Haftalardır ‘ha bugün, ha yarın’ olacak diye tartışılan DEM Parti – İmralı görüşmesi nihayet gerçekleşti. DEM Parti milletvekilleri Pervin Buldan ile Sırrı Süreyya Önder, dün İmralı adasına gitti ve PKK lideri Öcalan ile görüştü.
Üç saat kadar sürdüğü belirtilen görüşmenin içeriğine ilişkin bugün kısa bir açıklama yapıldı. Açıklamada Öcalan’ın, Kürt sorununa kalıcı çözüm bulmayı amaçlayan ‘’pozitif önerilerine’’ yer verildi.
Ayrıntıları medyada var ancak Öcalan, ‘’Türk-Kürt kardeşliğini yeniden güçlendirmek’’ istediğini söylüyor ve ‘’sürecin başarısı’ için de Türkiye’deki tüm siyasi çevrelerden inisiyatif almaları yapıcı davranmaları ve pozitif katkı sunmalarını talep ediyor.
MHP lideri Bahçeli ile AKP lideri Erdoğan’ın ‘’güç verdiği yeni paradigmaya, pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahip olduğunu’’ da belirten Öcalan, ‘’Devrin Türkiye ve bölge için barış, demokrasi ve kardeşlik devri’’ olduğunun altını çiziyor.
Elbette özetin de özeti diyebileceğimiz bir açıklamadan kesin sonuçlar çıkarmak veya sağlıklı öngörülerde bulunmak kolay değil.
Kolay olmadığı içindir ki Kürtler ve Türkler de sabahtan beri, ‘Öcalan aslında ne dedi’’ tartışmasını sürdürüyor. Herkes kendi beklentisi ve siyasal mevzilenmesi üzerinden Öcalan adına yapılan açıklamaları yorumlamayı sürdürüyor. Bunun da Öcalan’a özgü bir siyaset tarzı olduğunu belirtmem gerekiyor.
Tartışmalardan, medyanın ve devlet bağlantılı bindirilmiş kıtaların tavrından anladığım kadarıyla devlet bu tartışmaların sürmesinden yarar umuyor. Rojava’nın tasfiyesini temel öncelikli stratejik hedef haline getiren Türk devleti, bölgenin kaotik bu döneminde, Suriye’deki HTŞ iktidarının sağladığı fırsatlardan da istifade ederek hedefine ulaşmanın hesaplarını yapıyor. Hesaplarına uygun bir biçimde de Kürtlerin dikkatlerini Rojava’dan ‘yeni çözüm sürecine’ çekmeye çalışıyor.
Dolayısıyla adaya kimin gittiğinden ve Öcalan’ın ne dediğinden ziyade, devletin ne yapmak istediğinin üzerinde durmak gerekiyor. Devlet beklentiler yaratarak, kafaları karıştırarak Kürtleri ‘çözüm’ yolunda oyalayarak Rojava defterini -bir daha açılmamak- üzere kapatmak istiyor.
Onun bu amacı çok net bir biçimde görünüyor, dolayısıyla Kürtlerin bu tuzağa düşmemeleri gerekiyor. Kürt siyaseti, bileşenleri, yurtsever dinamikleri ve Kürt kamuoyunun da bu kritik süreçte temel önceliği Rojava olmalıdır. Kürtler hep birlikte Türk devletine, ‘’Önce Rojava’ya yönelik saldırılarını durdur, sonra oturup konuşalım’’ diyebilmelidir.
SiHA saldırısı, uçak saldırısı, çete saldırı, tank-top saldırısı altındaki dört bir yandan kuşatılmış Rojava Kürtleri kendi canlarını korumanın ve ağır bedeller sonucu elde ettikleri vatanlarını savunmanın derdine düşmüşken, ‘çözüm’ veya ‘barış’ beklentisi yaratmak en hafif deyimiyle devletinin oyununa gelmektir.
Rojava’ya düşmanlığından vazgeçmeyen Türk devletinin yeni işgal alanları yaratmak için bütün cephelerde hazırlıklarını sürdürdüğü bir zaman diliminde, Rojava’nın etrafında kenetlenmesi gereken Kürtleri, devletin manipüle ettiği bir sürecin içine çekmek açık söyleyeyim devlete hizmet etmektir.
Bakın daha dün, DEM vekillerinin İmralı’ya gittikleri saatlerde Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da, Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Antony Blinken’i arıyordu.Türk Dışişleri Bakanlığının açıklamasına göre Fidan, Blinken ile YPG’yi konuşmak için aramıştı. Açıklamada Fidan’ın, ”YPG’nin Suriye’de barınmasına izin verilmeyeceğini vurguladığı’’ belirtiliyordu.
Bliken’in görev süresi 3 hafta sonra doluyor ve Biden yönetimi giderayak Türkiye’nin Rojava’ya yeni bir işgal saldırısında bulunmasını istemiyor. Amerika izin vermiyor fakat Türkiye de zorluyor. Trump’ın koltuğuna oturacağı güne kadar da Biden yönetimini zorlayacağı, dayatmalarda bulunacağı anlaşılıyor. Trump geldiğinde bu kez onunla aynı siyaseti sürdürecektir.
Dolayısıyla bu kin, bu ırkçı nefret, bu gözü dönmüş düşmanlık bir kırılma yaşamadan, durup dururken, üstelik şaha kalkmışken bir çırpıda kardeşliğe nasıl evrilecektir?
Ayrıca Türkiye’nin uzun erimli milli konsepti de bellidir. 15 Temmuz sonrası Kürtlerle savaş sürecinde inşa edilen yeni rejime de Türkçülük egemendir ve rejim başka bir kimliğe yer vermemekte, vermek istememektedir. Bunun için gerekirse yeni bir soykırım yapmaktan da çekinmemektedir.
Erdoğan’ın başdanışmanı Uçum’un bugün yazdıkları aslında bu anlamda ibretliktir. Uçum, Öcalan’ın görüşlerinin basına açıklandığı saatlerde, ‘’Tek devlet ve tek millet Türkiye’nin tek gerçeğidir. Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni sahiplenmeleri hem hakları hem yükümlülükleridir. Beklenen Kürtlerin devletleriyle daha fazla bütünleşmesidir.’’ diye yazıyordu.
Yeni Türkiye de eskisi gibi, Yeni İttihatçılar da eskileri gibi farklı bir kimliğin yerelde bile egemenliğine, yerelde olsa bile yetki ve güç paylaşımına asla izin vermiyor. Bunu kabul etmediği gibi varlık ve yokluk sorunu olarak görüyor.
Şimdi bu zihniyet ve yaptıkları ortadayken ve Kürtlerin kazanımlarına ve varlıklarına yönelik tehdit yükseliyorken hangi çözümden, hangi kardeşlik ve hangi barıştan söz edeceğiz…?
Öte yandan evet; bu toprakların barışa, huzura, kardeşliğe, eşitliğe, özgürlüğe tarihte hiç olmadığı kadar ihtiyacı var. Ve bunun nasıl olacağına ilişkin dünya insanlığı yeterince bilgi, birikim ve deneyim de üretmiştir. Yeter ki istensin bir yol bulunur. Fakat amaç o yolu bulmak değildir; Devletin amacı Kürtleri çökertmeyi, statüsüz, geleceksiz, karanlıkta, kimliksiz ve kişiliksiz bırakmak ve böylece Türkleşmeye zorlamaktır.
Bundan vazgeçilmediği sürece onurlu, adil ve kalıcı bir barış sağlamak mümkün değildir. Türkiye Kürt çıkmazından bir çıkış yolu arıyorsa Rojava’ya düşmanlıktan vazgeçmelidir. Sonrası kolaydır…Sonrasında barış da, çözüm de Rojava’dan bir armağan olarak gelecektir…
Aksi halde açmaz derinleşecek ve herkes kaybedecektir.