Türk devleti Kürtleri statüsüz bırakmak için yüz yıldır içeride en vahşi saldırganlığı sergilerken, devşirdiği çeteleri de kullanarak gelinen aşamada Rojava’nın da çok önemli yerleşkelerini işgal etmiş bulnuyor. Bununla kalmayarak tamamını işgal etmek için de fırsat kolluyor.
Gene bu güne kadar Güney Kürdistan’ı ekonomik ve siyasi olarak kuşatma altında tutarken, uzun yıllardır kimi alanlarda askeri üsler kurmuştur. Ermeni soykırımının yıldönümü olan 24 Nisan gibi sembolik önemi büyük bir zaman diliminde ise, coğrafyanın çok daha geniş ve stratejik önemi yüksek bölümünü askeri olarak işgal etmek için harekete geçti. Buna gerekçe olarak da PKK’nin alandaki varlığını ileri sürüyor.
Türk devletinin PKK’nin varlığını ileri sürerek, işgal girişimine meşruiyet üretmeye çalışmasında şaşılacak bir durum yoktur. Direniş hareketlerini katliamlara ve soykırımlara gerekçe yapmak, Kürdüstan’ı işgal etmiş tüm sömürgecilerin bilinen klasik tavrıdır.
Saddam’ın BAAS rejimi Enfal harekatları adı altında Kürtlere soykırım uygularken de, Halepçe’de kimyasal gaz kullanırken de ileri sürdüğü gerekçe, sömürgeciliğe karşı direnen Peşmerge güçleriydi. Mahabad’dan başlayarak tüm direniş hareketlerini vahşice bastırmaktan geri kalmayan Fars sömürgeciliği de, Suriye’de BAAS sömürgeciliği de aynı söylemi kullanıyordu.
Sömürgeciler katliam ve soykırım politikalarını direniş hareketlerinin varlığı üzerinden haklılaştırma yoluna gitse de, Kürt halkı ve direniş hareketleri bu politikalara karşı direnmekten geri kalmamıştır.
İşgal Girişimine İçeriden Gerekçe Üretmek
Türk devletinin ileri sürdüğü gerekçelere şiddetle karşı çıkmak, etkili bir şekilde mücadele etmek, her parçada tüm Kürdistanlıların asgari görevidir. Bu, aynı zamanda aydın tavrının sınandığı bir mihenk taşıdır. Ancak bu konuda ciddi bir sorunla karşı karşıya olunduğu açıktır.
Türk devletinin PKK’nin alandaki varlığını gerekçe göstererek, Güney Kürdistan’a işgal seferi başlatması, ne yazık ki kimi çevrelerde de aynı argümanlarla destek görmektedir. Bu kesimler her şart ve koşul altında işgale karşı çıkmak yerine, PKK’nin Güney Kürdistan’ı terk etmesi için adeta seferber olmuş durumdalar. Elbette bu bir teslimiyet dayatmasıdır. Bu teslimiyeti dayatanların önemli bir kısmı, sürgünde mültecileşerek, Avrupa yaşamının sunduğu konfor içinde umutlarını tüketmiş, zamanında temsil ettikleri örgütlerini tasfiye etmiş, ülkeleri ile fiziki bağları kopmuştur.
Kuzey Kürdistan’da yaşayanlar ise tüm enerjilerini salt PKK karşıtlığına hasretmiş durumdalar. Açık ki, bunların teslimiyetçi tutumları işgalcilerin en büyük desteği ve umudu olmaktadır. Bu işbirlikçi tutum, Kürtlerin tarihsel trajedisidir ve hiçbir izahı olmayan bir utanç örneği olduğu da çok açıktır.
Ancak uğursuz rollere soyunanların aksine, Kürt halkı kendi ülkesinde dört sömürgeci gücün egemenliği altında yüz yıllarca esaret altında yaşarken, her parçadaki direniş hareketlerini sahiplenmekten geri kalmamıştır. Her hangi bir parçada dara düşenlere, başka parçalarda yaşayanlar kapılarını açmış, himaye etmiştir. Çünkü parçalanmış Kürdistan yapay sınırlara rağmen halk nezdinde bir ve bütündür, tüm Kürdistanlıların ülkesidir. Bu birlikçi anlayıştan dolayıdır ki, en büyük himayeyi de Kürdüstan halkından her parçada olmak üzere, her dönem KDP görmüştür.
Mart 1975’te, Cezayir Anlaşması sonucu Irak’la anlaşan Şah Rejimi’nin ve ABD’nin sunduğu desteğin yitirilmesi sonucu, Güney’de yaşanan ağır yenilgi ve arkasından yaşanan yıkımın tasavvur edilemez düzeyde seyrettiği bilinmektedir. Bu yenilgi sonucunda, KDP yüzbini aşkın sivil ve peşmerge ile birlikte Doğu Kürdüstan’a çekilmek zorunda kalmıştır. Bu çekilme, ABD ve Şah Rejimi’nin telkini ile gerçekleşse de, asıl sahiplenen Doğu Kürdüstan halkı olmuştur. Hakeza Kuzey’e çekilen sayı da azımsanacak düzeyde değildir. Yaşanan yenilgi sonucu KDP’den ayrılan YNK güçlerinin de bu dönemde Rojava’ya çekildikleri biliniyor.
Kürt direniş hareketleri, tüm sömürgecilerin ittifakı ve uluslararası destekleri sonucu yenilgiler yaşarken, parça ayrımı gözetmeksizin halkın desteğiyle Kürdistan ülkesinde serbest hareket etme olanaklarına sahip olmaları, dün de bugün de olması gerekendir.
Kaldı ki bugün Kuzey Kürdüstan için bir yenilgiden bahsetmek mümkün değildir. PKK bir yenilgi sonucu buraya çekilmiş değildir. 1982’den beri bu bölgede yerleşiktir. Bu yerleşiklikte, coğrafya üzerindeki konumlanışın KDP ve YNK ile bağıtlanan bir protokol sonucu olduğnu da artık biliyoruz. Buna rağmen Türk sömürgeciliğinin dayatması ile ilişkiler gerilimli olmuş, zaman zaman Brakuji düzeyine varan çatışmalar yaşanmıştır. Sömürgecilerin tavrından medet ummak, ya da boyun eğerek teslimiyetçi bir politika izlemek, her zaman yaşanan çatışmaların asıl nedeni olmuştur. Türk devleti bugün de Kuzey’deki direniş hareketini ezmek ve ağır bir yenilgi yaşatmak için tüm olanaklarını seferber ederken, gene en büyük dayanağı işbirlikçe tavır ve tutumlar olmaktadır.
Güney Kürdistan’da ortya çıkan statü tüm parçalarda Kürdüstan halkının kazanımıdır. Bu kazanımların korunması, tüm güçlerin ortak görevidir. Gene Ortadoğu’da bölgesel hegemonya peşinde olan Fars ve Türk sömürgeciliğinin kuşatma ve ağır baskıcı politikalarına karşı, Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bu güçlerle diplomatik ilişkiler geliştirmesi olması gerekendir. Ancak içine girilen ekonomik, siyasi ve askeri ilşkilerin diplomasi ile izah edilir bir yanı yoktur. Türk devleti çok yönlü ilişkilerle burayı ağır bir kuşatmaya alırken, gelişmelere de önemli oranda yön vermektedir. Bunun Kürt siyasi güçleri arasında yaşanan gerilimlerin asıl nedeni olduğu görmezden gelinemez.
Güney Kürdistan’da İşgal Harekatına Karşı Aydın Tavrı
Bir çok kavramda olduğu gibi, aydın kavramı hakkında da öteden beri çok farklı tanımlar yapılmıştır. Ancak Gramsci’den Said’ten Sartre’ye kadar birçok düşünür, aydının özgün kimliğini onun hakikatle, doğruyla ve gerçekle olan ilişkisi bağlamında ele almışlardır.
Edward Said aydını iktidara karşı her şart ve koşulda hakikati söyleyen biri olarak tanımlar. Fransa’da Dreyfus Davası’nda Emile Zola’nın sergilediği tutum, aydın kimliğine en katıksız örnektir. Zola haksızlığa karşı hakikati haykırırken, Fransa’nın düşünen, yazan, çizen tüm bireyleri de tarafsız kalamayarak konumunu belirlemek zorunda kalmıştır.
Bu gün benzer bir durum Güney Kürdistan’da yaşanmaktadır. Burada yaşanan gelişmeler, tüm kesimleri hakikatten yana tutum alıp alamama sorunuyla karşı karşıya getirmiştir.
“Gerçeği söyleyeceğim… Benim görevim konuşmak, suç ortağı olmak istemiyorum… Benim tek bir tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka bir şey değil.” diyordu Emile Zola.
Evet, Türk devletinin Güney Kürdistan’ı işgal girişimi bir HAKİKATTİR. İleri sürdüğü tüm argümanlara şiddetle karşı çıkmak, GERÇEĞİ haykırmak durumunda olan aydın tavrının mihenk taşıdır. GERÇEK, soykırım yapan sömürgecilerin her dönem aynı gerekçeleri kullandığıdır. Bunu yapmayıp PKK’nin varlığını ileri süren her söylem, işgalcilerin değirmenine su taşır.
Şu kesin ki, bugün sürecin sıcaklığı içinde kimilerine hoş bir seda gibi gelen sözlerin, ortam yatıştığında yarına ağır utancı kalacaktır. Kendilerini aydın olarak niteleyenler bunu bugünden görmek durumundadır.
Elbette Kürt siyasi güçleri arasında sorunlar olduğu doğrudur. Bu sorunlar ve yaşanan gerilim eli kalem tutan tüm kesimleri tarafgir bir pozisyon almaya sürüklemiş bulunuyor. Ancak bu durum sorunların çözümüne katkı sunmadığı gibi, yangını harlamaktadır.
Hiç bir siyasi güç eleştirilerden azade değildir. Ne var ki bugün salt geçmişe odaklanarak rövanşist yaklaşmanın değil, Kürt siyasi güçleri arasında yaşanan gerilimi düşürme, sorunların diyalog yolu ile çözümüne katkı sunma ve yangını söndürme günüdür. Aksi halde Türk devletinin dayatması ve körüklemesi sonucu yaşanabilecek olası bir BRAKUJİ’nin vebali ve utancı yangına körük tutanların boynunda olacaktır.