Halise Aksoy: Agit’in acısı ruhumu her gün yeniden parçalıyor

Söyleşi

Yakın zamana kadar yakın çevresinden başka kimsenin haberdar olmadığı, şimdi ise kamuoyunun yakından tanıdığı, son günlerde medyada adı çok duyulan Halise Aksoy, Mardin ili Artuklu ilçesine bağlı Tizyan köyünde dünyaya gelmiş. Orada evlenmiş; ilk çocuğunu orada dünyaya getirmiş.

Filiz DENİZ

Türkçe ismi Elmabahçe olan Tizyan üzümleriyle ünlü bir köy. Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin araştırmasına göre güçlü bağcılık kültürüne sahip köyde 12 çeşit üzüm yetişiyor. Bunların başlıcaları  Şinik, Reş, Qijak , Direjik, Heseni, Mezrone ve Şitu’dir.  

Urartu, Asur , Med ve Eyyubi uygarlıklarının izlerini taşıyan Tizyan, üzümleriyle olduğu kadar zengin su kaynakları ve meyve ağaçlarıyla da ünlü bir köy.

Halise Aksoy bu köyde dünyaya gelmiş ama yılını bilmiyor. Bu köyde evlenmiş ancak yılını hatırlamıyor. İlk çocuğunu burada dünyaya getirmiş ama senesini bilmiyor.

Evlendiğinde ve anne olduğunda kaç yaşında olduğunu anımsamakta zorluk çekiyor. 

Şöyle diyor:

‘’Çok erken yaşta evlendim. Anne olduğumda kaç yaşındaydım tam hatırlamıyorum ama şimdi 52 yaşındayım ve ilk çocuğumla aramda 15 yıl fark var. Büyük oğlumdan 15 yaş büyüğüm. Sen hesapla artık…’’

Söylediklerinden 1968 doğumlu olduğu çıkıyor. 1982’de evlendiği, 1983’te anne olduğu anlaşıyor. 8 çocuk annesi Halise Aksoy.  4 erkek, 4 de kızı var. Daha doğrusu vardı; zira şimdi, 3 erkek, 4 de kız  7 çocuğu var. Erkek çocuklarının en küçüğü Agit, kızların en küçüğü ise Jinda…

Agit; kemikleri kargoyla gönderilen çocuğu. 15 yaşındayken dağa gitmiş, 22 yaşındayken ölüm haberi gelmiş.  2017 yılında Dersim’de bir çatışmada hayatını kaybetmiş… 2020 yılında Türk devleti kemiklerini annesine kargoyla göndermiş. 

SÖZCÜKLERİ ALEVDEN BİR ANNE

Olayın duyulmasıyla birlikte kamuoyunda Halise Ana gibi yıllardır evladının cenazesini almak için mücadele eden annelerin de var olduğu fark edildi. Aynı şekilde tarihi birikimi, doğal zenginliği ve kaliteli üzüm çeşitleriyle ünlü Tizyan gibi bir köyün olduğu ve 1993 yılında devlet tarafından yakılmasına rağmen, küllerinden yeniden doğduğu da öğrenildi.

Tizyan’da doğan, orada evlenen, orada ilk kez anne olan, 1993 yılında yakılan köylerinden ayrılmak zorunda kalan; Tizyan’dan Kızıltepe’ye, Kızıltepe’den Diyarbakır’a, Diyarbakır’dan İstanbul’a, İstanbul’dan tekrar Diyarbakır’a son 30 yılı oradan oraya savrularak yaşanan Halise Aksoy ile Anneler Günü nedeniyle oğlu Agit’in öyküsü üzerinden yaşadıklarını konuştum.  

Agit ne zaman, nerede dünyaya geldi?

Agit 1995 yılında Diyarbakır’da dünyaya geldi. Çok zor yıllardı. Köyümüz yakılmış, ortada kalmıştık. Tizyan’dan Kızıltepe’ye kaçmıştık ama orada da barınamamış Diyarbakır’a gelmiştik. Her şeyimizi geride bırakmıştık. Canımızı kurtamak amacıyla yollara düşmüştük. 

Çok yoksulduk, çok yalnızdık.  Mücadelenin en sert dönemleriydi. İşte ayakta kalmanın zor olduğu o günlerin birinde Agit dünyaya geldi. Agit hayata gözlerini bu sert koşulların içinde açtı. Biz zaten aile olarak özgürlük mücadelesinin içinden geliyorduk. O da mücadelenin sıcaklığı içinde fark ede ede ilerledi; ne öğrendiyse de yaşayarak öğrendi. 

Çocukluğu Diyarbakır’da mı geçti? 

Yok…Diyarbakır’da da bize rahat yoktu. Devlet baskısını hiç eksik etmiyordu. Sürekli takip altında, tehdit altındaydık. İzleniyorduk ve Diyarbakır’da barınmakta zorlanıyorduk. Ayrıca dediğim gibi geçinemiyorduk. Çocuklar iş bulamıyorlardı.  Bu yüzden büyükler İstanbul’a çalışmaya gittiler. Onlar iş bulunca biz de Agit’le birlikte peşlerinden gittik.

BANA AGİT İSMİNİ BOŞUNA MI VERDİN?

Agit’in çocukluğu İstanbul’da geçti. Ele avuca sığmazdı. Sıcak kanlıydı ve çok şakacıydı. Onunla ilişkimiz çok farklıydı. Hem anne oğul hem arkadaş gibiydik. Çocuk olunca sıkıntılar dağ gibi yüksek olsa da fark etmiyor, katlanıyor, aşıyorsun. Yıllar nasıl geçti, bilemedim. Bir baktım ki Agit ortaokulu bitirmiş. 15 yaşına gelmiş ama liseye değil, dağa gitmek istiyor. Karşıma geçmiş bana karşı bunun mücadelesini veriyor.

15 yaşındayken mi dağa gitmek istiyordu?

Evet…Çocuktu, daha çok erkendi onun için ve bu yüzden gitmesini istemiyordum. Kesinlikle karşıydım ve bir türlü de beni ikna edemiyordu. Aslında arkadaşları da gitmesini istemiyordu. Ondan başka kimse istemiyordu ve ama o da çok ısrar ediyordu. Her fırsatta bunun çabasını veriyordu… 

Mücadele içinde büyümüştü. 15 yaşına kadar çok şey yaşamıştı. Gözaltına alınmış, işkence görmüş, mahkemelerde yargılanmıştı. Okumak istemiyor, yerinde duramıyor, küçük yaşına rağmen sürekli eylem ve etkinliklere katılıyordu. 

O günlere dair bir anınız varsa bizimle paylaşır mısınız? 

Çok var ama birini anlatayım. Bir eylem olmuş, bir sürü insan yakalanmış, Agit’te aralarında. Mahkemeye çıkacaklar. Oradaki arkadaşlar ve avukatlar Agit’in yaşı küçük olduğu için tedirginler. Bana geldiler ve dediler ki, mahkemede bir fırsatını bulursan Agit’e söyle konuşmasın, ifade falan vermesin.

VEDA YEMEĞİ İSTEDİ; YAPTIM AMA GELMEDİ 

Ben de gittim mahkeme salonunda bekledim. Bunları getirdiler. Yanına gittim, annesiyim dedim ve engel olmadılar. Ona Kürtçe, ‘’oğlum konuşma, düşmana açık verme’’ dedim. Bana öyle bir baktı ki anlatamam. Aradan yıllar geçti ama hala o bakışları gözlerimin önünden gitmez…

Mahkemeye girdiler, kimsenin üzerine ifade vermedi, öğrendik ki gözaltında da konuşmamış, direnmiş. Sonra eve geldi ve bana çıkıştı. ‘Diğerleri bir yana,  sen benim annemsin ve benim hakkımda nasıl böyle düşünürsün’ dedi. ‘Sen bana Agit ismini boşuna mı verdin? Ben bunun farkında değil miyim?’ diye sitem etti…

Dağa giderken de aynı şey oldu. Ne zaman önüne dikilsem, ‘ben nasıl Agit gibi olacam’ diye soruyor, ismine layık olması gerektiğini söylüyordu.

Peki nasıl izin verdiniz ve nasıl ayrıldınız? Sizin için çok zor olmalı? 

Benim için çok zordu. Dediğim gibi daha 15 yaşındaydı. Öncesinden de birkaç kez gitmeye teşebbüs etmiş, arkadaşlar engellenmişti. Yaşı küçük diye. Büyümek için sanki acelesi vardı. 

2010 yılıydı. O, ‘ben gideceğim’ diyordu, ben de olmaz diyordum. Tartışıyorduk. Okula gitmek, liseye devam etmek istemiyordu. Dağdan başka bir şey düşünmüyordu. Oysa küçüktü, daha 15 yaşındaydı. Arkadaşlarıyla da tartışıyordum, Agit’i bırakmayın, yaşı küçük, gitmesin diye uğraşıyordum. O da bundan rahatsız oluyordu. Bir gün çok münakaşa ettik. Ona, düşman acımasız, sen tecrübesizsin, seni öldürürler ve  ben bu acıya dayanamam,  yüreğim bunu kaldırmaz dedim…

Önce biraz suskun kaldı sonra bana döndü, ‘yani hep başka anaların mı yüreği yansın’ dedi. Öylece kalakaldım. Çok akıllı, içten, hazır cevaptı. Baktım ki ne yapsam olmuyor; o zaman ona, benden habersiz gitme, hiç olmasa sana son kez yemek yapayım, birlikte bir akşam yemeği yiyelim dedim… ‘Tamam’ dedi, ‘bu akşam yap, yiyelim’ dedi. Bu kadar çabuk gideceğine şaşırdım ama inanmak istemedim. Yine de akşama çok güzel bir sofra hazırladım, onun sevdiği yemekleri yaptım ama gelmedi…

PEŞİNDEN GİTMEK İSTEDİM

Akşam saat 10 oldu gelmedi, 11 oldu gelmedi, vakit gece yarısını geçti,  sabah oldu ama Agit gelmedi. Sabah erkenden kalktım arkadaşlara gittim. Onu nerede bulacağımı biliyordum. Gittim ama ‘Agit yok, gitti’ dediler. Çok üzüldüm, kırıldım, kızdım. Engelleyin, durdurun dedim. ‘Diyarbakır’a gitti’ dediler. Dedim Diyarbakır’ı arayın, orada durdursunlar, ben de gideceğim.

Onu görmem lazım dedim. Çok ısrar ettim. İstemiyordum. Korkuyordum. Çocuktu, yapamazdı, kendisine, arkadaşlarına zarar verebilirdi. Ben savaşı biliyordum, bu devleti biliyordum, ne kadar acımasız ne de kadar gaddar olduğunu biliyordum. 

Bu bir çocuktu ve savaşın yükünü kaldıramazdı. Öyle düşünüyordum ve karşı çıkıyordum. Her tarafı ayağa kaldırdım ve Diyarbakır’a gitme hazırlıklarına başladım. Evde yolculuk için hazırlık yaptığım bir gün telefon çaldı. Açtım, Agit…

Ankesörlü telefondan arıyordu. Yine sitem etti, niye zorluyorsun, niye herkesi arıyorsun falan dedi. Önce onu dinledim sonra da sadece görüşmeliyiz dedim. ‘Tamam’ dedi, ‘Esenler’e gel…’

Kalktım Esenler’e gittim. Orada bir evde kalıyordu. Yine ikna etmek için bir sürü şey anlattım ve o yine kendi bildiğinde ısrar etti. Ne yaptımsa ikna edemedim. Esenler’den nasıl ayrıldım bilemedim. Kaç gün sonra gittiğini öğrendim. Esenler son görüşememiz oldu. Peşinden gitmek, dağ-taş onunla dolaşmak, her yerde onu bağrıma basmak, korumak isterdim. Olmadı, olmuyordu…

Dağdayken hiç haber aldınız mı ya da görüşebildiniz mi? 

Uzun zaman haber alamadık. Telefonda bile görüşemedik. Birkaç yıl sonra Dersim’den bir fotoğrafı geldi. Dersim’de olduğunu öğrendik. Oradaydı, dağdaydı, arkadaşlarının arasındaydı…

DERSİM’E GİTTİK ÖRGÜTE GİT DEDİLER

Sonra yine uzun süre habersiz kaldık. Bu arada İstanbul’da üzerimizdeki baskılar armıştı. Her gün baskın, her gün hakaret baktık olmuyor, İstanbul’daki baskılar dayanılır olmaktan çıkmıştı ve bu kez yine mecburen yollara düştük.  Diyarbakır’a geri döndük.

Ölüm haberini ne zaman ve nasıl aldınız?

Televizyondan öğrendik. Evde oturmuş STERK TV izliyorduk. Haberlerde Agit’in ölüm haberini verdiler. İnsan inanmak istemiyor ama bizim televizyon ve Dersim diyordu. Çatışma diyordu, şehit diyordu, Agit diyordu…

Ertesi gün bizim gazetede de haber çıktı. Ama bize verilmiş bir bilgi, bir haber yoktu. Buna rağmen kalktık Dersim’e gittik. Oradaki yetkililerle görüştük. Bir komutana götürdüler bizi. Komutan çatışmayı doğruladı ama ‘elimizde ölü yok, örgüte gidin, ona sorun’ dedi. 

TAŞLARIN ARASINDA BİR CESED; AGİT

Malatya Adli Tıp’ta olabilir dediler. Oraya gittik yok dediler. Olay gerçek, oğlum şehit olmuş ama ortada cenazesi yok. Sağa sola haber saldık ve buradaki dostları ayaklandırdık ama bir sonuç alamadık.

Böyle epey bir zaman geçti. Her yerde Agit’i arıyoruz ama ne bir iz var ne de haber. Sonra bir gün bir telefon geldi. Bizim köyün muhtarı aradı. Nüfus sicilimiz hala köyün üzerinde bu yüzden Dersim’deki askeri yetkili köy muhtarını aramış. Ailesi gelsin cenazeyi alsın demiş.

 

Muhtar bize haber verdi. Bir de telefon numarası iletti. Dersim’deki askeri komutanın telefon numarası. Arayacağız ve sonra da gidip cenazemizi alacağız. Ben konuşamadım içimden gelmedi. Halbuki Agit için her şeyi ben yapıyordum, kimseye bırakmıyordum ama onlarla bu konuyu konuşamadım, konuşmak istemedim.

Bizim çocuklar konuştular ve sonra tekrar Dersim’e doğru yola çıktık. Yetkililerle görüştük. Bize cenazenin arazide taşlar arasında bulunduğunu söylediler. DNA için kan verdim. Bekliyorum oğlumu alıp geleceğim. Ama ‘burada yok’ dediler. Öğrendik ki cenazeyi İstanbul’a göndermişler…

Siz bütün bunları bir başınıza mı yaptınız? O zorlu günlerde yanınızda kimse yok muydu?

Pek kimse yoktu. O gün de yoktu, kemikleri toprağa verdiğimiz gün de yoktu. Eşim bile bundan 20 yıl önce bizi bu yüzden terk etmişti. Agit’in ölüm haberini alınca da kızımı aramış, ‘benim sözümü dinlemediniz, size müstehak gibi’ çok ağır sözler etmişti. 

Zaten cenazeye de gelmediler. Bir baba düşün, oğlunun cenazesine gelmedi. Birkaç samimi arkadaş, yurtsever dışında kimse yoktu yanımızda. Artık eskisi gibi değil. Zor günlerde çoğu insan köşesine çekiliyor, iyi günler de ise ortalık kaynıyor.

Dersim’de sonuç alamadan dönmek çok zordu ve ben çok huzursuzdum. Oğlumun Agit’im cenazesini almak, bedenini bağrıma basmak istiyordum. Bunun için oradan oraya koşturuyordum ama sonuç yok; oğlumun cenazesini göstermiyor ve vermiyorlardı. Böyle üç sene geçti. Geçti ama kabus gibi geçti.

3 yıl sonra mı tespit edildi Agit olduğu? Bu kadar uzun mu sürdü?

 Mücadele etmesen, peşinden koşmasan öyle kalacak. Kimsesizler mezarlığına, sahipsiz, kimsesiz, kimliksiz biri diye atacaklar. Bunu istemiyordum, buna dayanamazdım. Bu yüzden elimden ne geliyorsa fazlasını yapıyordum. Oğlumu bulacağım ve sizin elinizden alacağım diyordum.

İstanbul’a geçmiştim iken bir telefon geldi. Diyarbakır Adliyesine bir evrakınız var gidip alın dediler. İstanbul’dayım dönünce alırım dedim. Aklıma evraktan, mektuptan başka bir şey gelmedi. Çünkü yıllardır sürüyor bu yazışmalar. Ben daha Diyarbakır’a dönmeden bu kez Dersim savcılığından aradılar. Orada arayan görevli kadın, sanırım katipti, ‘abla’ diyordu bana. Gide gele artık birbirimiz tanımıştık. Sesini de tanıyordum.

O da bana, ‘ dosyanız gelmiş, sana iletmemiz gerekiyor’ dedi. Nedir dedim, ‘gizlidir’ dedi. Diyarbakır’a gönderin, ben de oraya gidiyorum dedim. Kaç gün sonra da Diyarbakır’a döndüm.

Sizce gerçeği neden söylemediler? Oğlunuzun kemiklerini teslim edeceğiz, gelin alın neden demediler? 

Bilmiyorum ki zulüm olsun diye başka ne olabilir. Sordum oğlumla ilgili bir şey mi diye, söylemediler. Deseler gidecek kendim alacak, bir tabuta koyacaktım. Ama haberim yoktu.

Diyarbakır’a döndüm ve emniyete gittim, oradan aldığım kağıtta ‘emanet’ yazıyordu. Diyarbakır Adliyesi’ne gittim. ‘Kemikleriniz gelmiş, kutunun içinde’ dediler. Baktım orada bir kutu var, ayaklar altına atılmış.  O kutunun içinde Agit’im var. İçimden baygınlık geçiriyorum, düştüm düşecek haldeyim. Bir yandan da Halise dikkat et, aman düşme, burada bu adamların önünde düşme, diz çökme, güçlü ol diyorum. Canım acısını  dindirmeye çalışıyorum.

Su getirdiler almadım, onları suyunu içmedim. Bekledim ayakta işlemler bitinceye kadar, dik durmaya, içimdeki acıyı, öfkeyi bastırmaya çalışarak bekledim…

Bir fotoğraf düştü basına. İçinde Agit’in kemikleri olan kutuyu dizlerinizin üzerine almış, derin düşüncelere dalmış bir haldesiniz. O fotoğraf nerede çekildi ve siz o anki hisleriniz neydi?

Dışarıda yağmur yağıyordu. Aldım kutuyu hiç kimseye hiçbir şey demeden eve geldim. Telefon edeceğim ama edemiyorum. Telefonu elimi alıyorum ama ekranda bir şey göremiyorum. Oğlumu, kızlarımı, kardeşimi arayacağım fakat arayamıyorum. Bir şey göremiyorum, telefona dokunamıyorum. Bir süre böyle geçti. Agit dizlerimde öyle kala kaldım…

KUŞATMA ALTINDA KONUŞMA YAPTIM; SLOGAN ATTIM 

Yurtsever dostlar, arkadaşlar, tanıdıklar geldiler. Başıma toplandılar ama ben oğlumdan ayrılamıyorum. Yüreğim o kutunun içindeki acı ile bana yaşatılan vahşet arasında sıkışıyor, ağlayamıyorum da. Agit’e sözüm var ağlamayacağım…

Cenaze töreni yapabildiniz mi peki? Agit’i toprağa nerede, nasıl verdiniz?

Köye götürdüm. Çok itiraz edenler oldu, olmaz diyenler oldu ama direttim. Bir gün oraya gidecek, orada özlemlerimizi gerçekleştireceğiz. Köyden başka yer olmaz dedim. Ama devlet izin vermiyor. Sadece birkaç kişiye izin var. Dört -beş kişiyiz ama biz gitmeden mezarlığı ablukaya almışlar. Gelenleri de geri çeviriyorlar. Koca köyden ama birkaç kişi evinden çıkma cesareti gösterdi. 

Bunu da unutmayacağım. Evden çıkanları geri gönderdiler ama onlar hiç değilse dışarı çıktılar, mezara, törenimize gelmek istediler. Fakat çoğunluk gelmedi. Hocaya bile izin vermediler. 

Ama olsun ben ve Agit buradaydık ve gerekeni yapacaktık. Kemikleri değil Agit’i görüyordum. O kemikleri tek tek Agit gibi bağrıma basıyor, ruhumun derinliğine görmüyordum…

Ona bakarak konuşuyordum. Etrafımızı asker ve korucular sarmıştı ama aldırmadım.

Agit dedim, sen benim onurumsun. Sen benim yoldaşım, canımsın. Sen halkın için hayatını verdin… Burada sesimi oldukça yükselttim, bütün korucular duysun diye yüksek sesle seslendim; Sen kendini  ve halkını üç kuruşa satan biri olmadın. Başı dik yaşadın, başımız senle diktir dedim…

HER GÜNÜMÜZ YASLI BİZİM

Kemikleri toprağa verdik, törenimizi yaptık ama köyde kalmamıza izin vermediler. ‘Emir böyle gideceksiniz’ dediler.

Bundan 27 yıl önce köyümüzü yakarken de ‘emir böyle gideceksiniz’ demişlerdi… 

Unutmam bu sözü, unutamam…

Son olarak bugün Anneler Günü; Sizin gibi evladını yitirmiş anneler için, evlat acısı ve hasreti çeken anneler için söyleyecekleriniz olmalı?

Kürt anneleri için böyle bir gün yok. Varsa da benim gibi annelerin bundan haberi yok. Her günümüz kötü bizim, her günümü kara, her günümüz yas içinde, acı içinde geçiyor.

Benim günüm yok çünkü benim günüm her gün acı içinde geçiyor. Oğlumun acısı, Agit’im acısı her gün ruhumu yeniden parçalıyor.

Anneler Günü varsa onlar için var; mutlu olanlar, evladı acısı yaşamayanlar, çocukları yanlarında olanlar için var. Bizim bu dünyada bir günümüz yok, belki ahirette olacak…

Son olarak diyeceğim şudur ki Kürtler kendilerine yapılan bu hakaretleri sindirmesinler, çekmesinler. Bana yapılan hepimize, herkese yapılan bana yapılıyor. Birlik içinde buna dur demek gerekiyor. Kendi onurumuza, değerlerimize sahip çıkmamız gerekiyor. Birlik olsak bunlar olmaz…

 

İlginizi Çekebilir

Sibel Özbudun: Üçlü kriz sarmalında insan manzaları
Müslüm Yücel: Çorba, panealtı, Cemil Meriç ve gol

Öne Çıkanlar