1996 yılı yazında, Güney Kürdistan’da, Barzani’ye bağlı KDP peşmergeleriyle Talabani’ye bağlı YNK peşmergeleri arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyordu.
Kürtlerin ‘bırakujî’ adını verdiği savaşta her gün onlarca peşmerge hayatını kaybediyor, Behdinan-Soran bölgesi kan gölüne dönüyor, Kürtlerin özgürlük düşleri üzerine bir kabus gibi çöken ‘iç savaş’ Kürt halkına kan kusturuyordu.
Bölgesel güçlerin kışkırttığı Kürtler arası savaşta İran Talabani’yi destekliyor, Türkiye ise Irak’la birlikte 4 yaşındaki Kürt Federe Devleti’ni boğmanın planlarını yapıyordu.
Birleşmiş Milletler’in 5 Nisan 1991 tarihli 688 sayılı kararına dayanarak Kürdistan bölgesine yerleşmiş ve Çekiç Güç üzerinden Kürtlere koruma sağlayan Amerika ise yeteri kadar askeri olmadığı için çatışmayı durduramıyor, olayların önüne geçemiyordu.
Amerika’dan umudunu kesen Mesud Barzani önce Türk devletinden yardım talep etti. KDP, İran destekli YNK karşısında tutunmakta zorlanıyor; dayanacağı bir güce, dış desteğe ihtiyaç duyuyordu.
Türkiye daha önce verdiği sözlerin aksine Barzani’nin destek talebine ‘hayır’ yanıtını verdi ve onu Bağdat’a; Saddam’la anlaşmaya zorladı.
İran destekli YNK’nin Erbil’e girmesi karşısında zor günler geçiren Barzani sonunda dayanamadı ve 30 Ağustos günü Saddam’a acil müdahale çağrısı içeren bir mektup yazdı.
Saddam, Barzani’den gelecek ‘yardım çağrısını’ bekliyordu. İran’ın YNK eliyle tasfiye etmeye çalıştığı KDP’nin kendisiyle anlaşmak zorunda kalacağını ve 1991’de kaybettiği Kürdistan’ı yeniden kazanacağını düşünüyordu.
Türkiye ve Irak bu konuda ortak harekat planı yapmışlardı. Irak YNK’yi, Türkiye de ABD’yi Kürdistan’dan çıkarmanın hesabını yapmış, bunun için hazırlanmışlardı.
31 Ağustos 1996 sabahı Irak ordusu 400 kadar tank ve on bini aşkın askerle Erbil’e girdi. YNK geri çekildi. Talabani Erbil’den vazgeçmek zorunda kaldı ve İran’a sığındı.
Ancak Irak ordusundan ağır darbeyi Talabani değil, Amerika aldı. ABD’nin Zaho’da konuşlandırdığı Military Coordination Center (MCC) Türkiye’nin yardımıyla dağıtıldı. Amerika az sayıdaki askerini ve bu yapı içindeki Kürtleri geri çekmek zorunda kaldı.
O güne değin Kürtlere havadan koruma sağlayan Çekiç Güç’ün yerini kontrolün Türkiye’de olduğu ‘Keşif Güç’ aldı. 5 bin Kürt Guam adasına taşındı.
Ne var ki Kürdistan’daki ABD varlığına İran- Türkiye- Irak’ın işbirliğiyle son verildikten sonra Saddam Kürdistan’da kalamadı. Eli kanlı diktatör uluslararası baskıya dayanamadı; BM’nin 688 sayılı kararına uymak zorunda kaldı ve askerini Kürdistan bölgesi dışına çıkardı.
Saddam ordusunu çekti ancak fırsattan istifade bu kez Kürdistan’a ‘barış gücü’ adı altında Türk ordusu yerleşti.
Sonrasındaki yıllarda ise Türkiye ile Amerika’nın ‘siyasi hamleleri’ birbirini izledi. Dublin Süreci, Ankara Süreci, Washington Süreci derken, Amerika 1996’da terk ettiği Kürtleri 1998’de birleştirdi ve 1996 yılında çekildiği Irak’a 2003 yılında geri geldi…
Amerika 2003’te Irak’ı işgal etti. Orada yeni bir sistem inşa etti ve Kürtlere anayasal statü ve Irak devlet başkanlığı da dahil devlet kurumlarında önemli görevler verdi.
Türkiye buna itiraz edince de kafasına çuval geçirdi…
Bunları ne diye anlatıyorum; doğrusu bilmiyorum (!) ama dünyadan Rojava’ya bakınca ‘bu gidişin bir dönüşü olacağını’ düşünüyor ve güneyde yaşananın bir benzerinin Rojava’da yaşanacağını kaçınılmaz görüyorum.
Amerika’nın öncelik sıralaması değişse de, iç meseleleri, başka meseleler Ortadoğu’dan daha aciliyet arz etse de, Amerika’nın Ortadoğu’nun yükselen gücü Kürtleri; İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin ‘iç ülkeleri’ Kürdistan’ı terk edeceğini, bölgesel ve küresel etkinliğini yitireceğini düşünmek için hiçbir neden yok.
Bunun için insanın dünyanın gidişatından bihaber olması gerekiyor…
Daha önce yazmıştım; yeni Suriye, Amerika-Rusya ekseninde inşa ediliyor ve burada yaşanan gelişmeler bu ikilin inisiyatifinde belli bir plana bağlı olarak gelişiyor.
Amerika’nın Rojava’da Türkiye’ye işgal için belli bir yer açması da, elindeki bazı yerleri anlaşmalı olarak Rusya’ya terk etmesi de, Fırat’ın doğusu için Rusya’nın inisiyatifini güçlendirmesi de belli bir stratejinin parçası olarak hayat buldu.
Şimdiye kadar ‘Ey Amerika Kürtlere neden destek veriyor, neden görüşüyorsun’ diye seslenen Türkiye’nin, aynı şeyi bundan böyle Rusya için söylemesi, ona da ‘sitem etmesi’ gerekecek zira, Rusya Suriye’de ve bölgede denkleme giren ve dengelerin dışına itilmesi artık mümkün görünmeyen Kürtlerle uzun vadeli, kalıcı ilişkiler peşinde koşuyor.
Rusya da çıkarları gereği bölgenin yükselen gücü Kürtlere stratejik yaklaşıyor ve hem Kürtlerin tasfiyesinin mümkün olmadığını biliyor hem de bunda bir çıkarının olamayacağını görüyor.
Rusya’nın da hesabı, baskısı ve bazen Türk, bazen Arap sopasını göstermesinin ardında Kürtleri yanında yöresinde tutma amacı yatıyor. Bunun farkında olan Amerika ona bu fırsatı son operasyonla vermiş bulunuyor.
(Suriye Demokratik Meclisi Eşbaşkanı İlham Ahmed’in Amerikan Kongresi’nde konuştuğu saatlerde, Rusya Savunma Bakanlığı’nın Suriye Demokratik Güçleri Genel Komutanı Mazlum Kobani ile ‘ortak çalışma’ koşullarını konuşmasını ABD-Rus işbirliği ve ‘görev paylaşımı’ olarak okumak gerekiyor.)
Dünyanın bu iki ‘süper gücü’ Kürtlerle işbirliğinin süreceği mesajını veriyor. Bunu yaparken elbette Kürtlere de bir sınır, bir çerçeve çiziliyor. Bu da Kürtlerin aleyhinde görünmüyor. Üstelik dünyanın ve bölgenin çalkantılı bu sürecinde her şeyin Kürtlerin lehinde seyretmesini de beklememek gerekiyor.
Kabul edelim Kürtlerin eli biraz zayıfladı. Kürtler bir darbe aldı ancak, bu ölümcül bir darbe değil. Kürtlerin yükselişi sürecek ve bu yara zaman içinde tedavi edilecek. Kürtler bu bilinçle hareket edecek, örgütlülüklerini, birikimlerini geliştirecek, zaaflarının üzerine gidecek; yeni değerlendirmeler, düzenlemeler, değişimler gerçekleştirecektir.
SDG’nin Türkiye- Rusya mutabakatına bugüne değin bir yanıt vermemesi, pazarlıkları sürdürmesi, Rusya’dan gelen tehditlere rağmen bazı şartlar öne sürmesi, ısrar etmesi önemlidir ve sonuç alacaktır.
Kürt şehirleri, köy ve kasabalarını Özerk Yönetim idare etmeye devam edecek, şehirlerde, kasaba ve köylerde güvenliği askeri meclis üstelecek, bunun güvencesi sağlanacak ve SDG savaş birliklerini ondan sonra belirlenen sınırlara geri çekecektir.
Öte yandan Amerika ve Rusya sadece Kürtler meselesinde değil, Türkiye meselesinde de birlikte hareket ediyor. Suriye’nin yeniden yapılanmasında Türkiye’ye bir rol biçmiş durumdalar ve Türkiye’nin de bütün afra ve tafrasına rağmen bunun dışına çıkma şansı yok.
Türkiye’nin çizgiyi aşma şansı yok. Aşması halinde nelerin olacağını en iyi kendisi biliyor.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin ve NATO’nun Rojava gündemli toplantıları, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun ‘Başkan Trump askeri müdahaleye hazır’ ve Savunma Bakanı Esper’in ‘Türkiye savaş suçu işledi’ açıklamalarını, Trump’ın SDG komutanı Mazlum Kobani’yle diyaloglarını, Rus Savunma Bakanı Şoygu’nun ‘ortak çalışma’ arayışlarını, Fransa, Almanya ve İngiltere’nin Kürtler lehine inisiyatif alma çabalarını ve bütün bunların arkasındaki uluslararası demokratik toplumun güçlü dayanışma çabasını gözden ırak tutmamak gerekiyor.
Bütün bunlar yeni bir kriz anında nelerin olabileceğinin işaretleri olarak ortada duruyor.
Daha fazlası da var; Bunun için de bugün Brüksel’de toplanan NATO’nun ‘tehdit değerlendirmelerine’ bakmamız gerekiyor.
NATO’nun ‘Köktendincilik, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, kitle imha silahları ve uzun menzilli füzelerin yayılması, etnik ve mezhep çatışmaları, enerji yollarına dönük tehditler’ algısında Kürtler ve Kürdistan önemli bir yer tutuyor.
Kürtlere ve Kürdistan’a bu anlamda bir rol biçilmiş durumda ve kaldı ki SDG zaten bir süredir, ‘kökten dinciliğe’ karşı ‘NATO’nun partneri’ gibi hareket ediyor. Bu durum daha uzun yıllar devam edeceğe benziyor. Burada değişen bir şey gözlenmiyor.
Amerika’nın SDG’yle ilişkilerin süreceğini taahhüt etmesinin de, Rusya’nın SDG’yle ‘ortak çalışma’ önerisinin de, Avrupa’nın SDG’nin görev yaptığı bölge için ‘uluslararası koruma istemesinin’ de altında bu gerçek yatıyor..
Öte yandan sadece SDG’nin de değil, Peşmerge’nin de Batı sisteminin ‘güvenliği’ ve NATO’nun tehdit algılarının bertaraf edilmesinde üstlendiği önemli misyonlar var.
SDG’si, Peşmergesi’yle ve 200 bini aşkın ordusuyla Kürtler, yükselen bir askeri güç aynı zamanda ve bu güç daha şimdiden Batı askeri sisteminin bir parçası gibi görev yapıyor.
Kim bilebilir; belki bir gün gelir Kürt ordusunun NATO üyeliği bile kaçınılmaz hal alabilir. Bölgenin ve dünyanın gidişatı nedeniyle böyle birçok ezber bozulabilir…
Dolayısıyla Gri Spi ve Serekaniye’nin -şimdilik- Rojava’dan koparılması Kürt özgürlük rüyasının sonu anlamına gelmiyor. Kürt karşıtı birçok çevrenin iştahı kabarmış görünüyor ancak, bölgenin Kürdistan meselesi Kürtlerin aldıkları darbelere rağmen çözüm yolunda ilerliyor.
Bunu ötelemek mümkün olabilir ama önlemek artık mümkün görünmüyor.
Çünkü Irak ve Suriye kim ne yaparsa yapsın artık dikiş tutamaz. Bu devletler İngiliz-Fransız çıkarları doğrultusunda zorla yaratıldılar. Yapay devletlerdir ve ömürlerini doldurdular.
Irak ve Suriye’nin çözülmesi süreci son yıllarda epey derinleşti. Bu ülkeler çözülürken tarihsel ve sosyolojik nedenlerden ötürü Türkiye’yi de içine çekiyorlar.
Irak ve Suriye’deki çözülmenin sonuçlarını en iyi Türkiye’de gözlemek mümkün. Bu ülkeler çözülürken Kürtler yükseliyor. Kürtlerin merkezinde yer aldıkları yeni oluşumların yaratılması kaçınılmaz hale geliyor.
Türkiye bundan korkuyor. Kürtlerle anlaşsa önlerini alamayacağını, Kürtleri kontrolde tutamayacağını görüyor. Savaşsa kısa vadeli bazı mevziler kazansa, bazı sonuçlar alsa da orta vadede kaybedeceğini; yeni dengede Kürdistan’ı ve Kürtleri zorla elde tutamayacağını görüyor.
Güney Kürdistan, Rojava ve Kuzey parçaları hızla iç içe geçiyor. Büyük Kürdistan Türkiye’yi derinliğine doğru içine çekiyor. Aslında bu durum karşısında Kürtlerden çok Türklerin ne yapacaklarını düşünmeleri gerekiyor. Zira attıkları her adım Kürdistan’ı biraz daha yakınlaştırıyor.
Kürtlerin tarih sahnesine yükselişleri, Türkiye’nin onları içine itmeye çalıştığı karanlığa rağmen sürüyor ve her kriz özgür ve aydınlık geleceği biraz daha yakınlaştırıyor…
Yazı uzadı; fakındayım.1996 yılıyla başladım, o yıldan bir anıyla sonlandırayım.
1996 yılı baharıydı. O dönem MED TV’de çalışıyor ve Köln’den sık sık Brüksel’e gidip geliyordum. Bir gün Bonn’da yaşayan Rojavalı bir arkadaşım aradı ve bir misafiri olduğunu, Brüksel’e gitmesi gerektiğini, benim kendisini götürüp götüremeyeceğimi sordu.
Tamam dedim ve sözünü ettiği misafiri almaya gittim. Rojavalı bir gençti. Onu o gün Brüksel’e bıraktım ve daha sonra başka platformlarda kendisiyle sık sık karşılaştım.
Rojavalı o genç arkadaşın 23 yıl sonra Amerika Başkanı’nın ‘görüşmeyi sabırsızlıkla beklediği’ biri olacağı; SDG Genel Komutanı olarak ABD’nin ve Rusya’nın ‘üst düzey muhatabı’ olacağı kimin aklına gelirdi ki, benim de aklıma gelsin.
Aklıma gelseydi en azından bir mola verir, kendisine bir kahve ısmarlardım!
23 yıl insan hayatında uzun bir süre ve önümde bir 23 yıl daha yok. ‘Geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri’ demekten başka elden gelen bir şey de yok ama 23 yıl bir halkın yaşamında çok kısacık bir süre.
Kürtlerin 23 yılda nereden nereye geldikleri gözler önünde duruyor. Son perdeye ise daha çok var.
Dolayısıyla umudu diri tutmak ve dış tehditler kadar zorlayıcı olan iç sorunlara eğilmek; birlik ve nitelik yolunda içeride etkili çözümler , yeni stratejiler üretmek gerek.