Türkiye, 1981 yılında ABD Başkanı Ronald Reagan’ın “soykırım” kelimesini kullanmasından sonra, her 24 Nisan öncesinde ABD Başkanlarının “soykırım” kelimesini kullanıp kullanmayacağı sendromunu yaşıyor. 40 yıldır her 24 Nisan’da Ankara kâbus yaşıyor.
Siyasetin neredeyse bütün renkleri, sivil toplum örgütlerinin, meslek örgütlerinin büyük bir bölümü, resmi, gayri resmi bütün örgütlü, örgütsüz toplumsal güçler, aynı şeyleri yaşıyorlar.
ABD Başkanı Joe Biden Türkiye’yi aynı cendereye bir kez daha soktu. İktidarı, muhalefeti, Cumhur İttifakı, Millet İttifakı benzer tepki gösterdi, neredeyse aynı dili kullandılar. “Başımızı öne eğdirecek bir geçmişimiz yok” söyleminde buluştular. Türklük damarları kabardı.
İktidar partisi çoğunlukla, yeni ABD yönetimiyle sıkıntılı ilişkileri dikkate alan, iki ülke ilişkilerinin önemine vurgu yapan bir dil kullanmayı tercih etti. Ana muhalefet partisi başta olmak üzere milliyetçisi, muhafazakârı tüm partiler ise, daha geleneksel milliyetçi dille tepki gösterdiler. Bazı muhalifler inkârcılığı eleştirenleri, “sizin de soyunuzu kuruturuz” diyerek tehdit ettiler. Bir kısım solun antiemperyalizm maskesiyle inkârcılığını gizleme çabalarına tanıklık ettik. Türkiye’de içerden ve dışardan yükselen farklı seslere karşı, bir kez daha “büyük milliyetçi inkâr mutabakatı” oluştu.
Milliyetçi İnkâr Mutabakatı
Bu durum, Türkiye için geleneksel ve olağan bir durum. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dinamikleri inkârcılığı, cezasızlığı, hatalarla, yanlışlarla yüzleşmemeyi bir davranış olarak benimser. Varlığını, kurulduğu gibi sürdürmenin olmazsa olmazı olarak görür. Kitabında yakın, uzak geçmişle yüzleşmek yoktur. Sorunları, hataları, yanlışları; boyutları ne olursa olsun daima halının altına gizler, inkâr eder. Devletin ve birçok toplumsal kurumun faaliyetlerinin esasını bu oluşturur.
Bu nedenle günümüz dünyasında inkârcılık Türkiye’yi, 21. yüzyılda “değerli siyasal yalnızlığa” mahkûm etmekte. “Batıya” entegrasyon; hak, hukuk, adalet ve özgürlükler söz konusu olduğunda hayal olmanın ötesine geçememekte. Türkiye’nin bekası söz konusu olduğunda demokratik olmayan, muhafazakâr, milliyetçi, merkezci, ulusalcı, statükocu muhalefet için de bunlar, teferruat ve değersiz kriterler.
Demokratik strateji ve ittifak taktiği
Türkiye’nin siyasi krizini kronikleştiren bu siyasal tablo ve toplumsal ortamda, muhalefet partilerinin seçimlerde nasıl davranacakları, ne yapacakları tartışması yanlış eksende ve biçimde sürüyor. Başka bir ifadeyle Millet İttifakı partileri CHP ve İYİ Parti’nin, HDP’yi ittifak içinde bir biçimde kapsaması veya HDP seçmeninin oyunu alabilecek bir esneklik göstermeleri gerektiği tartışması yanlış zeminde yapılıyor. Cumhur İttifakına / Recep Tayyip Erdoğan’a seçimi kaybettirmenin başka bir yolunun olmadığı anlatılıyor. Bunun için HDP’nin ittifakta geride durmasını dahi talep edenler çıkıyor.
Bu gibi düşünceleri Türkiye’nin demokratikleşmesi adına ileri sürenler iki nedenle yanlış yol izliyorlar. Birincisi, demokratikleşme programının politik çerçevesini sınırlı bir alana hapsetmeye çalışarak, Türkiye’nin siyasal krizinin aşılmasını sağlayacak bir muhalefetin gelişebileceği demokratik değişim dinamiğini zayıflatıyorlar. İkincisi, Türkiye’nin siyasal krizinin altyapısını oluşturan milli inkârcılık mutabakatı karşısında, Cumhurbaşkanlığını Hükümet Sistemi denilen tek adam rejiminin alternatifi demokratik cumhuriyet stratejisinin köşe taşlarını oluşturmak yerine, esasında taktiksel bir sorun olan ittifak meselesini öne geçirmekle iktidarın işini kolaylaştırıyorlar. Krizin sürmesine hizmet eden bir pozisyona düşüyorlar. Taktik mesele, stratejik sorunun fazlaca önüne geçiyor.
Türkiye’nin demokratikleşmesi stratejisiyle, seçim taktikleri meselesi birbirinden tümüyle bağımsız konular değil. Milliyetçi, inkârcı siyasal ve toplumsal milli mutabakatın bu derece güçlü olduğu koşullarda, demokratikleşmenin ekseninin netleştirilmesi ve belirlenmesi daha bir önem arz eder. İttifakların kaderini belirler. Aksi durumda politik belirsizliklerin güçlü olduğu ittifak siyasetinde, eksen kayması ve siyasal kırılma yeni ve büyük sorunların zemini olabilir. Sandıkta elde edilen başarı demokratik değişimin önünü açmayabilir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi bunun örnekleriyle dolu. Seçmenin yakın tarih tecrübesi, belirsizlikle siyasal güveni ve umudu büyütmeye çok fazla izin vermez. HDP’nin siyasal olarak tasfiyesi için kurgulanmış yargı süreçlerine hiçbir eleştiri getirmeyen, sessiz kalarak bir tür destek veren muhalefet partilerinin tek adam rejimi muhaliflikleri tartışmalıdır, inandırıcı ve anlamlı değildir.
Dün, Ankara 22’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlayan 108 sanıklı HDP davasına yaklaşım muhalefet için turnusol kâğıdı işlevlidir. Türkiye’nin yanlış Suriye politikalarının sonuçlarının faturasını HDP’ye kesmek amaçlı bu yargılama, Türk muktedirlerinin, geleneksel “günahlarını halının altına süpürme” çabalarının son örneğidir.
Bu yönüyle, HDP davası, bir anlamda 1915 inkârcılığının bir başka versiyonudur. Muhalefet, bir an önce İktidarı hoşnut eden “puslu havada ıslık çalmak” ile zaman geçirme politikalarını terk etmelidir. Demokratik değişim programı oluşturmaya girişilmelidir. Bu olmaksızın yapılacak ittifak demokratikleşmenin önünü açmayacaktır.