Türkiye’nin demokratikleşmesinden, tek adam rejimine son vermekte söz edenlerin, Saray’ın alaturka sisteminin, hukuk ve yargı alanında da kalıcı hale getirilme çağrısına sessiz kalması, muhalefetin “muhalefetsizliği” değilse “aymazlığı” olabilir mi?
Yeni Adli Yıl ve AİHM Başkanı Spano
Eylül’ün ilk haftasında hukuk, yargı ve adalet alanında çok önemli iki gelişme yaşandı. İlki 1 Eylül Salı günü Sarayda yapılan adli yıl açılış töreninde Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca’nın “yerli ve mili hukuk” çağrısı yapması. Yargıdan kaynaklanan sorunları daha da derinleştirme potansiyeli taşıyan bu çağrı, hukuk ve akademi çevrelerinde önemsenmedi. Muhalefet partilerinin liderleri veya sözcüleri de bir değerlendirme yapma gereği duymadılar. Akarca’nın sözleri, birkaç köşe yazarının değerlendirmesiyle sınırlı kaldı.
Önemli bir konuşmaydı. Yargı sisteminin tepesinden “yerli ve milli” hukuk çağrısı yapılmasını, yargıda vesayet isteğinin ve içe kapanma arzusunun ilanı oldu. Bu çağrı, hukukun evrensel olduğu gerçeğini bir kenara bırakıyor. Bu güne kadar hukuku ithal ettiğimizi ileri sürüyor, “ne batıcılık ne batı düşmanlığı yapalım” diye konuşarak siyasi ortama denk düşen “yerlici ve millici” siyasetçi gibi konuşuyor.
Konuşmadaki “Avrupacı etki gruplarına tavsiyemiz, Türkiye’de yargı bağımsızlığına gölge düşürecek söylemlerden, patronize edici üsluptan sakınmalarıdır. Hukuk sistemimizi şekillendirmekte özgür ve bağımsız bir ülkeyiz. Hukuki bağımsızlığımıza saygı duymayanlardan yargı bağımsızlığı dersi almamız mümkün değildir” sözlerinin siyasal sonuçlarıyla muhalefet bir süre sonra karşılaştığında pusulasız yakalanacak.
Başkan, mevcut hukukun Batıdan iktibas yoluyla yapıldığına vurgu yaparak “Ceza hukuku anlayışımızın temelinde bütün suçların kamu düzenini bozduğu varsayımı vardır. Bu varsayım mağduru tali konumuna düşürmüştür. Kamu düzeni ile doğrudan ilgili olmayan uyuşmazlıkların, ceza mahkemelerinin görev kapsamının dışına çıkarılması, yargının verimliliğini artırabileceği gibi mağdurun konumunu da güçlendirecektir” tarzındaki konuşmasının ne gibi sonuçları olabileceğini hukuk uzmanlarının açıklamasına ihtiyaç var.
Cumhurbaşkanının konuşmasında hak, hukuk savunan avukatların da meslekten men edilmesine yol açacak bir hazırlık yaptıklarını açıklaması, önümüzdeki dönemin çok çetrefilli geçeceğini gösteriyor.
Şimdi baştaki soruma dönmek istiyorum. Türkiye’nin demokratikleşmesinden, tek adam rejimine son vermekte söz edenlerin, Saray’ın alaturka sisteminin, hukuk ve yargı alanında da kalıcı hale getirilme çağrısına sessiz kalması, muhalefetin “muhalefetsizliği” değilse “aymazlığı” olabilir mi?
İkinci önemli gelişme ise AİHM başkanlığına seçilen Robert Ragnar Spano’nun Türkiye gelmesi oldu. Spano’nun, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün davetlisi olarak Adalet Akademisinin açılışına katılması ve İstanbul Üniversitesi Senatosu tarafından verilen fahri doktora unvanını alması, ciddi tartışma konusu oldu.
Kamuoyuna açık mektuplar yazıldı, köşe yazılarıyla ve çeşitli mecralarda yapılan açıklamalarla eleştirenler veya uyaranlar oldu. Eleştiri sınırını aşanlar olduğu gibi durumu anlayışla karşılayanlar da oldu, çok sayıda.
Türkiye’de hukukun, yargının ayaklar altında olduğu, binlerce dava dosyasının AİHM önünde olduğu ve bazılarına ilişkin uzun süredir karar verilmemiş olduğu bir dönemde yapılan “gelme, doktora unvanını alma” çağrılarında kantarın topuzu kaçırıldı, abartıldı. Ne bekleniyordu. Alt tarafı, şu anda AKP’nin de temsilci gönderdiği bir yargı kurumunun başkanı. Devleti temsil eden AKP, ne olabilirdi. AB dahi tren sallayarak zaman geçiriyor.
Yeni seçilen her AİHM başkanının üye ülkelere böylesi ziyaretler yaptığı biliniyor. Spano, Türkiye’nin sorunlarına vakıf olmayan biri değil. Son dört yıldır verilen Selahattin Demirtaş, Osman Kavala dahil bütün kararların altında 2. daire başkanı sıfatıyla imzası bulunan bir hukukçu.
İtirazlara en fazla yol açanlardan biri de KHK mağdurlarının durumu oldu. Ancak AİHM ile Ankara’nın bu konuda paralel bir tutum içinde oldukları unutuluyor. Binlerce KHK’lının durumuna ne Spano’nun buraya gelmesi ne de AİHM kararı meşruiyet sağlayabilir. AİHM’nin, türban ve parti kapatma kararlarında olduğu gibi, siyasi nitelikli kararlar verdiği bir gerçek.
Spano’nun, neden muhaliflerle görüşmediği, KHK mağdurlarıyla bir araya gelmediği sorusu soruluyor. Bundan önceki hiçbir mahkeme başkanı da böylesi bir görüşme protokolü uygulamadı. Özellikle siyasi partilerle görüşmemek gibi, tarafsızlığı korumak amaçlı bir tutum sergiliyorlar.
Ana muhalefet partisi CHP’nin görüşme talebini Spano, bu gerekçeyle geri çevirmiş. Ancak, Mardin Büyükşehir Belediye kayyımıyla ve AKP il başkanıyla görüşmüş olması AİHM başkanın başını ciddi ağrıtacağa benziyor. Keza Cumhurbaşkanı’nın da aynı zamanda iktidar partisinin genel başkanı olduğu dikkate alınmamış.
AİHM Başkanı; İstanbul ve Mardin Baro Başkanları dışında iki gün boyuna sadece resmi kurum temsilcileriyle görüşmesi, hiçbir hak savunucusuyla, hukuksuzluğun mağduruyla veya sivil toplum temsilcisi ile görüşmemesi haklı tepkilere yol açtı. Ancak görüşme gerçekleşmiş olsaydı bir yararı olur muydu şey emin değilim.
Yürütülen tartışmalar, Spano’nun Adalet Akademisi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İstanbul Barosundaki görüşmelerde altını çizdiği konular olmalıydı. Buralarda ifade ettiği görüşler, fahri doktorayı kabul etmesinden veya resmi kurum temsilcileriyle görüşmesinden çok çok daha önemli.
İstanbul Üniversitesi Hukuku Fakültesi’ndeki törende dile getirdiği “Eleştirel bakış yoksa toplum gelişemez. Düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğü, akademik dünyada da aynı şekilde önemlidir. Bana takdim edilen bu ayrıcalıklı ödülü, demokrasinin korunması, insan haklarının gözetilmesi, hukukun üstünlüğü ve akademik özgürlük adına kabul ediyorum” sözleri her şeyi değilse bile çok şeyi açıklıyor olsa gerek.
Spano’nun konuşmasında, fahri doktorayı kabul etmesinin uzun zamandır AİHM’in bir protokol geleneği olduğunu belirtmesi ve ”Kamuoyu önünde açıkça ifade etmek istiyorum, demokratik ilkelerin altının çizilmesi için fahri doktorayı almak istiyorum” ifadesi, kendisine çağrı yapanlara “sizi anlıyorum, sizler de beni anlayın” mesajıydı.
Konuşmalarında, BM temel belgelerine, hukukun üstünlüğüne, yargının bağımsızlığına, devletin ve yargının yükümlülüklerine sıkça vurgu yapması oldukça önemli ve anlamlı. Bunu diplomatik bir dille yapması ise oturduğu koltuğun bir gereği olsa gerek.
Başka türlü davransaydı, yani açık bir muhalif dil veya doğrudan iktidarı hedef alan dil kullansaydı yanlış olurdu. Birincisi “millici ve yerlici” siyaseti ile Batı karşıtlığı yapan iktidarın elini güçlendirirdi. İkincisi ise önünde duran dava dosyaları hakkında görüş beyan etmiş sayılırdı. Temel prensiplere vurgu yaparak kendi rolünü oynadı.
Mardin’deki fotoğraf ise, konuşmalarının üzerindeki kara bir gölge olarak düştü. AİHM’nin her kararında hatırlanacak.