Bizim devletimiz olmadı. Biraz itiraz edip, özgürlükler isteyince, karşımızda hep ‘’Ben Devletim’’ diyenleri gördük.
Devletim diyenler, tek parti, tek adam rejimleri, darbecilerdi. Emirlerindeki yargı, güvenlik güçleri, sermayeleri ve onları koruyan ya asker ya polis ya da tahsildarlardı.
Tek parti rejiminde böyleydi. Tek adam rejiminde de aynıdır değişmedi. Derin devletleri güçleri hak hukuk insanlık tanımıyordu.
Biz şüpheli olarak doğmuştuk. Doğum tarihimiz 01.01.başlıyor ve doğru değil.
Hezex’in şimdiki adı İdil ilçesinin Süryani Mahallesi’nde Nisan ayında Paskalya bayramında doğduğumu annem söylerdi.
Kimliğimin ön sayfasında doğum yerim olarak Harapşeref yazılıdır. Arka sayfasında Türkçe konulan adı bölümünde ‘’Dirsekli’’ geçiyor.
Mezopotamya’nın, Kürdistan’ın kadim topraklarında farklı inançların kimliklerin tarihin kültürlerin içinde büyüdük.
Tek dil, tek din, tek mezhep, tek bayrak, tek millet, tek devlet, resmi devlet görüşünün inkar, ret ve asimilasyon sarmalında.
Yaşama daha doğarken beş sıfır mağlup olarak başlamıştık.
Birincisi, sicil kaydı sabıkalı olarak fişlenmiştik. Miras yoluyla usul fürumuza intikal ediyordu.
Yani şüpheli olarak doğmuştuk. Kürd olmak devlet nazarında şüpheli yurttaş olmak için yeterliydi.
Devletin arşivlerinde hepimizin sülalemizin kaydı vardır.
Bir gün Meclis’te 1950 yıllarının dilekçe komisyonu kayıtlarını tarayan araştıran bir arkadaşım, bana zarf içinde bir fotokopi vermişti.
Açtığımda alim ve hoca olan babam hakkında, Molla Mustafa Barzani’ye yardım ettiği, peşmergelere yemek verdiği şeklinde bir ihbar dilekçesi vardı.
İkincisi daha doğarken ‘’Öteki’ ve ‘’Sözde’’ yurttaşlardık. İkinci sınıf yurttaştık, kimi zaman ‘’Hain’’ kimi zaman ‘’Düşman’’ kimi zamanda ‘’Terörist’’ olarak suçlandık.
Üçüncüsü, özgür değildik. Dilimiz, şarkılarımız, yasaktı, ana dilimizde okuyamadık.
Dördüncüsü adalet yoktu, hukuk yoktu.
Örfi idarelerden sıkıyönetimlerden, devlet güvenlik mahkemelerinden, özel yetkili mahkemelerden geçiyorduk.
Beşincisi, susturulan bir neslin ahfadıydık.
Çoktuk, milyonlarcaydık. Sesimizi çıkardık, ‘’devlet size ne yaptı’’ dediler. Hak istedik, ‘’Ya sev Ya terket’’ dediler.
Büyüdük avukat olduk.12 Eylül darbesinin acımasız günleriydi. Gözaltılardan işkencelerden zindanlardan geçirildik.
Siyasete atıldık, aldığımız milyonlarca oy yok sayıldı. Kürdün oyu geçersiz denildi.
Kürtlerin oyları sandıkları seçtikleri yok sayılıyordu. Seçilenleri yargılamadan terörist ilan edip,görevden alıp yerlerine kayyım atıyor, milletin iradesini gasp ediyorlardı.
Milletvekili olduk, mecliste, meydanlarda saldırılara uğradık, yaralandık ve üstüne üstlük cezalandırıldık. Kimimiz içerde, kimimiz sürgünde.
Hala arkadaşlarımız dört yılı aşkın süredir zindanlarda.
Statükoya karşı olanlar, statükoyu daha zalimce kullanmaya başladılar. Kendilerini kuşatılmış kalelerde hissettikleri Korku İmparatorluğu yaratmaya başladılar.
2000’li yıllarda Avrupa Birliği rüzgarları eserdi .Kopenhag Kriterleri için her gün uyum yasaları çıkarılırdı.
Avrupalı olacaktık. Özgürlük eşitlik adalet gelecekti.
Demokrasiye geçeceğiz derken, yol ayrımında Otokrasiye saptılar. Kopenhag Kriterleri gitti, Ankara kriterleri geldi.
AKP iktidarı ortakları FG Cemaati’yle kavgaya tutuşunca önce dershaneleri kapattılar.
Cemaat boş durmadı, Kürt sorununda ateşkes, çözüm süreci dinlemedi.
Seçilmişleri kelepçeleyip sıra sıra fotoğrafa çıkarıp operasyon zaferiyle naralar attılar.
17-25 Aralık 2013 operasyonu patladı. Önce MİT Başkanını gözaltına almak istediler.
Sonra dört bakanın ve çocuklarının içinde yer aldığı para kutuları, para sayma makineleri ve gözaltılar ortaya saçıldı.
İnternet ortamında telefon görüşmelerinde Başbakan ve oğlunun sesi yayıldı. Sonra şantaj kasetleri siyaseti salladı.
Darbeler tekrar gündeme geldi.
Bu sefer 15 Temmuz’da darbe girişimi iktidar ortağından gelmişti. Allahın lütfu deyip, OHAL ilan edip tüm muhalefete operasyon seçmeye başladılar.
Önce Kürtlerden başladılar. Sonra Aleviler, azınlıklar, sol muhalifler, gazeteciler, yazarlar, bilim insanlarına soruşturmalar açtılar ve KHK’larla hayatı zindan ettiler.
Devlet artık yurttaşlarının yüzde altmışı ile husumetli, mahkemelik davalık olmuştu.
Adalet hukuk özgürlükler bitmişti. Hak arama yolları kapatılmış faşizmin zorbalığın rüzgarları esiyordu.
MİT yasası değiştirildi. Güvenlik paketi çıkarıldı. Valiler süper yetkilerle donatıldı. Polislere bekçilere kimlik sorma sorgusuz sualsiz gözaltına alma yetkisi verildi.
Ben devletim sözlerini artık Kürtlerden başkaları da duymaya başladı.
Baro yasasında başkanlara yapılan engellemeler savunmaya yönelik saldırılar sürüyordu.
Hak Hukuk Adalet yürüyüşleri yapılıyordu.
En son dün akşam Hatay Baro Başkanı ailesiyle yemek yediği lokantada, ben devletim yetkim var, diyen polisler tarafından gözaltına alındı.
İstanbul Sözleşmesine karşı çıkan iktidar, kadınlara yönelik şiddette azmettirici rolü oynuyor.Failler korunuyor kollanıyordu.
Kadınlar siyah resimleriyle dünyayı sallarken, İstanbul sözleşmesi konuşuluyor.
Sosyal Medya yasakları Meclis’ten geçirildi.
Devlet kendi arşivinde sakladıklarını ınternetten sosyal medyadan silmek istiyor.
Unutulma hakkı ile işledikleri insanlığa karşı suçları gizlemek istiyorlar.
Yetmiyor, güvenlik ve soruşturma yasaları çıkarmak istiyorlar.
Türkiye büyük açık bir cezaevine dönüştürüldü.
Yasakların, keyfiliğin, hukuksuzluğun cenderesinde Ayasofya açılışları yapılıyordu.
Gündem saptırılıyor, hilafeti, harfleri, alfabeyi tartışmaya açıyorlardı.
Özgürlüklerin adaletin yok edildiği bir toplumda barış olmazdı.
Doğu Akdenizde, Libya’da, Ermenistan sınırında, Rojava’da, Başurda, memleketin dört bir sınırında savaş naraları atılıyor.
Artık özgürlük isteyen muhalifler herkes makul şüpheli haline geldi.
Kürtlere yapılanlara göz yumanlar bugün hedefte.
Ekonomik krizin tava yaptığı, açlığın feryatlarının yükseldiği bir Türkiye’de zulüm sınır tanımıyor.
Zamların ve savaş tam tamlarının fragmanları oynatılmaya başlandı.
Aslında biz bu devleti İstiklal mahkemelerinden tanıyorduk. İsyanlarda katliamlardan tanıyorduk.
Şovenizmin asimilasyonun inkarcılığın zulmundan biliyorduk.
Biz bu devleti 49’lulardan bugüne sıkıyönetim mahkemelerinde, bugün de SEGBİS ve sulh ceza yargıçlarının bitmeyen tutuklamalarından biliyoruz.
Yeşilyurt’tan, Roboski’den, Cizre, Sur, Silopi, Şırnak yasaklarından, oraya yapılanlardan, bodrumlarda katledilen yakılan insanların çığlıklarından tanıyoruz.
Biz bu devleti mübadele, göç, iskan ve zorla yerinden edinmelerde, 90’larda beş bin köyün yakılmasından, 17 bin 500 faili meçhulden, Ape Musa’nın, gazetecilerin Vedat Aydınların katledilmesinden biliyoruz..
Biz bu devleti darbeci iktidarları çok iyi biliyoruz. Ben devletim diyenlerin yurttaşın vergisinden beslenerek, iktidar emrinde yurttaşlara saldırısından biliyoruz.
Biz bu devleti mafyadan çetelerden, devlet adına katliam yapanlardan, suç organize şebekelerinden biliyoruz.
Biz devletiz diyenlerin ihalelerden, yolsuzluktan hırsızlıktan Karun olduklarını da biliyoruz.
Biz devletiz diyenlerin Hasankeyf’i nasıl suara göndüklerini, madenleri devletin mülklerini başkalarına peşkeş çektiklerini de biliyoruz.
Birleşmekten ve direnmekten başka yol kalmadı.
Yaşar Kemal’in sözleri çınlıyor kulağımda ‘’ya gerçek demokrasi ya da hiç’’ demişti.
Onurlu yurttaşlar olarak bu despotik yönetime karşı, meşru hukuki bir başkaldırıdan başka çare kalmamıştır.
Devletin onların olmadığını, Yurttaşa hizmet için var olduğunu gösterme zamanıdır…