Hasip Kaplan: Kırmızı Kar

Yazarlar

Çocukluk günlerimizde elektrik yoktu. Gaz lambasının titrek ışıkları kalın taş duvarlarda belli belirsiz şekiller çiziyordu. Evin topraklı damlı tavanında kavak ağaçları diziliydi,üzeri kamış saz ve toprakla örtülü olduğu için,  kocaman gölgelerin oyunu tuhaf bir duygu uyandırıyordu.  

Büyük odada, yerde kalın yün döşekler üzerinde, beş kardeş yanyana dizilmiş, soğuktan yorganları boğazlarımıza kadar çekmiştik.Dışarda bir haftadır aralıksız  lapa lapa kar yağıyordu.

Rüzgarın uğultusuna, kurtların uluması karışıyordu. Evimiz şehrin dışında, Kışla mahallesindeydi, ötede başka evler yoktu, harman yerleri vardı. Sesler kimi zaman yakından, kimi zaman uzaktan duyuluyordu.

Evin sevimli kedisi Cımbış’ın turuncu beyaz tüyleri kehribar gibi parlıyor, sıcak sobanın yanında ki mangalın altında kıvrılmış yatıyordu.Yerde kilimler üzerinde gulaf denilen kalın yün halılar vardı.

Duvarda kocaman bir Şahmaran resmi, birde hicazdan getirilen güzel desenli işlemeleri olan,ormanda küçük bir gölde su içen ceylanlı duvar halısı asılıydı.Köşede ahşap ve camdan bir büfe duruyordu.İçinde kahve fincanları, bardaklar, şekerlikler vardı.

Duvar diplerine dizili kocaman yün yastıklar,el işlemeli nakışlı kılıflar göze çarpıyordu.Ayrıca tahta bir sedir dikkati çekiyordu.Mangalda veya sobada sürekli duran lacivert çinko çaydanlıkta sıcak su her zaman hazırdı.

En çok çay içilirdi, sabah erken saatlerde veya akşam kahve keyifleri bir ayrıcalıktı.Durumu biraz iyi olan aileler, kahve bulabiliyordu.Kavrulan kahve taneleri, sarı metal el değirmeninde öğütülürken,taze nefis kokusu aroması odaya yayılırdı. 

Beyaz kristal küp şekerler çuvalla alınırdı.Evin bahçesinde ağaçlar karlar altında kaybolurken,bahçe köşesinde bulunan tuvalete ulaşmak için kardan koridorlar yapılmıştı.Ağaç dallarında biriken karlar,dam boyuna ulaşan karla buluşunca ilginç bir manzara oluşturuyordu. 

Toprak damın saçaklarındaki buzlar çıplak birer keskin kılıç gibi aşağıya sarkıyordu. Kapı önlerindeki buzlar kırılmış, düşmeleri halinde doğuracağı tehlikeli, sonuçlar önlenmişti.

Bacalardan tüten dumanlar, yağan kar taneleriyle buluşunca ilginç bir manzara oluşturuyordu.Sis duman kar taneleri, soğuk hava bir araya gelince,tüm canlılar sıcak yerlere kaçmıştı.Evin girişinde holde kesilmiş meşe odunları tavana kadar dizilmişti.

Yüzyılın en sert kışı yaşanıyordu.Toprak damlı evin saç sobasında meşe odunları yanıyordu,saçtan soba kırmızıya kesmişti. Babam çizgili pijamasıyla elinde demir maşa, kürek saç sobadaki közleri mangala yerleştiriyordu.

Annem  kuru üzüm, karpuz çekirdeği, cevizli sucuk, pestilleri hazırlamış, yeni kalaylanmış bakır tepsiler içinde önümüze koymuştu. Evimizde sadece Kürtçe konuşulurdu.Yakacak odunu, ekmeği, çocuklarına yedirecek yemişleri olduğu için Allah’a şükrediyordu. Babama seslenmişti, -odunu ekmeği olmayan yoksul aileler vardı, bu karda ne yapacaklardı.Gündüz ilk yapılacak iş ihtiyacı olanlara ulaşmaktı.

Kış hazırlıkları önceden yapılmıştı. Un, şeker, çay, eritilmiş tenekelere konan tereyağ, kavurma, peynir, pirinç, bulgur, pekmez, kilerde tel dolaplarda yerini almıştı.Meşe odunlar kapı girişinde düzgün bir şekilde kesilmiş ve dizilmişlerdi.Önde kuru odunlar, arkada kalın ve yaş olanları vardı.

Thames kamyonlarla, orman köylüleri tonu otuz liradan kapıya kadar taşırdı.Odun kırıcıları, keskin baltalarıyla gelir saç teneke sobalara sığacak büyüklükte odunları kırar sonra,bir dekoratör titizliği ile odunları estetik bir şekilde dizerlerdi.

Toprak damlı evlerde yaşıyorduk.Damda ki kar birikmeden özel kar kürekleriyle atılırdı. Bangor dediğimiz taştan kocaman  silindirlerle damda saman serpilerek,gezdirilir, ıslak ve çamur olan toprağın sıkılaştırılması,damın akmasının önlenmesine sağlanırdı.

Türkiye Cumhuriyeti 1923’ te ilan edildiğinde ilçemiz Hezex 1924 yılında Cizre’ye bağlı bir nahiye idi. 1937 yılında İdil olarak adı değiştirildi ilçe yapılmıştı.

Babam din adamı alimdi, halk Molla Ahmet derdi, sonra ilçenin ilk resmi imamı olunca resmiler memurlar hep Ahmet Hoca dediler. Büyük bir aileydik. Evleri toprağı ve maaşı olduğu için biraz iyice halli sayılırdı. Ellerinde maşa mangalın başında közleri eşelerken, anneme sesleniyordu.

-Allah yoksulların yardımcısı olsun. Bu kış, bu kar hiçbir kışa benzemiyor,yarın kar dam boyu olacak.Korkarım hayvanlar açlıktan kırılacak, yem yok, saman yok,ulaşım yok.Kıtlık alametleri var,kurtlar açlıktan şehre inmiş durumda. Hiç kimse bugünün hesabını yapmadı,allah korusun  salgın hastalık olursa ne yapacağız.

Yaşlı bilge, din adamı babam kaygılarını sıralarken son derece haklıydı. Kırmız karın yağdığı, sert geçen kışın bir benzeri daha önce yaşanmamıştı.

O tarihlerde İdil köy ile şehir arası bir şeydi.Merkez nüfusu dört bin,yüz kadar köy ve mezrası bulunduğu içinde toplam otuz bin civarında bir nüfusa sahipti. Şehir merkezinin yüzde doksanı Süryaniydi. Eski yerleşim merkezi,adı sonradan değiştirilen Timurlenk çeşmesinin üzerinden geçen cadde sınır sayılarak Aşağı ve Yukarı mahalle olarak ikiye ayrılıyordu.

Meryem Ana kilisesi ile eski değirmen arasında kalan parke taşlı caddeden iki araç zor geçiyordu. İlçe olduktan sonra şehrin yeni yerleşim mahalli yukarıya düz alana çekildi. Kocaman bir Hükümet Konağı, İlçe Jandarma Komutanlığı ve yirmi kadar, kırmızı çatılı memur lojmanı yapılmıştı.

Ailem, memurlar, Cizre ve Midyat’lı esnaf toplam otuz kadar müslüman aile vardı.Cizre Ulucami 639 yılında kiliseden camiye çevrilmişti.Ebül İz Ciziri Cizre’nin simgesi olan kapı tokmaklarını yapmıştı.

Babam ve arkadaşları İdil Merkez camisini burada yapmışlardı.Yeni yerleşimde geniş bir cadde yapıldı,adına Hükümet Caddesi denildi.Bu cadde aynı zamanda Süryaniler ile müslüman Kürtlerin yaşadığı mahalleleri ayıran doğal bir sınıra dönüşmüştü.

Aşağı Mahallede tarihi yapılar, Oli denilen,düz damlı iki katlı altı taş üstü toprak beyaz badanalı kerpiç evler ihtişamlı görülüyordu.Meryem Ana Kilisesinin Antakya Kilisesinden sonra yapılan ikinci kilise olduğu,metropolit düzeyinde dini temsilin uzun yıllar burada sürdürüldüğü söyleniyordu.

Kilisenin hemen üst tarafında tarihi Bapzeccal ateş tapınağı duruyordu.Kapısında tek pare uzun siyah bazalt taşlar ve harçsız kubbesinde yıllarca yanan ateşin izleri,isleri duruyordu.İki ibadet yerinin de tarihi çeşmenin yanında olması tesadüf değildi. Darius zamanında Persler’in önemli bir merkeziydi,uzun yıllar burada hüküm sürmüşlerdi.Hezex ismini buradan alırdı.

İlçenin yeni Yukarı Mahallesi, kırmızı çatılı lojmanları ve tek katlı evleriyle farklı duruyordu.Sanki farklı kültürler, yaşamlar şehre sihirli bir dokunuşta bulunmuştu. 119.Seyyar Askeri Tabur 1960 yıllarda şehre barakalar yapılarak yerleşmişti.

Kırmızı kar öylesine çok yağmıştı ki dam boyuna eriştiğinde artık eski ve yeni şehir aynı olmuştu.Karın altında tüten bacalar,gömüldükleri sessiz ürküntü veren kaygılar ve kaderde doğa herkesi eşitlemişti.Saati geldiğinde çalan kilise çanı ve müezzinlerin okuduğu ezan sesiyle duyuluyordu.

Gün ağardığında küreklerle karlarda yapılan suni merdivenlerle önce camların önü açılıyor,sonra damlarda karlar temizleniyordu.Karlar buz tutmuştu,üzerinde batmadan yürüyen insanlar bir araya geliyor açlığı, kıtlığı, kırılan hayvanları konuşuyorlardı.

Dışarı ile iletişimi kuracak tek araç, tiktaklı telgraf ve manyetolu telefonlardı. Ne yazık ki telefon direkleri yağan karın yükünü taşıyamamış devrilmişlerdi.Telefon hatları kopmuştu.Artık büyük şehirlere vilayete Mardin’e, başkent Ankara’ya ulaşmakta mümkün değildi. Devlet, Hükümet yardım sesini duyamayacak, imdada yetişemeyecekti.

İkinci dünya savaşı sonrası yaşanan kıtlık,çekirge sürüleri henüz geride kalmıştı.Vebayı, kuraklığı ve kıtlığı bilen halk, kırmızı kara karşı hazırlıksız yakalanmıştı.

Şehrin müslüman din adamları imamlar, Hristiyan papazlar, Ezidi halkın bilge temsilcileri dini şeyhleri, muhtarlar kanaat önderleri bir araya geliyordu. Devleti temsil eden Kaymakam, Nahiye müdürleri,posta müdürü,inhisar müdürü,Jandarma Komutanı bir araya gelip, neler yapabileceklerini konuşuyorlardı.

Diğer yandan kırmızı kar felaketinin,müthiş doğa olayının nedenleri üzerinde bir tartışma başlamıştı.Varsayımlar, efsaneler, mistik görüşler, kader, her şey konuşuluyordu. Kıyametin alameti olup olmadığı tartışılıyordu.Sabahları buz kesen üç metre karın üstünde dolaşıp gezen,  çocuklar tahta kaydıraklar bulmuş,kayıyor,karın keyfini çıkarıyorlardı.

Kar neden kırmızı yağmıştı.Günlerce yağan kar, beyaz değildi. Kürtçe Berfa Sor denilen Kırmızı Kar nedenleri konusunda muhtelif görüşler,rivayetler dolaşıyordu.Allahın hikmeti diyenler, kıyametin alameti olarak görenler vardı. Halk şaşkındı, belirsiz günlerin kaygısıyla, dayanışmayı güçlendiriyordu.Yoksul ailelere yardımlar yapılıyordu.

Çok az kişi bilimsel izahlarda bulunuyordu.Petrol bölgesinde yaşıyorduk, çöller yakındı, patlayan yanardağlar ise uzaktaydı.Nerden geldiyse bu hava tabakasından düşen kar tanecikleri kırmızıya dönüşüyordu.

Kiliselerde, camilerde dualar okunuyor, bir araya gelen halk çare arıyordu.Günler geçiyor, yemekler, stoklar tükenmeye başlıyordu.Buğday ekmeği lükstü,arpa ve darı ekmeyi bulmak büyük şanstı.Yollar kapalı,kurtlar açlıktan gündüzleri dahi şehre inmeye başlamıştı.Akşam karanlığı erken çöküyordu.Gaz lambaları, denizci fenerleri Çıralar tek aydınlanma aracıydı,gaz stokları azalıyordu.

Uzun gecelerde çocuklar büyüklerden masallar dinleyerek uyuyordu.En çok Şahmeranı severlerdi. Mem u Zin destanı şiir gibi okunurdu.Hava  kararır, pencerelerde cılız ışıklar, şehir karanlığa gömülürdü.

Bacalardan tüten dumanlar, havlayan köpekler, karın kokusu şehre düşmüş esir almıştı. Gece ürkütücüydü,yalnızlık çaresizlik hissi veriyordu.Evlerine çekilen insanlar kaygı içinde yaşıyor, yarına umutlarını yitirmeden uyumaya çalışıyordu.

İdil’de günün ışıması başlı başına bir olaydı.Doğuda Cudi dağının arkasından kopan kızıllık  yerini turuncu, mor, mavi renklere bırakırdı.Berrak aydınlık, Kasrik boğazından Gabar dağlarına yayılırdı.Her yer kar kırmızı beyazdı.Ayaza kesen  sabahlarda, karlar  kristal parlaklığında berrak bir güne uyanılırdı.

Çocuklar sabahın soğuğunda, annelerinin ördüğü yün çorapları giyer,mercimek çorbalarını içip, oyun takımlarını,teneke ve tahta kızaklarını alıp, kaymaya giderken gökyüzünde demir kuşlar belirmişti.

İki üç keşif veya zirai ilaçlama uçakları gibi, pırpırlı şehre doğru alçalıp torbalar atmaya başlamıştılar. Bunu ilk keşfeden biz çocuklardık, arkadaşla koşarak  torbalara korka korka yaklaştık. Silahmı cephanemi tehlikeli bir şey mi diye bakarken, patlak torbalarda arpaları görüp sevindik. Kızaklarımıza koyabildiğimiz  kadar arpa koyup büyüklere ulaştırıp müjdeyi vermiştik.

İdil’e yardıma ulaşmıştı. Arpa hayvanlar için yem, insanlar için ekmek demekti.Açlıktan kırılan hayvanlar artık kurtulacaktı.Kadınlar arpa ekmeği kuru olduğu için soğanla yoğurup, yağlayarak tandırda veya saçta pişiriyor,sıcak sıcak ekmekleri dağıtıyorlardı.

Arpa ekmeği sıcakken çok tatlı oluyordu, kuruyunca da sert ve kuru olduğu için lokmalar boğazdan geçmezdi. 

Şehir halkı gökyüzünü gözlemeye başlamıştı, uçaklar yaklaşıp şehrin farklı yerlerine arpa torbaları atıyor sonra gözden kayboluyordu. Halk sevinçle bir oyuna dönüştürmüştü.Karada bir av çeşidi olan Hele çıkmış gibi mutluydular.

Hel karlı uzun kışlarda halkın,silahsız sadece sopa ve tazılarla çıktığı bir geleneksel av oyunuydu. Avlarını kovalar yorgun aç ve takatsız keklikleri, tavşanları elle yakalarlardı.

Ava çıkan grup geniş bir halka çizerdi.Keklik, bıldırcın, tavşan ne varsa peşlerine düşerdi. Soğukta üşüyen aç kalan hayvanlar takatsız kalır düşerdi.Av partisi sonrasi yakalananlar katılanlara eşit bölüşülürdü.

Uçaktan atılan arpalar nüfus ve ihtiyaca göre şehirde dağıtılırdı.Kuru ot, saman, zaten bitmişti.Arpa torbaları kurtuluşları olmuştu. Yağan kar durmuş birkaç gün buz kesen ayazdan sonra, bahar yağmurları başlamıştı.

Karlar eridiğinde güz çimleri gözükür yeşil ve beyaz buluşurdu.Karların erimesiyle dereler ırmaklar taşar,Saklan deresinin sularının gümbürtüsü çağıltısı şehirden duyulurdu.İdil’in içinde gölden, Bayara sırtlarından kuyulardan akan sularla beslenen  dere coşmuştu. İnişli kayalıklı yatağını taşmış zaptedilmez akışı hırçın dalgalarının sesleri kerpiç taş evlerde yankılanıyor geçit vermiyordu.

Karların erimesi yağışların başlamasıyla damlarda özel ve yoğun bir bakım başlamıştı.Toprak önce tuzlanır,sonra saman serpilir ve üzerinden bangörle geçilirdi. Bangöre (silindir) V şeklinde bir tahta veya demirden yapılan alet iki ucundaki deliklere takılır çekilerek dönmesi sağlanırdı.Çoğunlukla siyah bazalt taşlardan yapılırdı,arada beyaz taşlardan yapılanlarda olurdu.  

Evin erkekleri bitişik damlarda çalışırken,dam muhabbetleri de başlardı.İdil’de halkın çoğunluğu Kürtçe konuşurdu. Süryanileri, Süryanice ve Arapça, Ezidiler de Kürtçe konuşurdu. Okullar açılıp resmi daireler çoğalınca Türkçe üçüncü dil olmuştu.

Okullar açılmış,dersler başlamıştı.İlk okulda önce bize Türkçe öğretiliyordu. Kulak deniliyor,hep beraber kulak diye bağırıyorduk.Sonra göz burun taş toprak ekmek  deniliyor,beyaz sayfalarda ilk elif çizgili derslere başlıyorduk.

Yıllar sonra önce Süryaniler,sonra Ezidiler Avrupa’ya göç etti. Doksanlı konsept yıllarında müslümanlar yakılan köylerin faili meçhul cinayetlerin ardından göç ettiler.

Bugünlerde tek adam başkanlık rejimin beş yıldır sürdürdüğü Kürt düşmanlığının saldırganlığının ardından yeni göçler başladı. 

Kürdistan oğrafyasında devletin resmi ideolojisi, zulüm red inkar asimilasyon, ırkçılık ayrımcılık tüm hızıyla sürüyor.

Çocukluk düşlerimizden geriye kalan anılarımızda,farklı halkların inançların insanların güzel birliktelikleri dayanışmaları olurdu.

İlginizi Çekebilir

Halil Dalkılıç: Ji bo Kurdî helwest û vîneke siyasî divê
Suna Arev: Arguvan’dan Bir Ses

Öne Çıkanlar