Birkaç gün sonra sonbahar sona eriyor ve kış, giriş kapısında oturmuş beni bekliyor. Sonbahar ki hasat mevsimidir ve elbette benim de bolca ürünüm var! Bu sene de acı, yas, hayal kırıklıkları, hüzün ve kederler açısından oldukça verimli (!) geçti. Her gün neredeyse yeni bir ölüme uyandım ve her sabah acıyla açtığım gözlerimi, her gece yas tutarak kapatmak zorunda kaldım. Bu sene de tanıdık çok insan öldü. Önce Leyla öldü, sonra sanki herkes öldü. Herkes ölmek için sanki Leyla’nın ölmesini bekliyordu. Ya da herkesi sanki Leyla’nın dağ başlarını aydınlatan bilge ışığı yaşatıyordu. Ondan sonra çok hayat soldu ve yer- gök acı doldu…
Bu yüzden işte, bu sene ne uyumak ne de uyanmak istedim. Bu sene hep ölümden ve kendimden uzak bir yerde olmayı düşledim. Ancak olmadı. Bu hayalim de gerçekleşmedi çünkü, herkesin öldüğü yerde hayallerin gerçekleşmesi mümkün değildi. Hayal gücümü de kaybetmişim ki hayalsiz yaşanmaz, bunu biliyorum ama ben – tanrının bir cezası olsa gerek- yaşamayı sürdürüyorum….
Ama bu kış, hiç olmasa uyumak istiyorum. Bu senenin yüksek verimli hasadını kışın kapısına bırakmak, gözlerimi olaylara ve insanlara kapatmak, kış uykusuna yatan yorgun bir boz ayı, ya da dikenleri hep kendine batmış aptal bir kirpi gibi, bütün bir kışı uyuyarak geçirmek istiyorum…Yeri gelmişken; aptallığın bir zeka sorunu olduğunu sanıyordum, değilmiş. Aptallık yürek sorunuymuş, bunu da bu sene öğrendim.
Dün gece Netflix’te bir film izledim; Schlummerland (Rüyalar Ülkesi). Alis Harikalar Diyarı’ndan esinlenmiş. Yas tutan ve bu nedenle her gece rüyalar aleminde gezinen bir çocuğu anlatıyor. Film, ölen bir babanın yasını tutmayı, yas duygusuyla başa çıkmayı farklı bir bakış açısıyla ele alıyor.
Filmin kahramanı bir kız çocuğu. Adı Nemo… Nemo, yas duygusunun üstesinden gelebilmek için her gece rüyalar ülkesine gidiyor. Filmde rüyalar yaratıcı bir biçimde tasarlanmış; insana ölüm acısı karşısında dayanma gücü veriyor. Meselenin bakış açısı olduğunu öğütlüyor. Yas ve keder karşısında güçlü olmanın, kendini toparlamanın, yaraları sarmanın ve yaşama arzusuna yeniden kavuşmanın yollarına işaret ediyor.
Duygu yüklü bir film. Güçlü duyguları olan ancak onları yaşama zorluğu yaşayan insanlara duygularını yaşamalarını, bunun için bakış açılarını değiştirmelerini, travmalarıyla yüzleşmelerini salık veriyor. Filmden benim anladığım bu. Elbette başkası başka bir şey anlayabilir ama beni içine çeken ölüm acısı, yas duygusu, derin kederler ve bunlarla baş etmenin yol ve yöntemleriydi…
Annesini kaybettikten sonra babasıyla bir deniz fenerinde yaşayan Nemo, bir gece aniden babasını kaybediyor ve bıçak gibi keskin kederli bir boşluğun içine düşüyor. Nemo bunun üstesinden gelebilmek için uzun uzun uyumaya ve rüyalar aleminde dolaşmaya başlıyor. Sonunda babasıyla yeniden buluşuyor ve babası ona acının bir duygudan çok, bir süreç olduğunu ve hayatına kaldığı yerden devam etmesi gerektiğini söylüyor. Nemo, babasının sözünü tutuyor ve onun gösterdiği yoldan giderek hayatına kaldığı yerden daha bir güçlü, daha bir coşkuyla devam ediyor.
Filmi izledikten sonra son günlerde görüntüsü gözlerimin önünden gitmeyen, kanlı gözyaşları içinde evrenin karanlık boşluğuna, ‘’Babam bir kahramandır, Kürdistan’ın şehididir’’ diye seslenen, yaşlı gözlerini boynuna doladığı babasının poşisine silen o küçük çocuğu düşündüm. İran rejim güçlerince vahşice öldürülen 30 yaşındaki Piranşarlı Tahir Eziz’in, kendi küçük, kanla dolmuş yüreği dünyadan büyük oğlunu düşündüm…Tahir’in annesi mezarın başında ağıtlar yakıyor, yüzü sonbahar o çocuk, gözyaşları içinde babasının Kürdistan şehidi ve bir kahraman olduğunu haykırıyordu.
İranlılar sadece son bir haftada Rojhılat Kürdistan’da tam 42 Kürt öldürdüler. Öldürmeye de devam ediyorlar. İnsan hakları kurumları İran genelinde 500’e yakın insanın öldürüldüğünü bildiriyor ancak, Rojılat’ta ve İran’da kaç kişinin öldürüldüğü tam olarak bilinmiyor. İran’ın karanlığı Kürt çocuklarının çiçek açan ruhlarını içine çekiyor, orada ezip un ufak ediyor…
İranlılar ve Türkler iş bölümü yapmış gibi Kürtleri vuruyor. Rojhılat ve Rojava kan gölüne dönmüş durumda. Bir yandan Türkiye, diğer yandan İran vuruyor ve kara derili Kürt çocuklarının gözlerinden durmaksızın kan akıyor.
Geçenlerde Derik mezarlığında düzenlenen bir toplu cenaze törenini izledim. Türk SİHA’ları vurmuş, 11 can birden hayata veda etmişti. Onları Derik’te Şehit Xebat Derik mezarlığında toprağa veriyorlardı. Leyla orada uyuduğu için belki onu görebilirim, belki de uyandırabilirim umuduyla dayanması zor bu töreni izledim. Ancak ben Leyla’yı ararken gözlerim beni her defasında, küçük kollarıyla babasının dünyadan ağır tabutunu kucaklamaya çalışan, o mahşeri kalabalık içinde kendi yalnızlığına sarılmış ağlayan küçük bir kız çocuğuna götürdü. Omuzlarına beyaz bir tülbent atılmıştı. Kız çocuğu önce bir süre ağlıyor, sonra soluklanıyor, başını kaldırıyor, yalnızlığını etrafındakilerle paylaşıyor ve sonra yeniden babasının tabutuna sarılmaya, tabutu kucaklamaya, babasını dünyada tutmaya çalışıyordu. Çocuklar babaları ya da anneleri öldüğünde ağlasalar da ölenin birazdan geri geleceğine de inanırlarmış ve aşama aşama yas tutarlarmış.
Ben bunu bilmiyordum. Çünkü annem öldüğünde 17, babam öldüğünde 32 yaşındaydım. Sonra Leyla öldü…Leyla öldüğünde çocuk olduğumu fark ettim. Çocuklar nasıl yas tutar Leyla ile öğrendim…
Bu kış işte, öğrendiklerimi Kürt çocuklarıyla paylaşmak istiyorum. Bunun için geçmiş hayatımı bir yorgan gibi ruhuma sarmak, çocukluğuma uzanmak, gözlerimi hayata ve insanlara kapatmak, hiçbir şey hissetmeden, hiçbir şey düşünmeden uyumak, yalnızca uyumak ve rüyalar aleminde Kürt çocuklarıyla dolaşmak istiyorum…
Uyandığımda her şey geçmiş, Kürt çocukları büyümüş olsun…