Sabahtan bu yana aralıksız yağmur yağıyor. Yere doğru eğilmiş bulutlar, birbirleriyle yarış halinde, içlerinde ne varsa, sitem eder gibi döküyor. Gecenin bütün çıkışlarını tutmuş kara, gri bulutlar, felaket habercileri gibi de gergin görünüyor. Arada bir sessizce şimşek çakıyor ama ışığın ömrü de hızı kadar; gecenin örtündüğü koyu, katı karanlık, kendisini bölmeye çalışan ürkek şimşekleri birbiri ardına iştahla yutuyor.
Yağmurun saatlerce aralıksız yağdığı, hayatın yasın gözyaşlarıyla ıslandığı ve zamanın kırılgan yalnızlıkları taşıdığı gecenin bu vaktinde, bana çok yakın uzaklardan ise bir kavak ağacının gölgesi yükseliyor. Herkes için iyi bir gelecek dilemiş ağacın altında toplanmış ve birbirinin ömrüne kodlanmış on kardeş, üzerine kan sıçramış ağacın dallarına birbiri ardına beyaz tülbentler asıyor ve ölüm yorgunu yüreklerine sessiz çığlıklar düşürüyor.
Hayat uzun olması gereken yerde kısalıyor, kısa kalması gereken yerde uzuyor. Düşlerine doymamış hayatlara dolanan zaman yönünü tersine çevirmiş, kimseye aldırmadan genç ömürlere ölüm kusmaya devam ediyor.
Saate bakıyorum; sıfırı on yedi geçiyor ve yağmurun sonu da gelecek gibi görünmüyor. Kenti ikiye bölen nehir kabarıyor. Salgının sesini kestiği Köln kentinin paslanmaya yüz tutmuş yalnızlığında öfkeyle kıvrılan Ren, sessiz, kör, zifiri karanlıkta önüne çıkan ne varsa kollarına alıp kuzey denizine sürüklüyor.
Kentin yalnızlığı nehirle yol alırken aklıma dalgaların peşinden koşan ömrümün unuttuğu liman geliyor. Her yolculuğun bir son durağı, her hayatın bir limanı var diyorlar ama sanırsam benim yok. Olmayacak da… Olsa bir limanım hatırlardım. Hatırlasam dokunurdum. Demek ki yok. Benim gidecek bir limanım olmadığına göre bir hayatım da yok. Belki de ben bu hayatı hiç yaşamadım. Aslında çok iyi yaşadım ama belki de hayat adına elimde bir şey tutamadım.
Gece bütün bunları düşünmem için fırsat veriyor ama yağmur da ne düşündüğümü söylememe izin vermiyor. Ayrıca bu yaşa geldim hala ne yaptığımı, ne istediğimi ve ne düşündüğümü bilmiyorum. Bildiğim şeyleri ise asla hatırlamak istemiyorum.
Saate bakıyorum; biri kırk sekiz geçiyor. Yorgunum ama yatağa gitmeyi göze alamıyorum. Yorganın altına saklanmış geçmişin gölgeleri ve sesleriyle boğuşmaya gücüm yok bu gece. Gerçi üç mevsimdir kalbime rahat bir gece veremedim. İçimdeki sesleri dilim dilim kestim, gölgelerin peşinden elimde bir avuç ateş gittim de gittim ama bir türlü de kalbimi rahat ettiremedim. Ateşin ve közün sırrını çözemedim. Bunun için kendime izin vermem gerekirdi ki vermedim. Işıktan ve izandan yoksun karanlığa inat kalbim iyileşsin istemedim.
Gece ilerliyor…Yönünü yitirmiş zaman geceyle yağmur, acıyla hayat arasında sessizce akıp gidiyor. Gözüme sayıları çoğalan okunması gereken kitaplar ilişiyor. Okunmamış ve büyük ihtimalle de okunmayacak kitapların yanında dinlenecek müzikler, izlenecek filmler de birikiyor. Çok şey gibi bunların birikmesi de artık beni rahatsız etmiyor.
Hiçbir şeyin değişmediği, böyle gelmiş böyle gider bir düzende, hayatın kendini sürekli tekrar ettiği bir iklimde ve bütün muhalif mahallelerin egemen karşı mahalleye benzeştiği bir dönemde kitapları, müzikleri ve filmleri kendi hallerine bırakmak, geceye odaklanmak bana daha doğru geliyor.
Yağmur durmak nedir bilmiyor ama koyu karanlık yerini yavaş yavaş aydınlığa terk etmeye hazırlanıyor. Yönünü yitirmiş zaman sessizce yeni güne doğru sürükleniyor. Saat dördü on dokuz geçiyor ve ben, yemek masası olarak da kullandığım geniş pencere önündeki yazı masasından kalkıyor, dışarı bakıyorum.
Karşımda bir kilise duruyor…Bu semte taşındığımdan bu yana, 5 yıldır her sabah uyandığımda karşıma ilk bu kilise çıkıyor. Köln aslında bir kiliseler şehri. Bir milyonu biraz aşkın bu şehirde 164’ü katoliklere, 76’sı da protestanlara ait 240 kilise var ama çoğu tanrıya değil, turizme hizmet ediyor. Kiliseler uzunca bi süredir Almanlara sevap yerine para kazandırıyor.
Benim karşımdaki kiliseye bitişik bir yaşlılar bakımevi, bakım evine bitişik bir de mezarlık var. Yaşlılar, bakım evinde ölüyor, kilisede onlar için tören düzenleniyor ve üç adım öteye gömülüyor. Aslında 1800’den beri ölülerin kilise bahçelerine gömülmeleri imparatorluk kararıyla yasak ama Alman geleneği de çok güçlü; kilise önemli insanları için bu yasayı, bir başka yasayla aşmayı başarıyor.
Köln mezarlıklarıyla da ünlü bir şehir. Almanya’nın en ünlü mezarlığı (Melaten)da burada. 62 mezarlığın olduğu kentin Melaten mezarlığında ünlü Almanlar yatıyor ama, mezarlığın ünü bunlardan değil, geçmişinden geliyor. Asırlık ıhlamur ağaçlarıyla, yeşil papağanları ve ölülere huzur dileyen sincaplarıyla da ünlü Melaten mezarlığı asıl şöhretini Ortaçağ’dan alıyor.
Avrupa’nın karanlık çağı Ortaçağ’da burası halka açık toplu infaz yeriymiş. Kadınlar burada topluca diri diri yakılır, erkekler balta, kılıç ve bıçaklarla dilim dilim doğranırmış. Sonradan buraya ölmeleri için cüzzamlılar atılmış ve alanın etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş. Almanya’nın ünlü Melaten mezarlığında sadece ıhlamur ağaçları değil, geçmiş barbarlığın izleri de yükseliyor.
Bana komşu mezarlık ise bir protestan mezarlığı ve 400 küsür yaşında. Benim bu mezarlığın az yukarısında bizim hevallerin derneği var; Köln Kürt Kültür Evi…Onun sol tarafında Süleymancıların camisi, caminin karşısında Bulgar Türklerinin meyhanesi, meyhanenin aşağısında IŞİD sempatizanların gittiği Arap camisi, Arap camisinin yakınında MHP’lilerin okey oynamak için buluştukları Yunus Emre Kültür Derneği, derneğin az ötesinde birçok milletten göçmenin bir araya geldiği, çeşitli sanatsal ve kültürel etkinliklerin düzenlendiği bizim semtin kültür merkezi var.
Mezarlığın alt kısmında ise Hacı Bektaşi Veli Cemevi, cemevinin az ilerisinde yurtsever Ali’nin Yol Türkü Evi, türkü evinin 500 metre kadar ilerisinde Türkiyeli sol örgütlerin dernekleri, İtalyanların cafeleri, Çin mafyasının masaj salonları, Hintlilerin dükkanları var.
Başka bir ülkede olsa birbirini boğazlayacak paralel toplumlar burada bir arada ve birbirleriyle ‘barışık’ yaşıyor. Alman disiplini sadece üretimde değil, yönetimde de ağırlığını sürekli hissettirdiği için kimse bir diğerinin hakkına ve hukukuna ilişmeyi göze alamıyor.
Saate bakıyorum; beşi on üç geçiyor. Yağmur yağmaya, hayat yorgunu ölüler dinlenmeye devam ediyor. Tanrının gölgesinde ve huzur içinde yatan karşımdaki ölüler ne hissediyor, ne düşünüyor bilmiyorum ama hepsinin bir hayat geçmişleri ve hayatlarına anlam katan sözleri, düşünceleri ve eylemleri olduğunu biliyorum.
İnsan hayatını önemli bulduğu şeyle tanımlarmış. Ben yazıyla tanımlamaya çalıştım. Yıllar yılı düşüncelerimi , hislerimi ve eylemlerimi yazdım ama aslında ben hiçbir şey yazmadım. Bu yazıyı da ben yazmadım.
Fakat ben yazmamış olsam da bu yazı 40 yıla yakın bir zamandır yazdıklarımın yanında yazılmamış bir yazı olarak kalacak…