Almanya, 23 Şubat 2025’te yeni Federal Meclis’ini (Bundestag) seçecek. Bu seçim, aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisinin artan desteğini gözler önüne seriyor. Bu yükseliş, göçmenleri hedef alan kışkırtıcı konuşmalar ve ırkçı kampanyalarla körükleniyor. Bu stratejiler, nüfusun önemli bir kısmında yankı buluyor ve Almanya’nın yüzyıllardır şekillenen zihniyetindeki derin korkuları yansıtıyor. Peki, bu “öteki” korkusunun kökeni nereden geliyor? Uluslararası düzeyde bilinen “Alman Kaygısı” (German Angst) terimi, bu tarihsel ve duygusal olguyu keşfetmemize yardımcı olabilir.
Bu yaygın korku, Almanya’nın savaşlar, kıtlıklar ve salgınlarla dolu tarihiyle derinden bağlantılı. En yıkıcı dönemlerden biri, Otuz Yıl Savaşları’ydı (1618-1648). Bu dönemde, Almanca konuşulan bölgelerdeki nüfusun yüzde 45’i sadece savaşlar değil, aynı zamanda tifüs, veba gibi hastalıklar ve yaygın açlık nedeniyle hayatını kaybetti. Bu yıkım, tüm bölgeleri yaşanmaz hale getirdi. Hayatta kalanlar, bu travmayı nesiller boyunca taşıdı. “Yabancı askerlerin” kaos, ölüm ve hastalık getireceği korkusu kolektif hafızaya kazındı ve dışarıdan gelenlerin ciddi bir tehdit oluşturduğu inancını pekiştirdi.
Bu korku zamanla yok olmadı. Dini çatışmalar, Almanya’nın küçük devletlere bölünmesi, iki Dünya Savaşı ve Doğu-Batı ayrılığı gibi tekrar eden krizler, güvensizlik hissini güçlendirdi. Bu olaylar, ihtiyatlılık ve kontrol zihniyetini teşvik ederek güvenliğin ancak disiplin ve izolasyonla sağlanabileceği inancını doğurdu. Askeri yapısıyla tanınan Prusya devleti, bu hayatta kalma stratejisinin bir sembolüydü. Ancak, sıkı sistemler aracılığıyla güvenlik yaratma çabalarına rağmen, Almanlar sürekli çalkantılarla karşı karşıya kaldı. İki Dünya Savaşı’nın ardından ülkenin bazı bölgelerinin yabancı güçler tarafından işgal edilmesi ve kontrol altına alınması, çaresizlik duygusunu daha da derinleştirdi.
20’inci yüzyılda bu tarihsel yaralar yeni bir şekle büründü. Ekonomik toparlanma ve küreselleşme, derinlere kök salmış savunmasızlık hissini silemedi. Bunun yerine, güvensizlik ve çaresizlik duyguları devam etti. Bugün bu duygular, genellikle göç ve kültürel değişim korkuları şeklinde ifade ediliyor. Terörizm, ekonomik sorunlar ve toplumsal çatışmalarla ilgili endişeler, aşırı sağ siyasi gruplar tarafından bu korkuları kendi gündemlerini ilerletmek için kullanılarak daha da şiddetlendiriliyor. Bu gruplar, eski ve derin bir korkuya hitap ediyor: istikrarın, kimliğin ve güvenliğin kaybedilmesi korkusuna.
Bu noktada “Alman Kaygısı” özellikle önem kazanıyor. Başka uluslar kimliklerini zaferler ve başarılar üzerine inşa ederken, Almanya genellikle kendini kayıp ve mağduriyet anlatıları üzerinden tanımlıyor. Geçmiş hataları tekrar etmeme çabası, ülkenin verimliliği ve direncine katkı sağlasa da aşırı bir kontrol ihtiyacı ve değişim ile çeşitliliği kabullenme konusundaki isteksizliği de beraberinde getiriyor.
“Alman Kaygısı”nı aşmak için Almanya’nın tarihiyle yüzleşmesi gerekiyor. Bu, geçmişi unutmak anlamına gelmez; aksine, onu günümüz bağlamında değerlendirmek demektir. Tarih önemli dersler sunsa da eski korkulara tutunmak yalnızca daha fazla bölünme ve izolasyon yaratır. Siyasetçiler ve toplum, çeşitlilik ve açıklığın getirdiği fırsatlara odaklanmalıdır. Küreselleşmiş bir dünya zorluklardan muaf değildir, ancak aynı zamanda büyüme, yenilik ve ortak ilerleme için pek çok fırsat sunar.
Almanya’nın geleceği, dışlama yerine kapsayıcılığa değer veren bir toplum yaratmaya bağlıdır. Bu, farklılıkların tehdit değil, birer güç olarak görüldüğü, karşılıklı saygı ve sorumluluğun teşvik edildiği bir ortamı gerektirir. Tarihsel acıyı kabul ederek, ancak onun bugünü kontrol etmesine izin vermeyerek, Almanlar bakış açılarını değiştirebilir. “Öteki” korkusu yerini merak ve kabullenmeye bırakabilir ve daha birleşik ve açık bir toplumun yolu açılabilir.
Almanya’da yaşayan 1,5 milyonluk Kürt toplumu, entegrasyonun nasıl başarılı olabileceğine dair bir örnek sunuyor. Demokratik partilere aktif katılım yoluyla Kürtler, Alman toplumuna katkı sağlama konusundaki kararlılıklarını gösteriyor. Ancak, Almanya’nın demokratik çoğunluğu da her türlü yabancı düşmanlığına karşı güçlü bir duruş sergilemelidir. Seslerini bu seçimde duyurarak, Nasyonal Sosyalizm ve aşırı sağ ideolojilerin karanlık geçmişte kalmasını sağlamalıdırlar. Korku ve dışlamayı reddederek, Almanya iş birliği, çeşitlilik ve ilerlemeye dayalı bir geleceği kucaklayabilir.
Kendi yorumum üzerine düşünürken, Türkiye, Suriye, Irak ve İran gibi ülkelerin Kürtlere nasıl davrandığını düşünmeden edemiyorum—bu topraklara derinden bağlı olan, ancak genellikle “hoş karşılanmayan yabancılar” olarak muamele gören Kürtler… Ama bu, başka bir zamanın konusu.