Îqbal Xwenas: Siyaseten İkiyüzlü Kardeşlik Tarzı

GenelGündem

Tarih tekerrürden ibarettir. Kimi toplumların “kandırılmak” gibi psiko-sosyal  alışkanlığını hiç bir tarihsel vaka değiştirememiş, değiştiremez. Kimileri de kendi varlığını ve  çıkarlarını koruma görevini güç yetirdiği zayıf toplumlara vererek sürdürmektedir. Bunlar,  vuku bulan ciddi küresel hadiseler kendi ulusal geleceğini tehdite yöneldiğinde hemen  değişirler; yani eskiye göre şartlar kendi aleyhine evirildiğinde karşıtlarına yakınlaşırlar; inkâr ve imhayı dayattığı tebaalarına bu kez sevimli görünmeye başlarlar. Birincisi, ontolojik  varoluşun önünde engel teşkil eden hasımların tebessümünü bile lütuf kabul ederken; ikincisi  maraba gibi kullandığı kesimler üzerinde ağalık saltanatını tahkim ederler; inşa ettikleri  uydurma efendilik hakkından asla taviz vermezler. Neden mi? Çünkü ayaklarına kapanma  alışkanlığından kopamayan zavallılardan yararlanmak da bir çeşit efendilik yetkisini doğurur.  

Güdümlü / bağımlı toplumlara edilen küçük bir iltifat bile hasımlarına itaat etmeleri için kâfi bir ödül sayılır. Tescilli cellatları tarafından tarih boyunca kolayca idare edilmiş olmaları da bu  nedenledir. Keza özgür olmalarını sağlamada tarihin pek çok defa sunduğu muazzam fırsatları  değerlendirememiş olmaları da aynı talihsiz nedene dayanır. Bu durum, Kürdün muarızlarından  yüzyıllarca gördüğü hasmane tutumlardan hiç ders almadığını gösterir. Adil olmayan yönetim  ve yöneticilere yapılan yersiz ve haksız itaatin sonu, bütün haklarıyla birlikte dikkate  alınmamaktır. 

İşgalci, sömürgeci ve asimilasyoncu güçlere gelince; onlar, kendi etnik ve kültürel  kimlikleriyle özgür yaşamayı talep eden halklara imkân tanımazlar; onları her fırsatta terörist  diye yaftalamaktan, bu yönde uluslararası bir algı yaratıp itibarsızlaştırmaktan geri durmazlar.  Cumhuriyet döneminde onlarca toplu katliam yaşattığı; aydınlarını, önderlerini ya görevden el  çektirerek ya da zindanlara, sürgünlere mahkûm ederek cezalandırdırmaktan da  çekinmemişlerdir. Bunların demokratik işleyişte bile temel siyasi politik duruşu, siyasi iradesini  kayyumla kırdığı Kürd’ün özgürlük umudunu yok etmektir.

Dış güçlerle karşı karşıya  geldiklerinde işin rengi hemen değişir. Zira içeride yıllarca zulmettiklerine konjonktürel  davranmakta deneyimlidirler. Birliğini kuramamış, geleceğini tayin edememiş zavallıları,  başlarını hafifçe okşayarak kendileri için savaşabilecek fedailere dönüştürebilirler. Yani biri  kandırmakta, diğeri kandırılmakta ustadırlar bunlar. Her iki yapı da hallerinden memnundurlar,  değişmezler. Yeryüzü beşer âleminde bu iki sabit sosyolojik vasfı taşıyanlara benzer bir halk  var mıdır, bilinmez ama varsa da geçmişte büyük savaşlara sahne olmuş kadim Anadolu  topraklarında bunlardan daha ilgincine rastlanmaz. Yine bölgesel savaş tamtamları çalıyor ve  biri hariç, güç gösterisindeki taraflar arasında birbirlerini alt etme yarışı başlıyor. 

 

İçinde yaşadığımız süreçte Ortadoğu kanlı bir savaş sahnesinde kaynıyor. Burada  örgütlenmiş 4 H’li silahlı vekil çeteler (Haşdi Şabi, Hizbullah, Husiler, Hamas) uydurdukları  dini inançları doğrultusunda dünyayı kan dökerek değiştirmeye çalışıyorlar. Buna karşı İsrail  de boş durmuyor; ait olduğu dinin “arzı mev’ûd” teziyle Mezopotamya dâhil geniş bir  coğrafyayı ele geçirmenin hesaplarını yapıyor. ABD’nin sunduğu gelişmiş son üretim ürünü  ölümcül teknolojik teçhizattan fazlasıyla yararlanıyor. Bu arada Ortadoğu’da olası savaş  kaynaklı gerginlik nedeniyle beka sorununu yaşayabileceğinden endişe eden Türkler ve Farslar,  gelişmelerden hiç olmadığı kadar tedirgin oluyor. Bu coğrafyada başta IŞİD olmak üzere kök  salmış silahlı örgütleri/çeteleri öteden beri destekleyen İran ve Türkiye, “anasını görmesin” diye  Kürtlere yeni ödev ve görevler vermeye hazırlanıyor. Çünkü yüz yıldan beri asimile etmeye  çalıştıkları Kürt ve Azeri gibi halklar kıyam edebilir korkusuyla her iki ülkede de devlet erkânının etekleri tutuşuyor. İşgal edilmiş bölgeleri gösteren sahte haritalar üzerinden algı ve  senaryolar üretme çabaları da bu yüzdendir.

Türkiye, savaşın Filistin, Lübnan, İran ve  Suriye’den sonra kendi sınırlarına kadar yaklaştığını, İsrail’in Anadolu’nun doğu topraklarına  göz diktiğini ileri sürüyor. “Bu bir devlet ve beka meselesidir, siyaset üstü bir sorundur” diyerek  korku politikasıyla toplumu kendi saflarına katmayı hedefliyor. Bunun için önce iç barış,  kardeşlik söylemleriyle dostluk mesajlarını vermeye başlarken on yıllardır düşmanca  davrandıkları Kürtlere yalancı dost yüzünü göstermekten çekinmiyorlar. İlişkiyi daha ileri bir  boyuta taşıyan şovenist siyasi muktedirler, Kürtlerin meclisteki temsilcilerinin ayağına kadar  gidiyor, ellerini sıkıyorlar. Dış tehditlere karşı içeride birlik olunması gerektiğini söylüyorlar.

 Kürt vekiller de hiç alışık olmadıkları bu samimiyetsiz yakınlaşma girişimi karşısında önce  şaşkınlık geçiriyor, sonra da kendilerine uzatılmış bu suçtan kirli elleri hürmetle eğilerek  tutmaktan imtina etmiyorlar. Hatta o vekillerden biri var ki, hazır fırsatı kaçırmak  istemiyor, arka sıralardan ani bir hamle yaparak yetiştiği o kutsal fiziki temasa (!), el sıkışma  eylemine, dâhil oluyor. Kürt temsilciler, bu sahnede hasımları tarafından kabul görmüş olmanın  sevinciyle rahat bir nefes alıyorlar. Karşı cephe de konjonktürel minvalde normalleşme adına  sevimli bir görüntü veriyor. Mesaj hazır, telkin güçlüdür: “İktidar ve muhalefeti ile  hasımlarımıza korku vermeliyiz.” Kürtler de geçmişte müteaddit defalar kendisi için  hazırlanmış avlama eyleminde atılan zokayı yine yutuyorlar. 

Geçmişte ölümü dayatanların insanlık dışı darbelerinden ders almasını bilmeyenlere söz  geçirmek, iş yaptırmak gerçekten de kolaymış. Bu yüzden her ihtiyaç duyulduğunda verilen  “Kürt Memet nöbete” emri, bu kez yine gündeme alınmış. Neden mi? Çünkü toplumu  tehlikenin kapıda olduğuna inandırmak icap etmiş. Birlik, beraberlik mesajına ihtiyaç varmış.  Oysa durum farklı: Amaç, kamuoyunda Kürtleri tekrar kandırmak, kendilerine hizmet edecek  güçlü bir algı yaratmaktır: Düşman kapıya dayandı. Siyonist Yahudiler “vatan topraklarımızı  işgal edecek.” Bu nedenle hal çaresi üretecek emirler veriliyor: “Türk- Kürt birlik zamanı, din  kardeşiyiz. İtiraz yok, itaat var. Arkamda dizilin. Vatan namustur, onu savunmak vatandaşlık  görevidir.” Bu romantik söylemlerle damardan girerek kürdü cepheye sürme, bedenini ölüme  yatırmaya razı ediyorlar. Sonrası süreçte akıbeti bellidir. Savaş sona erdiğinde muharebe artığı  Kürtlere aba altında sopa gösterme husumeti işletiliyor. Son yüz yılda zoraki sürdürülen  “kardeşlik”(!) masalı, aslında “ötekilik” hikâyesidir ve özünde uydurulmuş bir palavra  yakınlaşmasıdır. Birliktelikte baştan beri Kürd’e gasp edilmiş haklarını talep etmeyi unutturma  politikası her zaman aktif tutulmuştur. Bu kez ona tekrar ve daha güçlü bir işlerlik  kazandırılmak isteniyor. Zira satır arası söylemlerinde “iyi Kürt”ten açıkça istenenler çok da  müphem değildir: Cephede ölüme koş, öl, fakat kabristanda mezar isteme. Savaşta göğüs  göğüse çarpıştığın düşmanlarının dili ülkede serbest olsun, hatta eğitim dili olarak kullanılsın  ama senin dilin yasak, ona “bilinmeyen bir dil” desek de itiraz etme, kültürel ve siyasal haklar  talep etme; emirlerimize itaat etmeyi öğren artık, haddini aşıp kıyama kalkma. 

Evet, görünen o ki, tarih bir kez daha tekerrür etmeye hazır. Bu ara mecliste kapalı  oturumlarda yapılan gizli görüşmelerin konusu, olası bölgesel savaşta Kürtler için doğması  muhtemel fırsatları boşa çıkarmak için acil tedbirler almaktır. Kürdün ne yapması gerektiği yine  belirleniyor: Kürdün görevi, Kurtuluş Savaşı’nda yaptığı gibi vatan topraklarını yabancıların  muhtemel işgalinden kurtarmak, alışık olduğu kadim işgalcinin elinde tutmaya devam etmektir.  Neden mi? Çünkü zaten Kürdün olmayacak, o halde yabancıya gitmemelidir. Sahibi bellidir.  Din kardeşi, mülk onundur.

İradesi ipotek altına alınmış, anadiliyle eğitim görmesi yasaklanmış, terörist muamelesi  görmüş; evlatları göçe, sürgüne zorlanmış; zindana, ölüme mahkûm edilmiş olsa da kendisine  yaşatılan bu alî akıbete Kürdün razı olması gerekiyormuş. Dedikleri şu: “Sakın başkaldırarak  hain, rezil olma; itaat et aziz ol. Şunu bil, itiraz ve itaatsizlik suçtur, hatta ihanettir.” Evet.  Sadece kuzeyinde değil, Kürdistan’ın dört parçasında devam eden uygulama budur ve hiç  değişmiyor. Öteden beri Kürde karşı Araplarla Farslarla birlikte yürütülen bu ortak politik  duruş, bundan sonra da sürdürülmek isteniyor. Her fırsatta “kardeşim” demeleri de siyasetendir  ve ikiyüzlülüktür. Kavimler arasında indirilmiş dinin hukuka ve uhuvvete ilişkin emirlerini  uygulamayanlar, uydurdukları millî dini kendi etnik çıkarları için kullanıyorlar.  Müslümanlıkları da bu kadardır. Niyetleri de kürdün cengâverce kurtardığı vatan toraklarında  bir yudum su bile içmesine rıza göstermeyecek kadar kötüdür. Söz konusu habis niyet,  Anadolu’da çeşme duvarlarına kazıdıkları şu sözlerinde de mevcuttur: “Ayağını çarık sıksın  karnı bile doymasın / Vur sopayı al haracı asla iflah olmasın / Ol bu çeşmeden gâvur içsin, Rum  içsin Kürde nasip olmasın.” 

Kimi sosyal vukuatlarda kabahat yanlış karar veren hâkimde değil, mahkûmda; zalimde  değil, mazlumda; hırsızda değil, mülkün malikindedir. Mevcut Cumhuriyet Türkiye’sinde  durum budur ve herkesin kendi adaletini kendi sağlama girişimi de bu yüzdendir. Burada birileri  de alıştığı hukuksuz idari mekanizmanın kurbanı olmasına rağmen aynı zamanda  müdavimidirler. Bütün iyi ilişkiler kurma çabasına rağmen komşusu tarafından defalarca  ötekileştirilerek ihanete uğrayan Kürtler, suçun tamamını faile yükleyemez. Bilhassa son yüz  yılda yaşatılan en ağır insanlık dışı muamelelere, hak gaspına rağmen hala hasmından medet ve  merhamet umuyorsa Kürdün iflahı olmaz. Kanatları kendisine ait değilse yükseklere uçmanın  kendi felaketini hazırlayacağını bilmeli, dostunu düşmanını iyi tanımalıydı. Bunun için şimdiye  kadar iç dinamiklerini ve öz iradesini kullanarak bölgeler ve aşiretler asası birliğini kurmayı,  öz kaynaklarından beslenerek kendi geleceğini tayın etmeyi öğrenmeliydi. Üzerinde her türlü  inkâr ve imhanın canlı izleri ayan beyan duruyorken, onları görmüyor veya görmek istemiyorsa,  faillerinden şikâyet etmeye hakkı olmaz. Bu durum rutubetli ve münzevi karanlık ortamlardan  kaçınmayan hastanın, suçu talip olmayı hiç düşünemediği güneşte aramasına benzer. Sadi-i  Şirazi’nin ifadesiyle “Yarasanın gözü gündüz göremiyorsa, güneşin ne günahı var bunda?” 

Tarihte yaşanmış ve yaşanmakta olanlara bakılırsa, Kürtler, (büyük bir kısmı) malum  insafsız hasımlara yem olmaya devam etmekte kararlı görünüyor. Hasımlar, fırsat buldukça  Kürtleri avlamaktan; kimi menfaatperest taklacı yalaka Kürtler de avlanmaktan, hatta zalim  avcının yanında yer alarak şirin görünmekten zevk alıyorlar. Tam da burada Namık Kemal’in,  ikbalini müstebit yöneticileri desteklemekte arayan, sözüm ona aydın (!), saraydan nemalanan  çıkarcı çevreleri hicveden bir beytini hatırlatmak uygun olur: Muini zalimin dünyada erbâb-ı  denâettir / Köpektir zevk alan sayyâd-ı bi-insafa hizmetten.” Bu kirli politik duruş ve anlayış,  toplumu özgürlüğe götüren hiç bir doğru kulvara sokamaz. Mecliste, basına yasak kapalı kapılar  ardında alınan kararlar, Kürtleri tekrar kandırmayı sağlayacak siyasi projelere dönüştürülüyor.  Türkler, Ortadoğu’da İran’ın giderek yarattığı boşluğu doldurmak, bölgedeki güç dengelerini  kendi lehine çevirmek için hazırlanıyor. Kürt siyasi temsilcilerin de bunu görmezlikten gelerek kendi aleyhine hazırlanan söz konusu projenin bir parçası olmaya yatkın olduklarını, muarızlarının işine geldikçe gündeme alınan ucube “normalleşme” çağrısına verdikleri olumlu  demeçler teyit ediyor. Yakın bir zamanda Kürtler üzerinden istediklerini elde etmek için mevcut  siyasi mahkûmlara af dâhil anadilde kısmi eğitim hakkına varıncaya kadar bir dizi çözüm  önerilerini teklif edeceklerdir. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. Daha kim bilir ne ikramlar  var sırada, yakında onlar da görülecektir.

Türklerin kendi çıkarları doğrultusunda Kürtleri “din kardeşliği” retoriği üzerinden  sürekli kandırdıkları gerçeği, son bin yıllık tarih boyunca çeşitli olaylara bağlı kayda geçen  vesikalarla tescillidir. Selçuklularla başlayan, Osmanlılarla devam eden ve son yüzyılda  kurulan ulus devlet Türkiye’sinde akıl almaz entrikalarla ayyuka çıkan “kandırma” politikası,  Kürtleri ne yazık ki durumdan vazife çıkarmaya sevk etmemiştir. Selçuklular Kürtleri  Romalılara karşı; Osmanlılar da kuzeyde Avrupalılara, Balkan halklarına karşı, güneyde de  Safevilere karşı kullandılar. Cumhuriyet Türkiye’si de yine Batıda Balkan harbinde ve İşgalden  kurtuluş mücadelesinde yedi düvele karşı, sonra da Ermenilere karşı Kürtleri adeta kalkan gibi  kullandılar ve şimdi de Araplara karşı kullanma planlarını yaparken ayrıca birbirlerine karşı da  kırdırmayı deniyorlar. Her defasında işlerini gördürdükten sonra menfaat icabı dillerine  pelesenk ettikleri o “din kardeşleri”ni (!) suyu sıkılmış limon gibi çöp kutusuna atmışlardır.  Kürtlerin kendi aklıyla, onuruyla alay edilmiş olmaktan; bir nevi esareti andıran bin yıllık  köleliği esas almış dayatmacı ilişkilerden ders çıkarmış olması beklenirdi. 

Dünyada Kürtlerin  nüfusunun 40’ta biri kadar olmalarına rağmen var olan onlarca bağımsız, özgür ulus, tarihte  karşılaştıkları benzer muamelelerden ders çıkarabildikleri için bugün bağımsız birer  devlettirler. Kürtler kendi payına bunun farkında değillerse, geride yapacak bir şeyleri  kalmamış demektir. Nitekim şifası olmayan bi-mara reçete yazmak; kabul olmayacak duaya  âmin demek beyhudedir. Kürtler, bundan sonra “Tarih tekerrürden ibarettir” sözüyle kendilerini  avutmaya, teselli etmeye devam etsinler. Tarihin ancak yüz yılda bir sunduğu imkân ve  fırsatlardan yararlanmak, onların kavrayabildikleri / değerlendirebilecekleri bir iş değil  demektir; mevcut süreçte verdikleri görüntü de bunu gösteriyor. O halde Kürtler bundan sonra  artık ustası oldukları mesleklerine dönsünler; en iyi yaptıkları, kolayca başarabildikleri işi, yani  birbirlerini yeme eylemini sürdürsünler. Üzgünüm ama böyle giderse kurtuluş hayali umutsuz  vaka olur onlar için.

 Sonuç: Maazallah, “Alışılmış esarete devam”dan başka bir şey  olmayacaktır. Her millet hak ettiği şekilde idare edilir. Tabiat hiçbir alanda boşluğu kabul  etmez. Her yetersiz toplumu keyfince idare edecek birileri bulunur. Kürtler için şimdilerde de  akıbet buysa, tarihi kayıtlara “Mezopotamya’da müntehir ve medfûn bir halk” diye geçmekten  kurtulamayacaklardır. Ancak bu bedbin bakışı, karanlık tarihsel akışı değiştirebilmek, mevcut  durumunu çek etmeyi düşünen kavimler için her zaman mümkündür. 

Kürt halkı, günümüzde geçmiş asırlarda olmadığı kadar ciddi bir özgürlük sınavını  veriyor. Her sınav bir imkândır ve her imkân bir başarıya kapı aralayabilir. Yeter ki ele geçen  fırsatları yerinde ve zamanında iyi değerlendirilebilsin. Bunu başardığı zaman, tarihe, yaşadığı coğrafyada “medfûn müntehir millet” değil; zalim Dehak’a karşı kıyam etmiş, esaret  zincirlerini kırmış, özgürlüğüne düşkün Demirci Kawa’nın muzaffer evlatları olarak  geçeceklerdir. Böylece kendisine yakıştırmadığı makûs talihi yenmek; küllerinden doğmuş,  beynelmilel itibarı olan hür ve müstakil bir millet olmayı başarmak da mümkündür. Bu da onun  duruş, talep ve tercihine kalmış bir durumdur. Hiç şüphe yok ki dün zalim Dehak’a karşı galip  gelmiş cengâver bir halk, bugün mevcut yeni nesil Dehaklara karşı da zafer kazanabilir.  Umuyor ve diliyoruz ki 21. yüzyılda Kürtler için tarih, bu kez özgürlük minvalinde tekerrür  etmiş olsun…

İlginizi Çekebilir

Haber / Analiz: Ukrayna’nın ‘en tehlikeli cephe hattında’ Rusya ile mücadele
Trump: İç düşmanlara karşı ordudan destek alınmalıdır

Öne Çıkanlar