‘’Sana hep, hep yeniden başlamak isterim…’’
Dağda insan en çok ve en yakıcı bir biçimde özlem sınavından geçiyor. İnsan ne yaparsa yapsın sevdiği ve özlediği insanları düşünmeden edemiyor.
Sevgi ve özlem duygusu insan içindeki bir başka güzelliktir. Yürek yüreğe yaşanan ve bizi onurlu, özgür bir yaşam yolunda kışkırtan yüreğini yüreğimize katan insanlara olan sevgimiz ve özlemimiz yücedir…
Xınere’deyim. Güneşin gün boyu cömertçe serdiği ışıklarını toplamaya, gecenin karanlığını kuşanmaya hazırlandığı akşam saatlerinin birinde, kısa aralıklarla kurduğumuz ve adını ‘manga’ koyduğumuz küçük sığınaklarımıza çekilmeden önce alanda son hazırlıklarımızı yapıyoruz.
Eğitim için kullandığımız mangada akşam yemeğinden sonra toplanacak, gecenin ömrünü uzatmak amacıyla planlamaya uygun ders yapacağız.
Karanlık çökmeden önce ben de kaç gündür ışıltısını hissedemediğim saçlarımı yıkamak için etrafımızda barikat kurmuş dağların arasından bir tebessüm gibi akan dereye gidiyorum.
Birden, ‘Leylaaa, Leylaaa’ diye bağıran bir ses duyuyorum. Şaşırıyorum. Hayal gördüğümü, sesin kafamın içinden geldiğini düşünüyorum. Bunu da yorgunluğuma veriyor, duymamaya çalışıyorum.
Ancak ses kesilmiyor. Akşam yorgunluğunu sarsan ‘’Leylaaa’ haykırışı gökyüzünde bir bayrak gibi dalgalanıyor, dağlara, taşlara, yapraklara, ağaçlara, ağaçlardan havalanan kuşlara çarpıyor, vadide patlayan bombalar gibi art arda yankılanıyor ve git gide de yakınlaşıyordu…
Nöbetçiler ileri çıkıyor, arkadaşlar ellerindeki işi gücü bırakmış, sesin geldiği yöne doğru mevzi almaya çalışıyordu. Gerçi güvendeyiz, burası bizim alan ama bir terslik yaşanıyordu. Alışık olmadığımız, bize yabancı garip şeyler oluyordu…
Saçlarımı yıkamayı yarıda bırakıyorum. Havlumu başıma sarıyor ve telaşlı, endişeli bir halde sesin geldiği yöne bakıyorum. Pratik büronun kullandığı patikadan aşağı doğru inen iki kişi görüyorum. Sırtlarında çantalar var ve biri durmadan ‘Leylaaa, Leylaaa’’ diye bağırıyor…
Şaşkınlık içinde bir ses daha duyuyorum. Bizim dış ilişkiler bürosundan Hamza heval, aşağıdaki şaşkınlığı fark etmiş olmalı ki vadiye doğru olanca gücüyle sesleniyor.
‘’Heval Leyla’nın kardeşi heval Günay gelmiş…’’
Günay gelmiş!
Öyle ya; bu gösterişli, bu kuraldışı ziyareti ondan başka kim yapabilir ki?
Hafif bir yaz rüzgarı esiyor. Arkadaşlar, tören hazırlığı için mutfak olarak kullandığımız kocaman ceviz ağacının altında toplanıyor. Bizimki bağıra bağıra geliyor ve ben de artık kendimi tutamıyor koşarak ona doğru gidiyorum.
Onu susturmak için mi, sarmak için mi bilemiyorum ama bir an önce kucaklamak istiyorum…
Çantalarını yere atıyor, sarılıyoruz. Günay’ın gözyaşları uzun saçlarımı ıslatıyor. Saçlarım ışıldamak için onun gözyaşlarını bekliyormuş meğer. Ben şairin dediği gibi, ‘kalbimi gözyaşlarımla yıkıyorum’’ ve durmadan yutkunuyorum…
Akşam için mercimek ve makarnamız var. Birlikte akşam yemeği yiyor, mangaya çekiliyoruz. Arkadaşların çoğu tanıyor Günay’ı. Gecenin ömrü bu kez kısa, çok kısa oluyor. Sohbete zaman yetmiyor.
Gece boyunca Günay’la adeta kelime oyunu oynuyoruz. Ben ona ‘heval’ diyorum, o bana ‘bacım’ diye sesleniyor. Ben her ‘heval’ dediğimde o ‘bacım’ı daha bir vurgulu, üstüne basa basa telaffuz ediyor. Bazen de ‘bacım’ı bir ateş topuna çeviriyor, alevli ve kederli bir biçimde heceliyor; ‘’Ba-cım…’’.
‘Bacım’ bazen bana ‘acım’ gibi geliyor. Günay bilinçli olarak mı yoksa farkına varamadan mı ‘b’yi yutuyor ya da bana mı öyle geliyor, anlayamıyorum. Her kelime, her duygu, her düşünce birbirine karışıyor…
‘Abi’ dememi bekliyor; ‘’Günay Abi.’’ Bunu istiyor ve her fırsatta bunu söyletmeye çalışıyor. Fakat ben diyemiyorum. Aslında diyecektim, ‘abim’ hatta ‘babam’ diyecektim, yanımda Berçem olmasaydı…
Berçem’in babası ve abisini düşman öldürmüş. Onun bazı geceleri ürpererek yerinden fırladığı anları; ‘babaaa’ ve ‘abiii’ çığlıklarını unutmam mümkün değil. Berçem yanımda yüreği yaralı genç bir heval. Onun yanında ‘abim’ ya da ‘’babam’’ diyemezdim, demedim…
Sabah erkenden yine ceviz ağacının altında ve yine nöbetçiler dışında hep birlikte kahvaltı ettik. Köylülerin verdiği yoğurttan yedik, mutfak nöbetçisi arkadaşın demlediği çaydan içtik. Kahvaltı sonrası sıra Günay’ın getirdiği çantaları açmaya gelmişti. Bizde gelenektir, bütün arkadaşlar toplanır, ziyaretçinin getirdiklerini birlikte açarız. Kimin neye ihtiyacı varsa, gönül rahatlığıyla onu alır.
Çantalar açılınca hepimiz derin bir hayal kırıklığı yaşadık. Gerçekten, böyle de olur mu dedirten bir hayal kırıklığıydı yaşadığımız. Ya bu Günay bizi ne zannediyor? Tatilde falan olduğumuzu mu düşünüyor? Almanya’dan buraya kadar getirdiği hiçbir şey bize uygun değil, hiçbiri de yaramıyor…
Bunca yükü oradan buraya kadar getirmeye ne gerek vardı ki? O çantalardan çikolata dışında alabileceğimiz bir şey yoktu! Her şey bir yana aldığı çoraplara bakan biri bizim dağlara savaşmak yerine, tenis oynamaya çıktığımızı düşünürdü. O derece alakasız bir alışveriş yapmış…
Kimse bir şey almayınca, Berivan ortada duran giysilere baktı ve ‘’Başur kadınları bu süslü püslü şeyleri sever, onlara verelim’’ dedi. Berçem, ‘verelim ama bedava vermeyelim, karşılığında yumurta alalım’’ önerisini getirdi ve öneri tartışmasız kabul edildi…
Bence o giysiler ucuza gitti. Bizim güneyli kadınlar bunlar için birkaç yumurta değil, birkaç keçi bile verebilirdi…
Daha sonra Günay’a söyledim, sıkı sıkı da tembih ettim. Bir daha bizim için bir şey alacaksa Şenge’yle birlikte alacak. Şenge de Almanya’da yaşıyor, yıllardır da buralara geliyor ve bir anne sıcaklığıyla hepimizi sarıp sarmalıyor. Şenge’nin aldığı her şey de işe yarıyor. Neye ihtiyacımız var, neye yok, en iyi Şenge biliyor…
1997’de Hakurke’de Şehit Beritan’da yoğun bir kamp dönemi geçirdik. Artık pratik için hazırlanıyoruz. Alandan ayrılma vakti yaklaşıyor ve çoşkumuz büyük, kararlılığımız güçlü. Ben Zerzan bölgesine gideceğim. Yol hazırlıkları yaptığım bir gün, bir arkadaş hastaneye yaralıların geldiğini haber verdi.
Hastaneye yaralı arkadaşları ziyarete gidiyorum. Herkesle tek tek konuşuyor, sağlık durumlarını öğrenmeye çalışıyorum. Aralarında biri var, bana çok tanıdık geliyor ama inanmakta zorlanıyorum. Afallıyorum, adeta şok geçiriyorum.
Sol ayağı yanmış, askeri pantolonu yarasına yapışmış, saçı sakalı birbirine karışmış halde yarasına pansuman yapılıyordu Azad’ın. Azad bu; bizim Azad, küçük kardeşimiz. Ne zaman büyüdü, ne zaman ve nasıl buralara kadar geldi ve şimdi ona ne olmuş böyle? Sorular birbiri ardına şimşek gibi çakıyordu beynimde.
Bir yandan da birbirimize bakıyoruz. Aramızdan yıllar, yıllara sığınmış birikmiş konuşmalar geçiyordu. Sevinç, onur, acı, hüzün ne varsa ikimizin arasında öylece duruyordu.
Sarıldık Azad’la, sımsıkı. Akşam da benim takımda ona bir yer ayarladım. O gece yanımızda kaldı. Sabaha kadar sohbet eşliğinde hasret gidermeye çalıştık.
Gecenin ömrü bu kez de yetmedi. Zaten sevdiklerimiz ve özlediklerimiz söz konusu olduğu her defasında zaman yetmiyor. İnsan doyamıyor, özlem de dinmiyor. Buna rağmen biz de yüreklerini yüreklerimize katanlara emekle, aşkla, inatla bağlı kalarak onları sevmeyi ve özlemeyi sürdürerek zamanın üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Başka yolu yok, başka yol yok…
Ertesi gün yola çıkıyoruz. Grup halinde patika yollara vuruyor, dağların arasından ve parlak yıldızların altından geçiyor, yüreğimizin kışkırtan düşlerin peşinden yürüyor, menzilin uzak mı yakın mı olmasına aldırmadan yolun tadını çıkarmaya, yolculuğun çoşkusunu yaşamaya çalışıyoruz…
El ele, yürek yüreğe gecenin içinden geçip gidiyoruz. İçimizde yuva yapmış anıları uyandırmamaya özen gösteriyoruz….