Kürt sorununu ilk gündeme getirip, resmi ideoloji dışında çözüm aramanın bedeli budur. Bu davanın esas mantığının altında yatan, Kürt sorununa demokratik çözüm önermemizdir. Bakınız, Kürt Sorunu öyle bir aşamaya gelmiştir ki, diğer siyasi partiler ve basında bu soruna değiniyor.
8 Kasım 1992 günü “… Kültürel çoğulculuk ve Kürt Sorunu” konulu bir panel yapıldı ve 9 Kasım günü basında yer aldı. Adı geçen panele emekli Büyükelçi Kamuran Gürün, SHP Grup Başkanvekili Ercan Karakaş ve ANAP Milletvekili Adnan Kahveci katıldı. Bu paneldeki konuşmaları kısaca aktarmak istiyorum. Emekli Büyükelçi Kamuran Gürün, “… Bugün Türkiye’de yüzlerce Kürt aşireti var. Yaşanan sorunlarda bizimde ihmalimiz var…”, SHP Grup Başkanvekili Ercan Karakaş ise şunları söylüyor: “… Türkiye gelecek yüzyıla büyük sorunlarla giriyor. Ve bunların en önemlisi Kürt Sorunudur.
Eskiden bunu telaffuz bile edemiyorduk. Kürt sorunu Türkiye’nin önündeki en büyük engeldir. Kürtlerin varlığı, inkar edildi, onlar yok sayıldı, sorunlar böyle başladı. Bugün Kürtlerin varlığı nihayet kabul edildi. Ancak kendilerini ifade edebilmelerine olanak verilmedi. 12 Eylül askeri diktası Kürtçeyi yasakladı. Kürtçülük suçlamasıyla partiler kapatıldı. Bugün HEP’in kapatılması gündemde, sorunu çözmek için askeri çözümler dayatıldı.
Ama sorun çözülmedi büyüdü. Kürt Sorunu açıkça tartışılmadı. Yapılması gereken, sorunu açıkça tartışıp yasaları da yeni duruma uydurarak demokratik bir yapı oluşturmaktır. Demirel Kürt Realitesini tanıdı, ancak gereğini yapmadı…” Panelde konuşan ANAP Milletvekili Adnan Kahveci, “… Kürt Sorunu konusunda Türkiye büyük bir ihmalin içinde. Baskıların, yasaklamaların birlikte yaşama arzusunu arttıracağı sanılırken, bunun tersi ortaya çıkmıştır. Koalisyon önce Kürt Realitesini kabul etti. Sonra da bu sorunu askere ihale etti. Kürt Sorununu askeri yöntemle çözme deneyi sorunu kangren haline getirmiştir. Bugün hala birtakım aydınlar atılan birtakım demokratik adımların teröre prim verdiğini söylüyorlar. Türkiye’de Olağanüstü Hal çözüm değildir. Bölünmeden hiç korkmuyorum GAP TV’sinde neden Kürtçe şarkı türkü okunmasın?…”
Eğer HEP yukarıdaki açıklamaları yapmış olsaydı, TCK’nın 125. maddesinden bir dava daha açılırdı. Düzen partilerinin kendilerine göre çözüm üretmeleri doğal sayılıyor. Çünkü bu partilerin açıklamalarında ciddi olmadıkları biliniyor. Her gün sorunu askere havale ederlerken arasıra da böyle açıklamalar yapıyorlar. Aslında bu açıklamaların da çok iyi niyetle yapıldığına inanmıyorum. Eğer böyle olsaydı bu görüşlerinde ısrar ederlerdi. Köşe yazarlarında da durum biraz böyledir. Genellikle askeri çözümü savunurlarken, arada bir siyasi çözümden de bahsetmektedirler. Bakınız Sabah Gazetesi köşe yazarlarından Hasan Cemal 28.10.1992 tarihli sayıda şöyle diyor: “… Kürt varlığıyla, Kürt sorununu kimse görmezden gelemez. Bu gerçek Türkiye için geçerli olduğu gibi Ortadoğu açısından da bu böyledir…” Türkiye’nin 70 yıllık resmi politikası bu gerçeği yok saymış, olduğu içindir ki bugünkü çıkmaza girilmiştir. Sopa politikası iflas etmiştir (Vurgulama Benim). Görüldüğü gibi bizim dışımızdaki partiler ve köşe yazarları da bazen bizim açıklamalarımıza benzer açıklamalar yapıyorlar. “Kürt Sorunu, Kürt varlığı, Sopa politikası iflas etmiştir, Sorun askere havale edilmiştir, Kürt sorunu açıkça tartışılmıyor, Bu sorun demokrasinin önündeki en büyük engeldir” gibi belirlemeler yapılıyor. Bunları görmek için günlük basını takip etmek yeterli. Peki bu partiler Kürt sorunundan bahsediyorlar da niçin çözümü için uğraşmıyorlar? Sorunu neden askere havale ediyorlar? Bu sorunun çözümünü istemeyen güçler kimdir? MGK mı? Silah tüccarları ı? Emperyalist güçler mi? Düzen partileri Kürt Sorununun çözümünü engelleyen güçleri de açıklamak zorundadırlar. Görülüyor ki bizim üzerinde hassasiyetle durduğumuz kimi konular diğer partiler ya da kişiler tarafından da zaman zaman dile getirilebiliyor. Öyleyse neden biz bu söylediklerimizden dolayı yargılanıyoruz? Hemen belirteyim biz kimsenin böyle bir yaklaşım ve politika içerisinde olduğu için yargılanmasını doğru görmüyoruz. Ancak kullanılan çifte standardı gözler önüne sermek amacıyla bu ifadeleri açıklamak gereğini hissettim. Bizim yargılanmamızın gerekçesi bahse konu konuşmalarımız değildir. Daha çok resmi ideolojiye karşı, rejimin çıkmazlarına karşı halkçı, demokrat ve gelenekçi politikalardan farklı oluşumuz bizleri sanık sandalyesine oturtmuştur. FİİLİ HUKUKLA POZİTİF HUKUK ÇELİŞMEKTEDİR. Türkiye’deki pozitif hukuk 12 Eylül düzeninin yansımasıdır. Oysa k Toplum 12 Eylül düzenini aşmıştır. Pratikte bu yasaların hiçbir meşruiyeti kalmamıştır. Nitekim, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve diper siyasi parti yöneticileri de bu yasaların kalkmasını savunmaktadırlar. Hatta iktidar bir Anayasa taslağı hazırlamaktadır. Görülen odur ki mevcut yasalar günümüz gerçekliğiyle bağdaşmamaktadır. Günümüzün ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Bu yasaların uygulanmamasından doğan fiili bir hukuk olmuştur. Şimdi yapılması gereken fiili hukukun pozitif hukuk haline getirilmesidir. Bu yapılana kadar ise hukukçular, geçerliliğini yitirmiş yasaların yerine içtihatlarıyla yasallığı zorlamalıdırlar. Bu iki hukuk sistemini bir örnekle kıyaslamak istiyorum.Siyasi partiler yasasının 81. maddesi şöyledir: “…Siyasi Partiler a- … Milli veya dini, kültür veya mezhep veya dil veya ırk farklılığına dayanan azınlıkların bulunduğunu ileri süremezler. b- … Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak veya yaymak… amacını güdemezler…” 27.11.1991 tarihli hükümet programı ise şöyle: “…Yurttaşlarımız arasında kültür, düşünce, dil ve köken farklılıkları olması doğaldır… Çeşitli etnik, kültür ve dile ilişkin kimlik özellikleri özgürce ifade edebilecek, özenle korunabilecek ve rahatça geliştirilebilecektir…” SHP Merkez Yürütme Kurulu raporu ise şöyle: “…Doğu ve Güneydoğu’nun bölümlerinde yaşayan yurttaşların bir bölümü etnik açıdan Kürt kökenlidir… kürt kimliğini kabul ederek kendisine Kürt kökenliyim diyen yurttaşlara kişiliklerini hayatın her alanında, istedikleri gibi ve özgürce belirleme hakkına sahip olmaları olanağı sağlanacaktır.
Bu örnek yalnız başına mevcut yasaların uygulama olanağı kalmadığını göstermektedir. Örnekten kolayca anlaşıldığı üzere mevcut yasalar etnik köken farklılığı olduğunu kabul etmezken, ileri sürmeyi yasaklarken, hükümet programı ve SHP raporu tersini savunmaktadır. İddianamenin dayandığı temel mantık kabul edilirse iktidar partileri SHP ve DYP de kapatılır. Federasyonu tartışabiliriz, diyen Özal, Kürt realitesini kabul ettik diyen Demirel, Adnan Kahveci, Ercan Karakaş… ve daha birçok kişi de yargılanır. Mevcut yasaların uygulama olanağı kalmamıştır. Toplum bu yasaları aşmıştır. Peki ne yapılmalıdır? Bana göre eğer yasalar toplumsal gerçeği yansıtmıyor ve toplumun gerisinde kalmışsa; hukukçu, içtihat ve uygulamalarıyla yasa koyucunun dikkatini çekmelidir. Hukukçu bir yasal formaliteyi uygulayan sıradan bir devlet memuru değildir. Çağdaş hukukun amacı güçsüzü güçlüye ezdirmemektir. Eğer bir toplumda güçsüzler, güçlülere, mazlumlar acımasız ve zorbalara karşı gerçekten korunabiliyorsa kişilerin hak ve özgürlükleri devleti yönetenlere karşı garanti altında bulunuyorsa o ülkede adalet vardır…