayı belli bir inanış, bağlanış, belli bir iman, bir mukaddesat ve lisan birliği olarak tarif eden yazara bakılırsa, Türk milliyetçiliğini “tavus kuşu” sembolize ediyordu.  İsterse karga, isterse devekuşu yumurtasından çıkmış olsun, neticede bütün şartlarıyla tavus kuşu olabilen her varlık, tavus kuşunun bütün haklarına malikti. Yumurta gibi görüyordu Kürtleri, ama kümesi değiştirilmesi şartıyla.

Müzmin Kürt karşıtı aydınlardan Nihal Atsız hemen her daim kesin çözüm jargonunun içinden konuşuyordu: “Kürtler mevcut nisbetteki akıllarını başlarına devşirmeyerek yabancı kışkırtılara oyuncak olmakta devam ve kürt devleti hayali ardında koşarlarsa nasipleri yeryüzünden kazınmak olacaktır.”[19] Devam eder Atsız bir başka yazısında: Ya Türklük içinde erir, Türklüğü kabullenirsiniz yahut yok edilirsiniz. Ağa babanız Şeyh Said 1924’te din perdesi altında, bağımsız Kürdistan hayaliyle ayaklanmış ve İngilizlerden yardım görmüştü. Sonu malûm. İsterseniz siz de Moskoflardan yardım alarak bir deneme yapar, sonuçlarına katlanırsınız”[20] diyordu.

Başkaca pek çok edebiyat yazarının veya Türk entelektüelinin anti Kürt müktesebatını örnek vermek mümkün, ancak bu kadar yeter sanıyorum. Son olarak yakın zamanda ölen Türk yazarlardan Ferit Edgü’nün Hakkari özelinde kurguladığı beyaz halüsinasyonların Selim Temo[21] ve Serdar Şengül[22] tarafından bihakkın yapısöküme uğratıldığına da eklemek gerekir.

***

Burada soluklanıp söz konusu yazıya gelen Türk entelektüellerinin savunusuna dair de birkaç kelam etmek gerekebilir. Aksi durumda bu yazı tek kanatlı olacaktır. Hamiyet sahibi kimi Kürt dostlarına bakılırsa Türk entelektüellerine haksızlık yapılıyordu. Zira Nazım Hikmet gibi, Sebahattin Ali gibi sosyalizm mücadelesi verenler, bunun bedelini fazlasıyla ödemişlerdi. Doğru elhak bedel ödediler, ama Kürt davası için değil, sosyalist bir dava için bedel ödediler. Bunca dünya tecrübesinden ve kendi halkımızın tarihinden biliyoruz ki, egemen, kapitalist bir devlet düzenini sosyalist kılan devrimlerden,  ezilen halkların payına pek de bir şey düşmez, düşmüyor. Zira sosyalist ya da kapitalist fark etmez, kolonyal devlet, kolonyal devlettir; düzeni değişse bile, sopayı tutan eller aynıdır.

Burada bir farkın altını kalın bir şekilde çizmek ayrıca mühim. Türkiye’nin siyasal sistemine sosyalist muhalefetin karşılığında ödenen bedeller ile Kürt davasını omuzlamış istisnai sayıdaki Türk entelektüellerin ödediği bedellerin aynılaştırılmaması gerekir.

Bir yazımda altını çizdiğim üzere[23] sömürge karşıtı entelektüeller ile egemen halkın entelektüellerinin kendi sistemlerine karşı sergiledikleri mücadelenin aynılaştırılmamasının önemine değinmiştim. Türk entelektüellerinin, devletlerinin siyasal düzenine karşı yürüttüğü mücadele en fazla Dostoyevski’nin yer altı kahramanı ile sembolize edilebilir. Büyük yazar yer altı kahramanı üzerinden uygarlığın ya da sistemin haksızlıklarından bitap düşmüş bir isyankarı resmeder bize. Şölenden dışlanmıştır yer altı kahramanı, kendisine sinek muamelesi yapılmasından müştekidir ve sapına kadar haklıdır.

Dostoyevski’nin şölenden dışlandığı için muhalif kimliğine bürünen yer altı kahramanı misali Türk entelektüelleri de şölenden dışlandığı için muhalif bir pozisyona geçmiş olabilir. Bu muhaliflik pozisyonu elbette kıymetlidir ama kutsal değildir bizler için, bu sebeple Türk entelektüellerinin ikonik figürlerine, Kürtlerin tapmasını kimse beklememelidir. İkincisi ise Kürtler gibi ezilen halkların gözü Yeraltından Notlar’daki yer altı kahramanından çok, yine aynı kitapta ismi geçen, Rusların mütehakkim düzenine başkaldırmış olan Kazak isyankar Stenka Razin’de olabilir ancak. Dostoyevski’nin karakterleri “ayakkabı tabanı” yapılma halini isyan gerekçesi yapıyordu. Peki ya giyecek bir ayakkabısı olmayanlar veya bacağı kesildiği için protez bacaklı ezilen çocukları?  Sonuç itibariyle serçeleri ürkütmeyi, sistem karşıtlığı olarak lanse eden kimi Türk entelektüellerinin muhalif pozisyonuna tapmayı kimse bizden beklememeli.  Kürtlerin geleceğinin anahtarını onlar elinde tutmuyor zira artık.

Bu minvalde Nurdan Gürbilek mühim çalışması Mağdurun Dili’nde, Dostoyevski’den ilhamla şölenden dışlananları kadraja almıştı örneğin. Oğuz Atay’ın bohemlikten başı dönmüş Tutunamayanlar’ını, Cemil Meriç’in Osmanlı nostaljisi peşindeki Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplanma hayali kuran yaralı bilincini, Atılgan’ın orta sınıftan mülhem can sıkıntısını ele alan kıblesiz aylaklık çalışmasını, mağdur edebiyatın göstergeleri olarak sunar. Gürbilek’in bize mağdurun anlatısı olarak sunduğu şey, esasen iktidarsız kinlerine edebiyat maskesi takan, suya vuran ezik egosunu tarif etmeyi isyan edebiyatı olarak gören sistemin horlanmış üvey çocuklarının homurdanmalarıdır en fazla. Kelimeleri fethetmek, şöhret kuşanmak ve şölenin yıldızı olmaktır tek dertleri. Mağdurun dili eğer şölenden kovulanların diliyse, yani fırsat yoksulluğu ise peki o halde ya hayatı boyunca şölen dahi görmemiş olanları, şölenden tamamen bihaber olanları yani uygarlığın veya şölenin yükünü omuzlamış halkın evlatlarını nasıl tarif edeceğiz?

Mahut yazı özelinde Kürtlere dönük sergilenen epistemik şiddet resitalleri ise hayli düşündürücüydü. Zira Kürtlerle nispeten hemhal olan kesimler dahi, makale üzerinden, Kürt okumuşlarına parmak sallayıp durdu. Ne var ki yeni nesil Kürt okumuşlarının anti kolonyal müktesebatının, bu epistemik şiddete pabuç bırakmayacaklarını görmüş olmaları da işin iyi tarafı. Kürt okumuşları, epistemik cemaatlerin ikonlarına saygı duruşunda bulunmak zorunda olmadığı gibi, onların epistemik şiddetlerine boyun uzatacak da değil. Ezilen bir halk olarak karakolun dahi, kültürün bir şubesi olduğuna çoktan vakıfız. Yanı sıra kalemin çoğu zaman kılıca yol göstermek suretiyle, ondan çok daha can alıcı pratikler sergilediğini de yaşayarak deneyimlediğimizi bilmelerinde fayda var. Hangi kalemde mürekkep, hangisinde kan olduğunu bilecek kadar tecrübe sahibi olmuş durumdayız. O sebeple bilgiyi ve bilme süreçlerini her de-kolonize etme girişimimizde havaya zıplamalarında bir mahsur yok.

Son olarak birkaç söz de bu tartışmanın sol tarafında duran veya değişik gerekçelerle mütereddit bir kombin kuşanan Kürt okumuşlarına. Bu tartışmanın sol veya sağ ile bir ilgisi yok. Bu tartışmanın kültürel tahakkümle, sömürgeciliğin keşif koluyla, kolonyal aklın edebiyatıyla/kütüphanesiyle ilgisi var. Türk entelektüellerinin yapı sökümünü yapmak, Kürtler konusundaki acınası sicillerini ortaya dökmek, Kürtleri ne sağcılaştırır, ne de solculaştırır, yüksek ihtimal zihinsel olarak özgürleşmelerine vesile olur. O sebeple bırakalım Kürt Mustafa Said’ler, Kuzeye Göç Mevsimi’ndeki karakter misali kolonyal kültüre, onları anladıkları dilden, yani kırıklarla dolu entelektüel karnelerle cevaplarını versin.  Zaten eğer Halide Edip’i, Memduh Şevket’i, Yahya Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Tanpınar’ı konuşamayacaksak, yani tarlamızı sürüp, mahsulatıyla bizi nefessiz bırakan entelektüel tohumları konuşamayacaksak, o vakit gidip İsmet Özel’in şiir cemaatinin en önünde bağdaş kurup, hazreti seyre dalmak icap eder.

Son sözü “allame bıçağını” ustaca kullanan Dostoyevski’ye bıraksak mı? Şerif Mardin’in girizgahta bahsettiğimiz “nevroz”lu entelektüel karakterlerden en iyi anlayanımızdır ne de olsa. Rus liberali demişti bir keresinde usta yazar “her şeyden önce uşaktır, çizmesini temizleyeceği birini arar hep”.[24] Hadi genelleme şehveti hatasına düşmeyelim. Ama söz konusu Kürtler olduğunda Türk entelektüelinin baskın karakteri bu değil mi?

*

[1] Literatürdeki “Entelektüel, Aydın” ayrımının farkındayım. Ama buna girmeyeceğim bu yazıda, bu konuda durduğum yeri merak edenler şu söyleşiye bakabilir:  https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-248

[2] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri,Sosyalist yayınları

 [3] Aktaran E. Said, Kültür ve Emperyalizm, s. 126, Hil yayınları

 [4] Terry Eagleton, İngiliz Romanı, İletişim Yayınları

 [5] Edward Said. Kültür ve Emperyalizm, s. 127

 [6] Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, İletişim Yayınları

 [7] Mardin, Age.

 [8] Kazım Karabekir, I. Dünya Savaşı Anıları, Yapı Kredi Yayınları 

[9] Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Pozitif Yayınevi

 [10] Bu bölümdeki gazete ve yazarları için bkz. Ahmet Asker, Emrah Yıldız, Kebikeç Dergisi, 32. Sayı, 2011

 [11] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, İletişim Yayınları

 [12] Raporunu detayı için bkz: Nizam Önen, CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal’ın Doğu Gezisi, Tarih ve Toplum Dergisi, sayı 12, Bahar 2011

 [13] Memduh Şevket Esendal, Ayaşlı ve Kiracıları, İş Bankası yayınları

 [14] Halide Edip Adıvar, Zeyno’nun Oğlu, Can Yayınları

 [15] Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, Ötüken Yayınları

 [16] Bkz. Şamil Yeşilyurt, Yahya Kemal Beyatlı’nın Şiirlerinde Milli Kimlik İnşası Olarak Mekan Algısı, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3656244

 [17] Bkz. https://www.birgun.net/makale/uc-diyarbakirli-3990

[18] https://www.gastearsivi.com/gazete/buyuk_dogu/1944-03-03/2

[19] https://huseyinnihalatsiz.com/makale/kurdler-ve-komunistler/

[20] https://huseyinnihalatsiz.com/makale/kizil-kurdlerin-yaygarasi/

[21] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/07/26/hakkaride-her-mevsim

[22] https://botantimes.com/kestiya-ferit-edgu-girava-hekkariye-u-edebiyata-li-ser-sinoren-dinyaye/

[23] https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-145

 [24] F.M. Dostoyevski, Ecinniler, İş Bankası Yayınları

İlginizi Çekebilir

Rojava’da binlerce öğrenci saldırılardan dolayı okula gidemiyor
Merdan Dirlik: Malazgirt Savaşı ve Erdoğan’ın Ahlat Konuşmasının Önemi

Öne Çıkanlar