Tarih tekerrürden ibarettir. Kimi toplumların “kandırılmak” gibi psiko-sosyal alışkanlığını hiç bir tarihsel vaka değiştirememiş, değiştiremez. Kimileri de kendi varlığını ve çıkarlarını koruma görevini güç yetirdiği zayıf toplumlara vererek sürdürmektedir. Bunlar, vuku bulan ciddi küresel hadiseler kendi ulusal geleceğini tehdite yöneldiğinde hemen değişirler; yani eskiye göre şartlar kendi aleyhine evirildiğinde karşıtlarına yakınlaşırlar; inkâr ve imhayı dayattığı tebaalarına bu kez sevimli görünmeye başlarlar. Birincisi, ontolojik varoluşun önünde engel teşkil eden hasımların tebessümünü bile lütuf kabul ederken; ikincisi maraba gibi kullandığı kesimler üzerinde ağalık saltanatını tahkim ederler; inşa ettikleri uydurma efendilik hakkından asla taviz vermezler. Neden mi? Çünkü ayaklarına kapanma alışkanlığından kopamayan zavallılardan yararlanmak da bir çeşit efendilik yetkisini doğurur.
Güdümlü / bağımlı toplumlara edilen küçük bir iltifat bile hasımlarına itaat etmeleri için kâfi bir ödül sayılır. Tescilli cellatları tarafından tarih boyunca kolayca idare edilmiş olmaları da bu nedenledir. Keza özgür olmalarını sağlamada tarihin pek çok defa sunduğu muazzam fırsatları değerlendirememiş olmaları da aynı talihsiz nedene dayanır. Bu durum, Kürdün muarızlarından yüzyıllarca gördüğü hasmane tutumlardan hiç ders almadığını gösterir. Adil olmayan yönetim ve yöneticilere yapılan yersiz ve haksız itaatin sonu, bütün haklarıyla birlikte dikkate alınmamaktır.
İşgalci, sömürgeci ve asimilasyoncu güçlere gelince; onlar, kendi etnik ve kültürel kimlikleriyle özgür yaşamayı talep eden halklara imkân tanımazlar; onları her fırsatta terörist diye yaftalamaktan, bu yönde uluslararası bir algı yaratıp itibarsızlaştırmaktan geri durmazlar. Cumhuriyet döneminde onlarca toplu katliam yaşattığı; aydınlarını, önderlerini ya görevden el çektirerek ya da zindanlara, sürgünlere mahkûm ederek cezalandırdırmaktan da çekinmemişlerdir. Bunların demokratik işleyişte bile temel siyasi politik duruşu, siyasi iradesini kayyumla kırdığı Kürd’ün özgürlük umudunu yok etmektir.
Dış güçlerle karşı karşıya geldiklerinde işin rengi hemen değişir. Zira içeride yıllarca zulmettiklerine konjonktürel davranmakta deneyimlidirler. Birliğini kuramamış, geleceğini tayin edememiş zavallıları, başlarını hafifçe okşayarak kendileri için savaşabilecek fedailere dönüştürebilirler. Yani biri kandırmakta, diğeri kandırılmakta ustadırlar bunlar. Her iki yapı da hallerinden memnundurlar, değişmezler. Yeryüzü beşer âleminde bu iki sabit sosyolojik vasfı taşıyanlara benzer bir halk var mıdır, bilinmez ama varsa da geçmişte büyük savaşlara sahne olmuş kadim Anadolu topraklarında bunlardan daha ilgincine rastlanmaz. Yine bölgesel savaş tamtamları çalıyor ve biri hariç, güç gösterisindeki taraflar arasında birbirlerini alt etme yarışı başlıyor.
İçinde yaşadığımız süreçte Ortadoğu kanlı bir savaş sahnesinde kaynıyor. Burada örgütlenmiş 4 H’li silahlı vekil çeteler (Haşdi Şabi, Hizbullah, Husiler, Hamas) uydurdukları dini inançları doğrultusunda dünyayı kan dökerek değiştirmeye çalışıyorlar. Buna karşı İsrail de boş durmuyor; ait olduğu dinin “arzı mev’ûd” teziyle Mezopotamya dâhil geniş bir coğrafyayı ele geçirmenin hesaplarını yapıyor. ABD’nin sunduğu gelişmiş son üretim ürünü ölümcül teknolojik teçhizattan fazlasıyla yararlanıyor. Bu arada Ortadoğu’da olası savaş kaynaklı gerginlik nedeniyle beka sorununu yaşayabileceğinden endişe eden Türkler ve Farslar, gelişmelerden hiç olmadığı kadar tedirgin oluyor. Bu coğrafyada başta IŞİD olmak üzere kök salmış silahlı örgütleri/çeteleri öteden beri destekleyen İran ve Türkiye, “anasını görmesin” diye Kürtlere yeni ödev ve görevler vermeye hazırlanıyor. Çünkü yüz yıldan beri asimile etmeye çalıştıkları Kürt ve Azeri gibi halklar kıyam edebilir korkusuyla her iki ülkede de devlet erkânının etekleri tutuşuyor. İşgal edilmiş bölgeleri gösteren sahte haritalar üzerinden algı ve senaryolar üretme çabaları da bu yüzdendir.
Türkiye, savaşın Filistin, Lübnan, İran ve Suriye’den sonra kendi sınırlarına kadar yaklaştığını, İsrail’in Anadolu’nun doğu topraklarına göz diktiğini ileri sürüyor. “Bu bir devlet ve beka meselesidir, siyaset üstü bir sorundur” diyerek korku politikasıyla toplumu kendi saflarına katmayı hedefliyor. Bunun için önce iç barış, kardeşlik söylemleriyle dostluk mesajlarını vermeye başlarken on yıllardır düşmanca davrandıkları Kürtlere yalancı dost yüzünü göstermekten çekinmiyorlar. İlişkiyi daha ileri bir boyuta taşıyan şovenist siyasi muktedirler, Kürtlerin meclisteki temsilcilerinin ayağına kadar gidiyor, ellerini sıkıyorlar. Dış tehditlere karşı içeride birlik olunması gerektiğini söylüyorlar.
Kürt vekiller de hiç alışık olmadıkları bu samimiyetsiz yakınlaşma girişimi karşısında önce şaşkınlık geçiriyor, sonra da kendilerine uzatılmış bu suçtan kirli elleri hürmetle eğilerek tutmaktan imtina etmiyorlar. Hatta o vekillerden biri var ki, hazır fırsatı kaçırmak istemiyor, arka sıralardan ani bir hamle yaparak yetiştiği o kutsal fiziki temasa (!), el sıkışma eylemine, dâhil oluyor. Kürt temsilciler, bu sahnede hasımları tarafından kabul görmüş olmanın sevinciyle rahat bir nefes alıyorlar. Karşı cephe de konjonktürel minvalde normalleşme adına sevimli bir görüntü veriyor. Mesaj hazır, telkin güçlüdür: “İktidar ve muhalefeti ile hasımlarımıza korku vermeliyiz.” Kürtler de geçmişte müteaddit defalar kendisi için hazırlanmış avlama eyleminde atılan zokayı yine yutuyorlar.
Geçmişte ölümü dayatanların insanlık dışı darbelerinden ders almasını bilmeyenlere söz geçirmek, iş yaptırmak gerçekten de kolaymış. Bu yüzden her ihtiyaç duyulduğunda verilen “Kürt Memet nöbete” emri, bu kez yine gündeme alınmış. Neden mi? Çünkü toplumu tehlikenin kapıda olduğuna inandırmak icap etmiş. Birlik, beraberlik mesajına ihtiyaç varmış. Oysa durum farklı: Amaç, kamuoyunda Kürtleri tekrar kandırmak, kendilerine hizmet edecek güçlü bir algı yaratmaktır: Düşman kapıya dayandı. Siyonist Yahudiler “vatan topraklarımızı işgal edecek.” Bu nedenle hal çaresi üretecek emirler veriliyor: “Türk- Kürt birlik zamanı, din kardeşiyiz. İtiraz yok, itaat var. Arkamda dizilin. Vatan namustur, onu savunmak vatandaşlık görevidir.” Bu romantik söylemlerle damardan girerek kürdü cepheye sürme, bedenini ölüme yatırmaya razı ediyorlar. Sonrası süreçte akıbeti bellidir. Savaş sona erdiğinde muharebe artığı Kürtlere aba altında sopa gösterme husumeti işletiliyor. Son yüz yılda zoraki sürdürülen “kardeşlik”(!) masalı, aslında “ötekilik” hikâyesidir ve özünde uydurulmuş bir palavra yakınlaşmasıdır. Birliktelikte baştan beri Kürd’e gasp edilmiş haklarını talep etmeyi unutturma politikası her zaman aktif tutulmuştur. Bu kez ona tekrar ve daha güçlü bir işlerlik kazandırılmak isteniyor. Zira satır arası söylemlerinde “iyi Kürt”ten açıkça istenenler çok da müphem değildir: Cephede ölüme koş, öl, fakat kabristanda mezar isteme. Savaşta göğüs göğüse çarpıştığın düşmanlarının dili ülkede serbest olsun, hatta eğitim dili olarak kullanılsın ama senin dilin yasak, ona “bilinmeyen bir dil” desek de itiraz etme, kültürel ve siyasal haklar talep etme; emirlerimize itaat etmeyi öğren artık, haddini aşıp kıyama kalkma.
Evet, görünen o ki, tarih bir kez daha tekerrür etmeye hazır. Bu ara mecliste kapalı oturumlarda yapılan gizli görüşmelerin konusu, olası bölgesel savaşta Kürtler için doğması muhtemel fırsatları boşa çıkarmak için acil tedbirler almaktır. Kürdün ne yapması gerektiği yine belirleniyor: Kürdün görevi, Kurtuluş Savaşı’nda yaptığı gibi vatan topraklarını yabancıların muhtemel işgalinden kurtarmak, alışık olduğu kadim işgalcinin elinde tutmaya devam etmektir. Neden mi? Çünkü zaten Kürdün olmayacak, o halde yabancıya gitmemelidir. Sahibi bellidir. Din kardeşi, mülk onundur.
İradesi ipotek altına alınmış, anadiliyle eğitim görmesi yasaklanmış, terörist muamelesi görmüş; evlatları göçe, sürgüne zorlanmış; zindana, ölüme mahkûm edilmiş olsa da kendisine yaşatılan bu alî akıbete Kürdün razı olması gerekiyormuş. Dedikleri şu: “Sakın başkaldırarak hain, rezil olma; itaat et aziz ol. Şunu bil, itiraz ve itaatsizlik suçtur, hatta ihanettir.” Evet. Sadece kuzeyinde değil, Kürdistan’ın dört parçasında devam eden uygulama budur ve hiç değişmiyor. Öteden beri Kürde karşı Araplarla Farslarla birlikte yürütülen bu ortak politik duruş, bundan sonra da sürdürülmek isteniyor. Her fırsatta “kardeşim” demeleri de siyasetendir ve ikiyüzlülüktür. Kavimler arasında indirilmiş dinin hukuka ve uhuvvete ilişkin emirlerini uygulamayanlar, uydurdukları millî dini kendi etnik çıkarları için kullanıyorlar. Müslümanlıkları da bu kadardır. Niyetleri de kürdün cengâverce kurtardığı vatan toraklarında bir yudum su bile içmesine rıza göstermeyecek kadar kötüdür. Söz konusu habis niyet, Anadolu’da çeşme duvarlarına kazıdıkları şu sözlerinde de mevcuttur: “Ayağını çarık sıksın karnı bile doymasın / Vur sopayı al haracı asla iflah olmasın / Ol bu çeşmeden gâvur içsin, Rum içsin Kürde nasip olmasın.”
Kimi sosyal vukuatlarda kabahat yanlış karar veren hâkimde değil, mahkûmda; zalimde değil, mazlumda; hırsızda değil, mülkün malikindedir. Mevcut Cumhuriyet Türkiye’sinde durum budur ve herkesin kendi adaletini kendi sağlama girişimi de bu yüzdendir. Burada birileri de alıştığı hukuksuz idari mekanizmanın kurbanı olmasına rağmen aynı zamanda müdavimidirler. Bütün iyi ilişkiler kurma çabasına rağmen komşusu tarafından defalarca ötekileştirilerek ihanete uğrayan Kürtler, suçun tamamını faile yükleyemez. Bilhassa son yüz yılda yaşatılan en ağır insanlık dışı muamelelere, hak gaspına rağmen hala hasmından medet ve merhamet umuyorsa Kürdün iflahı olmaz. Kanatları kendisine ait değilse yükseklere uçmanın kendi felaketini hazırlayacağını bilmeli, dostunu düşmanını iyi tanımalıydı. Bunun için şimdiye kadar iç dinamiklerini ve öz iradesini kullanarak bölgeler ve aşiretler asası birliğini kurmayı, öz kaynaklarından beslenerek kendi geleceğini tayın etmeyi öğrenmeliydi. Üzerinde her türlü inkâr ve imhanın canlı izleri ayan beyan duruyorken, onları görmüyor veya görmek istemiyorsa, faillerinden şikâyet etmeye hakkı olmaz. Bu durum rutubetli ve münzevi karanlık ortamlardan kaçınmayan hastanın, suçu talip olmayı hiç düşünemediği güneşte aramasına benzer. Sadi-i Şirazi’nin ifadesiyle “Yarasanın gözü gündüz göremiyorsa, güneşin ne günahı var bunda?”
Tarihte yaşanmış ve yaşanmakta olanlara bakılırsa, Kürtler, (büyük bir kısmı) malum insafsız hasımlara yem olmaya devam etmekte kararlı görünüyor. Hasımlar, fırsat buldukça Kürtleri avlamaktan; kimi menfaatperest taklacı yalaka Kürtler de avlanmaktan, hatta zalim avcının yanında yer alarak şirin görünmekten zevk alıyorlar. Tam da burada Namık Kemal’in, ikbalini müstebit yöneticileri desteklemekte arayan, sözüm ona aydın (!), saraydan nemalanan çıkarcı çevreleri hicveden bir beytini hatırlatmak uygun olur: Muini zalimin dünyada erbâb-ı denâettir / Köpektir zevk alan sayyâd-ı bi-insafa hizmetten.” Bu kirli politik duruş ve anlayış, toplumu özgürlüğe götüren hiç bir doğru kulvara sokamaz. Mecliste, basına yasak kapalı kapılar ardında alınan kararlar, Kürtleri tekrar kandırmayı sağlayacak siyasi projelere dönüştürülüyor. Türkler, Ortadoğu’da İran’ın giderek yarattığı boşluğu doldurmak, bölgedeki güç dengelerini kendi lehine çevirmek için hazırlanıyor. Kürt siyasi temsilcilerin de bunu görmezlikten gelerek kendi aleyhine hazırlanan söz konusu projenin bir parçası olmaya yatkın olduklarını, muarızlarının işine geldikçe gündeme alınan ucube “normalleşme” çağrısına verdikleri olumlu demeçler teyit ediyor. Yakın bir zamanda Kürtler üzerinden istediklerini elde etmek için mevcut siyasi mahkûmlara af dâhil anadilde kısmi eğitim hakkına varıncaya kadar bir dizi çözüm önerilerini teklif edeceklerdir. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. Daha kim bilir ne ikramlar var sırada, yakında onlar da görülecektir.
Türklerin kendi çıkarları doğrultusunda Kürtleri “din kardeşliği” retoriği üzerinden sürekli kandırdıkları gerçeği, son bin yıllık tarih boyunca çeşitli olaylara bağlı kayda geçen vesikalarla tescillidir. Selçuklularla başlayan, Osmanlılarla devam eden ve son yüzyılda kurulan ulus devlet Türkiye’sinde akıl almaz entrikalarla ayyuka çıkan “kandırma” politikası, Kürtleri ne yazık ki durumdan vazife çıkarmaya sevk etmemiştir. Selçuklular Kürtleri Romalılara karşı; Osmanlılar da kuzeyde Avrupalılara, Balkan halklarına karşı, güneyde de Safevilere karşı kullandılar. Cumhuriyet Türkiye’si de yine Batıda Balkan harbinde ve İşgalden kurtuluş mücadelesinde yedi düvele karşı, sonra da Ermenilere karşı Kürtleri adeta kalkan gibi kullandılar ve şimdi de Araplara karşı kullanma planlarını yaparken ayrıca birbirlerine karşı da kırdırmayı deniyorlar. Her defasında işlerini gördürdükten sonra menfaat icabı dillerine pelesenk ettikleri o “din kardeşleri”ni (!) suyu sıkılmış limon gibi çöp kutusuna atmışlardır. Kürtlerin kendi aklıyla, onuruyla alay edilmiş olmaktan; bir nevi esareti andıran bin yıllık köleliği esas almış dayatmacı ilişkilerden ders çıkarmış olması beklenirdi.
Dünyada Kürtlerin nüfusunun 40’ta biri kadar olmalarına rağmen var olan onlarca bağımsız, özgür ulus, tarihte karşılaştıkları benzer muamelelerden ders çıkarabildikleri için bugün bağımsız birer devlettirler. Kürtler kendi payına bunun farkında değillerse, geride yapacak bir şeyleri kalmamış demektir. Nitekim şifası olmayan bi-mara reçete yazmak; kabul olmayacak duaya âmin demek beyhudedir. Kürtler, bundan sonra “Tarih tekerrürden ibarettir” sözüyle kendilerini avutmaya, teselli etmeye devam etsinler. Tarihin ancak yüz yılda bir sunduğu imkân ve fırsatlardan yararlanmak, onların kavrayabildikleri / değerlendirebilecekleri bir iş değil demektir; mevcut süreçte verdikleri görüntü de bunu gösteriyor. O halde Kürtler bundan sonra artık ustası oldukları mesleklerine dönsünler; en iyi yaptıkları, kolayca başarabildikleri işi, yani birbirlerini yeme eylemini sürdürsünler. Üzgünüm ama böyle giderse kurtuluş hayali umutsuz vaka olur onlar için.
Sonuç: Maazallah, “Alışılmış esarete devam”dan başka bir şey olmayacaktır. Her millet hak ettiği şekilde idare edilir. Tabiat hiçbir alanda boşluğu kabul etmez. Her yetersiz toplumu keyfince idare edecek birileri bulunur. Kürtler için şimdilerde de akıbet buysa, tarihi kayıtlara “Mezopotamya’da müntehir ve medfûn bir halk” diye geçmekten kurtulamayacaklardır. Ancak bu bedbin bakışı, karanlık tarihsel akışı değiştirebilmek, mevcut durumunu çek etmeyi düşünen kavimler için her zaman mümkündür.
Kürt halkı, günümüzde geçmiş asırlarda olmadığı kadar ciddi bir özgürlük sınavını veriyor. Her sınav bir imkândır ve her imkân bir başarıya kapı aralayabilir. Yeter ki ele geçen fırsatları yerinde ve zamanında iyi değerlendirilebilsin. Bunu başardığı zaman, tarihe, yaşadığı coğrafyada “medfûn müntehir millet” değil; zalim Dehak’a karşı kıyam etmiş, esaret zincirlerini kırmış, özgürlüğüne düşkün Demirci Kawa’nın muzaffer evlatları olarak geçeceklerdir. Böylece kendisine yakıştırmadığı makûs talihi yenmek; küllerinden doğmuş, beynelmilel itibarı olan hür ve müstakil bir millet olmayı başarmak da mümkündür. Bu da onun duruş, talep ve tercihine kalmış bir durumdur. Hiç şüphe yok ki dün zalim Dehak’a karşı galip gelmiş cengâver bir halk, bugün mevcut yeni nesil Dehaklara karşı da zafer kazanabilir. Umuyor ve diliyoruz ki 21. yüzyılda Kürtler için tarih, bu kez özgürlük minvalinde tekerrür etmiş olsun…