İnan Kızılkaya: Aysel Tuğluk’a cevabımız…

Yazarlar

   “Nisan, en zalim ay; doğurtur

   Leylakları, ölü topraktan; harmanlar

   Anıyı ve tutkuyu; kışkırtır

   Ölgün kökleri bahar yağmuruyla.”

 

T.S. Eliot, Çorak Ülke şiirinde yukarıdaki dizelerle cendereye sıkışmış ruhlarımızı ne iyileştirir sorusunu sorar bir bakıma. Kimilerince yirminci yüzyılın en önemli şiiridir ve Eliot, Nisan ayı ile insan arasında bir sır varmış gibi kulaklarımıza kelimeleri fısıldar. Ne kadar seslensek hayata o kadar Nisan bize yanıt verecektir belki de. Çünkü bahara doğurur bizi Nisan ve ruhlarımız dağlarda eriyen karın karıştığı vadilerde rüzgarla şifa bulmayı diler.

Aysel, sen susarken sadece kendi adına değil, bir halkın kanayan yarası barışa duyulan hasret gibi sustun. Suskunluğunla, belleğimizi bize hatırlattın. Bellek acı verir çünkü, içinde yenilgi de yatar yengi de. Hele büyük uğraşlar sonucu yaratılan barış ihtimalinin ortadan kaldırılması ile memleketin susturulduğunu bilmek acıyı daha da katmerli kılıyor. 2012’de açlık grevlerinin bitirilmesiyle İmralı’da başlayan görüşmeler sonrası umuda yol açan diyalog sürecinin sürdürülmesiyle geçen 2,5 yıllık zaman dilimini sanki tarih öncesinden kalma bir anı gibi hatırlıyoruz.

Sürecin bozulması için bir çok provokasyonun gerçekleştiği o dönemde devlet içindeki bazı güçlerin Dicle Üniversitesi’ndeki Hizbullah taraftarı öğrencileri yurtsever öğrencilere saldırtmasıyla gelişen olayların son bulması için gösterdiğin çabaya tanığım. 1990’ların kirli savaş kültürünün taşıyıcısı olan malum örgütün taraftarlarının sırtı  sıvazlanarak çatışma yaratmasına ses çıkarılmadığı gibi yurtsever öğrencilerin tepki gösterdiği polisin taraflı tavrına da soğukkanlılıkla karşı durdun. Üniversiteden öğrencileri otobüslerle tahliye etmeye çalışırken ‘torpilli’ öğrencilerin polisin gözü önünde attığı şişeyle başından yaralandın. Gerginliği bitirmek adına yurtsever öğrenciler ve rektör ile geliştirmek istediğin diyalogdan rahatsızlık duyan malum örgüt ise yayın organlarında senin çabanı çarpıtarak suçlayan bir dille haberler yaptırmıştı. Yine bölgedeki çatışma alanlarında gerilla ve güvenlik güçleri arasında herhangi bir olumsuzluk yaşanmaması ve yakalanan barış ihtimalinin kaçırılmaman için elinden geleni yaptığını biliyoruz.

 İŞİD’in Kobanê kuşatmasına karşı 2014’te Eylül ayında sınır boyunda nöbet tutanlara saldıran güvenlik güçlerine karşı attığın taşı sayfalarına taşıyan iktidar basını seni hedef göstermişti. Kendi konforunu hiçe sayarak halkının mücadelesine ikirciksizce katkı sunmaktan bir an geri durmayan hareketlerin hep iktidarın gözetimi altındaydı. İktidar da biliyordu ki o ‘taş’ sembolikti. Ortadoğu toprakları alışıktı o ‘taş’a. Edward Said’in 2000 yılında Lübnan sınırında sembolik olarak İsrail kontrol kulesine attığı ‘taş’ da gündem olmuştu. Öyle lanse edildi ki bir akademisyen nasıl taş atabilirdi? Liberal dünyanın her sorun karşısında tarafsız olmasını istediği ‘aydın’ nasıl şiddete başvurabilirdi?

Öncesinde ise ‘taş’, M.Ö. 11. yüzyılda aynı soydan gelen İsrailoğulları ve Filistinlilerin savaşında Davut ile Golyat’ın düellosundaki meşhur hikayede geçer. Eski ve Yeni Ahit ile Kur’an’da geçen Kenan ülkesindeki hikayede kimsenin karşısına geçmeye cesaret edemediği 3 metrelik dev cüsseli Filistinli Golyat’a karşı İsrailoğulları’ndan tıfıl delikanlı Davut’un zırh kuşanmayı reddedip sapanıyla attığı ‘taş’ın hikayesidir. Golyat devrilir ve yenilmez savaşçılarını kaybeden Filistinlilerin cesareti kırılır ve savaşı bırakarak kaçarlar. Devin kolları kesilerek tapınağa konulur.

 O taşın anlamının sembolik derinliğine karşılık iktidar için önemi ise korkusunun sembolik zayıflığıdır. İktidar ne kadar korkarsa şiddeti de o denli arttırır. O ‘taş’ı atma cüreti cezalandırılmalıdır. Çatışmasızlık sürecinde gelişen diyalog sürecinin müzakereye evrilmesini istemeyen iktidar, içerde bozamadığı süreci dışarıda İŞİD’i destekleyerek Rojava’daki direnişi kırarak bitirmek istedi. Kuzeyde halkın aktığı Suriye sınırındaki tepkiler iktidarı zor durumda bırakırken, Kürtlerin barışı pasif bir durum olarak algılamayıp bizzat sürecin asli unsuru olma tavrına kayıtsız kalmayacağı belliydi.

 7 haziran seçimleri ise İmralı’da sürdürülen diyalog sürecinin bölgesel zeminde kime alan açtığını göstermesi açısından herşeyi apaçık gösterdi. Bu toprakların en temel ihtiyacı olan toplumsal barışın sadece siyasal iktidarı değil onun dayandığı kurumsal aygıtı da dönüştürme potansiyeli elbette hem yönetenler hem de yönetilenler için ezber bozucuydu. Pusuya yatan kurt gibi dişlerini bileleyen iktidar öncesinde hazırlığını yaptığı diyalog sürecini kendi istediği ortamda bozma şansını yakaladığını düşünerek karşı atağa geçti. Ardı sıra patlatılan bombaların tedirginliğiyle gerilen seçimde iktidar istediğini aldı.

Sonrası tufan günleriydi. Kürt şehirlerindeki çatışmaları naklen maç seyreder gibi izledik. Bodrumlarda yakılan gençleri, cesedi çürümesin diye buzdolabında saklanan çocukları, cesedi sokakta bekletilen kadınları gördükçe bir labirentin içinde yönünü bulmaya çalışan uyurgezerler gibi nefes alıp verdik. Bir zamanlar beraber çökertmeye çalıştıkları Kürt siyasetini tasfiye etmekte iman edenler emellerine ulaşamayıp, birbirine çelme takmaya başlayınca darbeye giden süreç yaşandı. Sonrası da yine demokrat kesimlere ve Kürtlere karşı topyekün bir saldırı dalgası başlatıldı. Tüm kazanımları bertaraf etmeye ant içmiş eskinin ve yeninin tüm devlet aparatları anti-Kürt ittifakında yemin etmişçesine ortaklaştılar.

Aysel, gözaltı ve tutuklama furyasından sen de nasibini aldın. Kendi zamanının kurdu olanlar bir gün mahpusluğu yaşayabileceğini hesap eder ve bununla baş edecek dirayete de sahiptir. Tufan koptuğunda kaçmak yerine sarıldığı arkadaşları, davası ve toprağı vardır. Sen de helal süt emmiş bir annenin evladı olarak göğsünü siper ettin inandıklarına ve haklı bir mücadelenin savunucusu olarak zindana atılmayı dert etmedin. Annenin mezarına yapılanlar ise bir toplumun nasıl toplum olma vasfını yitirdiğini gösterdi. Asıl tufanın kopması gereken nokta burasıydı. Halkların kardeşliğini her zorlukta haykıran sen annene karşı son vazifeni yerine getirirken kardeş bellediklerinin yaptığı muameleyi kabul etmedin, edemezdin. Sonrası derin bir sessizliğe gömüldün. Artık sormamız gereken soru ölülerimizi yan yana gömmemeyeceksek dirilerimiz nasıl yana yürüyecek sorusudur. Susmanla, herkese ve insanım diyen herkese cevaplaması gereken ve de siyaseti de yeniden tartışmamızı gerektiren bir soruya cevap verme mecburiyetinde bıraktın.  

  ,,,,,,

 Kazancakis, İspanya -Yaşasın Ölüm- kitabında, “İspanyol yalnızlığın evlatları gibi sessizdir. Konuşması için (o zaman da kolay kolay susmaz) kışkırtılması gerekir” der.

Kazancakis’in “yalnızlığın evlatları” tabiri İspanyollardan daha çok belki de Kürtleri tanımlıyor. İspanya İç Savaşı’nda (1939-1939 yılları) Cumhuriyetçiler yenildi belki ama dünyaya seslerini duyurabildikleri gibi entellektüel camianın da desteğini hep gördüler. İnsanlığın yüreği Cumhuriyetçiler ve onları destekleyenler için attı. Kendi habitatında söz ve karar alabilme hakkı tanınmayan Kürtlerin ise yüzyılı aşan özgürlük istemlerine insanlık güçlü bir ses veremedi. Kürtlerin görece medeni dünyanın gündemine girebildiği bu zaman diliminde bir değil birden çok bölgesel gücün baskısını dengeleyen dünyayı sömürenlerin azami çıkarlarının peşinden koşarken araçsallaştırılan bir topluluk olmaya itiraz ettikleri aşikar. Uluslararası alanda asgari destek görmeleri bile elinde kurtuluş reçetesi olduğunu iddia eden egemen ulus aitliğinden kopamayanlar tarafından hoş karşılanmıyor. Her koşulda ve sıkıntıda yüreğimizi soğuran acımızı başkalarının hissedebilmesinin getirdiği hafiflemedir.

Ama eşitsizliğe ve baskılara rağmen ortak bir hayatın olabilirliğine yönelik inancın hasar görmesi geri dönülemez sonuçlara yol açabilir. Bu topraklarda gün geçtikçe aslında aşınan hakikatin kendisidir. Erdemin kollarının kırıldığı zamanlarda kardeş bildiklerimizden gür bir sesin çıkmaması kıyas kabul etmez bir yaradır. Bu yaraya da parmak basarcasına Aysel, susmanla ezberimizi bozdun. Muktedir karşısında bugüne kadar serzenişte bulunan, talepte bulunan ve alttan alta örülen pasif bir tutumu karşı da bizi de ayıktırmak istiyorsun.

Susman yeni bir dile ve mücadele hattını da düşündürten bir eylem çağrısıdır. Belki de kardeşlik söylemin örttüğü gerçekle yüzleşmemizi sağlayabilir. Çünkü annene reva görülenler öyle kolay kolay sineye çekilecek gibi değil. Belki kardeş bellediklerimizden insanlığından utananlar vardır. Evet onlara insan diyoruz ve de gurur da duyuyoruz. Evimizin kapısı da gönlümüzde onlara hep açıktır. Pasaporta içi ısınmayan halkın fertleri olarak hayata bakışımızda hep yatay oldu. Bizi seveni biz sevdik, hatta bize düşman olana bile biz düşman gibi bakmadık. Soframızda hep bir kaşık fazla tuttuk, tanrı misafiri gelir diye. İsmini, nesebini sormadan ağırladık, altına döşek serdik. Aynı coğrafyada birlikte yaşamanın erincine varmak istedik.

Ama gel gör ki ölülerimize yapılan muamele fethedilen bir toprak, topluluk ve kültürün ötesinde artık insan olarak görülmeyen sömürge bireylerinin bedenlerinde üzerinde tam bir kontrol sağlama mantığının tezahürüdür. Artık saldırılan geçmiş ve gelecek arasında bir aktarım olan ‘mezar’ın da doğrudan hedef alındığının aşık bir işareti. Çeşitli tarihlerde çatışmalarda ölen PKK’lilere ait Bitlis kırsalında farklı yerlerde gömülmüş olan 282 cenaze, çözüm süreci döneminde Yukarı Ölek Mahallesi’ndeki Garzan Mezarlığı’na nakledilmişti. 2017 yılında Bitlis’te Garzan Mezarlığı’ndan çıkarılan 261 PKK’li cenazenin İstanbul Kilyos’ta otoban kenarında üst üste usulsüzce gömüldüğü ortaya çıkmıştı. Bu da gösterdi ki iktidarın politikaları sonucu ölümün bir politik malzeme olarak kullanılması, karşı karşıya olunan saldırı dalgasının boyutunu göstermesi açısından tam bir ibretlik durum.

  ,,,,,

 Evet Aysel, annenin gömülme hakkına tecavüz edilince canından can koptu. Ve biz ne kadar konuşsak sen o kadar susacaksın. Belki de kendi çıkmazımızın farkında olarak, yüzümüz yok sana bunu söylemeye. Ama işte bahar geldi hem de gecikerek ve de mevsimlere sulanan insanoğlu/kızı umut etmek istiyor işte! Kış ile bahar arası ayı Mart koca bir yılın sancısını çekerek Nisan’ı doğurur. Mart ayı çetin ama zorluğun bilmecesini çözen bir anahtar, Nisan ayı ise şairin dediği gibi yılın en zalim ayıdır. Hem aynı şekilde en nazik ve en bahtsız aydır da. Nisan naziktir çünkü umut adına katlandığımız şeylerin arasından sızan bir ışık huzmesidir. Bahtsız çünkü iyi niyet dileklerinin ve iyimserlik modunda koca bir yılın olumsuz tüm hikayelerinin hesabının sorulduğu aydır. Öyle ki her ay Nisan’a göre kendini ayarlar. Göğeren başaklardan da onu koparanlardan da; zamanın ilerleyişinden de o sorumludur. Yarına dair umut sepetinde hiçbir dikene yer yoktur; sanki bir aydan daha çok doğanın görsel şöleninin dışavurumunun ta kendisidir. Her ayın ayıbını kapatmakla mükelleftir. Kötü bir gidişattan ve de en ufak bir sıkıntıdan Nisan daha en baştan suçludur. Hayatın cömertliğini başımıza kakmadan sunan bir candır. Çünkü Nisan’a göre hazırlık yapmaz insan, bilir eninde sonunda tabiat çağıldayacaktır ve kendini serecektir önümüze. Döngüsel zamanın ihtişamıyla yüreğimize umut dolacaktır. O nedenle zarif bir aydır ve her güzelliğin başlangıcıdır da.  

 Tam kışı atlattığımızı düşünürken Mart resmen bize adeta nanik yaptı. Beklentimizi kamçılayan çetin geçen soğukların sonunda bahara ha vardık ha varacağız derken Mart ayında kışı aradık. Doğa artık daha fazla erteleyemeyeceğinden Newrozun yüzü suyu hürmetine bahara kapı araladı. Karda kıyamette gerçekleşse de Newroz umut oldu karamsarlığımıza. Halkın çoşkusu bizi ısıtırken, genç kadınların gülüşleri ise egemenleri korkuttu. İstanbul heyecanı ve kalabalığıyla, Amed ise her zamanki görkemiyle kendini gösterdi. Rengarenk fistanlarıyla Botanlı kadınlar engellemelere rağmen evlerinden sokaklara oradan alanlara aktı. Hiç susmayan direniş sevdasında halaya durdular. Bahar muştusuyla şarkılar söylendi, Aysel, yaşatılan olumsuzluklardan ise sana bahsetmeyeceğim. Bayram havasında kutlanan Newroz’da güzele, iyiye ve neşeye olan düşmanlığıyla iktidar bizi şaşırtmadı desem yeterli olur.

 ,,,,,

 Aysel, memleketi yaşanmaz hale getirenlere karşı en yüksekten uçan kartallar gibi bu dünyanın kirinden ve pasından beslenenlere karşı duruşunla uzun süre hastalığınla ilgili dışarıya bilgi verilmesini istemedin. İktidarın güdümündeki ilmi sıfatı taşıyan kurumların verdiği raporlar ise her değerin nasıl pespayeleştiğini ortaya koyuyor. Nefsini körelten asaletinle bize aslında kimin mahpus ve de kapatıldığına dair cesurca soruyu yüzümüze çarptın. Cevabımız bizim insanlığımıza dair kararlılığımızın işareti olacak… 

 

 Ingeborg Bachmann dizeleriyle;

 

 “Gidiyoruz, tozlanmış onca yitirişten

 Nicedir katılaşmış yüreklerimizle.

 Yalnız bizi dinlemeleri değil mesele,

 Sağırlaşmışlar da üstelik tozlanmış

 İnlemeleri duyup yakınamayacak kadar.”  

 

İlginizi Çekebilir

Kemal Okutan: Türk yöneticiler yerel demokrasiye neden karşı?
Canan Sinanyan: Güle güle Dayday Margosyan

Öne Çıkanlar