Sanat dünyamız neredeyse her şeyi anlayan ve bilen insanlardan ibarettir. Berkun Oya, burada kendi vadisini “sadece anlamaya çalışarak” oluşturuyor. Çok katmanlı anlatılarının gücü de buradan geliyor. Bu sebepten kuvvetli bir alkıştan çok daha fazlasını hak ediyor…
Sırrı Süreyya Önder T24 için yazdı:
Dünyanın bu demlerinde fazlasıyla dikkat çeken ve bireysel hayatlarımızı da etkileyen iki büyük dönüşüm var: Siyasetin (ya da ‘demokrasi mücadelesi’nin) geri çekilişi ve sosyal medyanın (bütün bir ülkeyi ve tüm dünyayı) tek bir ‘söz kanalı’nda birleştiren yaygınlaşması.
Bu sürecin makro düzlemde vardığı yer, siyasetin, çok büyük sermaye sahipleri ile çok kuvvetli iktidar/devlet aktörlerinin elinde, külliyen sağcılaşma ve faşizmin yükselişinin ayak sesleri, üçüncü dünya savaşının tamtamları.
Mikro düzlemde ise bireysel çırpınışlar. Aile, spritüal yönelişler, komplo müminliği ve (bizim ülkemizde çok belirginleşen) vasatlaşma, lümpenleşme. Bu yola girenlerin çoğu da ete kemiğe bürünüp – fenomen olarak görünmekteler.
Bize de dünyanın ihya olunuşundan bugüne değin, muhtemelen her 10 yılda bir çiğnenen ‘kuşaklar arası çatışma’ sakızını çiğnemek kaldı. Çoğumuz az ahlak üzeri bolca ahlakçılık kokteyli ile çocukların üzerinde tepinmekteyiz. Bilsek, ayak uydurma ya da karşı çıkma yerine “gelişme, çatışmadır” derdik. Çünkü çatışma olmadan karşı durduğumuz her şey, gözlerimizin önünde çürür…
Suyun akacağını, yolunu bulacağını kendileri deneyimleyecekler, çatışarak, gelişerek dönüşecekler ve bizlere karşı hissettikleri en yüksek duyguları; ağzımıza kürekle vurmak olacaktır.
Berkun Oya’nın Kuvvetli Bir Alkış dizisinde (Netlix, 2024) anlattığı çekirdek aile, beğenin beğenmeyin, aslında ‘değişen çağın dilsel dışavurumu’. Bireylerin toplumsal hayatın içine ‘kitlesel bir aktör’ olarak karışmalarının önü tıkanınca, bir nevi dilsel patlamalı (ve bireysel hakları çoğun mesnetsizce yücelten) içedönüş.
Kuvvetli Bir Alkış dizisinden bir sahne
Dizide bazı izleyicileri mest eden, bazı izleyicileri de irkilten bir söz kalabalığıyla karşı karşıyayız. Çocuğun ‘söylemsel dili’ni tuhaf buluyoruz, abarttığını varsayıyoruz, oysa kuşaklar arası uçurumun dibi yok artık. Modern/kentli hayatlarda ‘birey olma’ hali ergenliğe adımını atan, eli tablette büyümüş yeniyetmelerin neredeyse ilk benimsediği şey ve o noktadan geri dönüş ‘dinsel diziler’ de dayatılan muhafazakâr ailelerde dahi mümkün görünmüyor.
Çocuğunun ‘büyümesi’ karşısında çaresiz anne (ve baba), bu dizide çocuğu ana rahmine döndürerek belki vaziyeti kurtarıyor gibi görünüyor, ama böyle bir şey sadece kurmacada mümkün. Gerçek hayatta (büyümüş) çocuk annesinin heybesiyle önüne bıraktığı şeye/yemeğe göz ucuyla bile bakmayacak artık.
Tüm bunları düşündüğümüzde, Berkun Oya’nın dizisi her seyredenden kuvvetli bir alkış almayabilir, ama sadece bir bölümü bile olsa diziyi seyreden herkesi kuvvetlice dürten bir yerde duruyor.
Alkış beğenmektir; eski zamanlarda “padişahım çok yaşa” dedikten sonra bir alkış tufanı kopardı; bu kayıtsız şartsız, kabul anlamına gelirdi.
Batıda da böyleydi. Antik Yunan’da, dinleyeni/izleyeni etkileme, onlar nezdinde itibar kazanma/onlardan onay alma çok önemliydi. Bu yüzden izleyen alkışlayarak, onayını dile getirir, böylece bir benlik, bir öz, bir hakikat, bir kimlik oluşurdu.
Gündelik hayatımız için de bu geçerlidir. Hepimiz onay bekliyoruz. Bir kişi bile bizi onaylamazsa, küçük bir kıyamet kopuyor içimizde. Hal böyle olunca, kitleler de bireyler de aşındıkça aşınıp, tükenmeye yüz tutmakta.
Birimiz, diğerini temsil edemiyor; çünkü artık ne bireylerin ne de kitlelerin temsiline izin veriliyor. Düşüncelerimiz, hatta duygularımız hakkında anket firmaları testler yapıyor. Buna göre biçim alıyoruz. Onaylanmadığımız zaman ve durumlarda bütünlüğümüz tehdit altındadır. İki büyük hastalık evrenimizi sarmış ya stres altında ya da depresyondayız!
Gerçekliğimizi yanlış yerde arıyoruz. Olumlu bir bildirim olmazsa, haklı olduğumuz meselede haksız olacağız. Baudrillard’ın deyimiyle, “gerçekliğini yitirmiş bir modelin akıl almaz yükselişini” izlemekteyiz. Özneyle bir ilişkimiz kalmamıştır, en büyük hastalık ilişki hastalığıdır: Ya sevmiyoruz ya da severek öldürüyoruz.
Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Kuvvetli Bir Alkış dizisi, bize onayı tekrar gözden geçirme imkânı veriyor. Günümüzde, bu onaylar silsilesi, bir anlamda duaya benziyor ama “Dualar sabanı sürmediği gibi, övgüler de ekini biçmiyor.”
Biraz yakından bakmak gerekiyor. Kuvvetli Bir Alkış doksanlarda doğan, 2000’li yıllarda büyüyen bir adamın biyografisini veriyor; bu adamın onar yıllık üç evresine tanık oluyoruz. Bu adam, genç bir adamdır, kendi hayatına bir anlam arıyor ama anlama her adım attığında, boşa kürek çektiğini düşünüyor. Ya da biz, boşa kürek çektiğini düşünüyoruz. Bu adam uyumsuz biri, yaptıkları bize saçma geliyor. Düşünüyor, düşünceleri bize uymuyor. Düşünmek onun için, bizim gibi birleştirmek, bir yere gelmek, bir şey olmak değildir. Başka bilinçlere kapalı değil ama kendi bilincini yönetmek istiyor. Umudun umudunu kırıyor (babasının, annesinin.) Sınırına vardığı/ ulaştığı yargıların sonuçlarını seçiyor. Erdemleri var. Bu adam, kendi inandıkları doğrultusunda hareket ediyor. Bazen, hareket etmede zorlanıyor, düşünceleri ona çelme takıyor. Tam kalkacağı sıra bir başkasının çelmesi! Suçu: Hareketleri bize/ topluma uymuyor! Bu adamın düşüncelerinin, duygularının yansımaları bizi ilgilendirmiyor. Tek sermayemiz var: O bizim çocuğumuzdur, biz onu seviyoruz…
Uyumsuz ve saçma olan bu adam bizim monoton ve mekanik dünyamıza itiraz. Bu adama izin vermiyoruz, çünkü bu adam bütün doğrularımıza karşı çıkıyor, bütün sorularımıza “hiç” diye karşılık veriyor. Farkında değiliz, biz bu adamın, gerçeğin sınırlarını zorlamasına karşı çıkıyoruz. Uyumsuzluğunun nedeni, gerçeği bulma isteğinin derin arzusu olduğunu göz ardı ediyoruz. Uyumsuzlukla, gerçek onun zihninde, bedeninde çarpışıyor, bir çıkış, hatta soylu bir iniş arıyor. (Bizse) karşıta tahammül edemiyoruz. Bu adam bizim dekorumuz değil, bu adam, kendi hayatını oynamak istiyor. Laureamont’a benziyor, bize bayağı görülüyor; kendi içinde, kendisinden yola çıkarak, “insanı savunmak için ortaya çıktığını” söylüyor, gösteriyor, hatta insana acıyor. İnsan acıtıyor çünkü onu ve sonuçta, portakalla aynı renkte/ özde biri olarak kendini sahneleyince, sona gelince, açıkça görülüyor, bu adam, “yaşamı bir yara olarak kabul etmiş” ve yara izlerini de kimseye göstermiyor (anne gidince, gözyaşı…)
Anne karnı en güvenli yerdir. Orda biçim alırız. Anne karnı, oyuncakla bezenmiş bir küçük hapishanedir/ evdir, apartmandır. Bu adamın bir koğuş arkadaşı yoktur, ancak, karşı tarafta, evde, apartmanda bir başka mahkûm vardır, siyasidir; düşüncelerinden dolayı ordadır, ihtimal sıkı bir kaza kurşunuyla oraya düşmüştür. İki mahkûmun şimdi, burada, iki ayrı karında tek dertleri dışarı çıkmaktır. Hayalleri vardır. Biri diğerine ateş uzatır, sigaralar yakılır, sayılı gün, tez biter… Siyasi olanın, Kudret’in sesi gürdür, Nazım Hikmet’in kimi şiirlerinin tınısını verir; sesi, parmaklıkları titretir. Metin’in sesi incedir, narincedir, büyük işçilikle buraya düşmüştür; anne ve babanın, bütün özlemlerinin tercümesi gibidir: Kobra yılanıyla çerçevelenmiş takdir belgesiyle onurlandırılmıştır. Anne ve babanın temennilerini dile getirir. Bir rol verilmiştir ona ve o bu senaryonun dışına çıkamayacaktır; yaşamla oynama hakkı, daha doğmadan elinden alınmıştır. Metin, annesinin gözyaşları içinde doğmuştur. Gözyaşı ve yılan imgeleri de bize bunu verir zaten: Belirsizlik. Ancak, bu kadar bastırılmışlık içinde Metin, bir kahraman gibi karşılanır. Apartmana yönetici olacak kadar ileri gider. Annesi, babası bu zekâ karşısında dillerini yutarlar. Anne onunla konuşunca, baba ikisini gizlice dinler… Metin üzerinden anne ve baba rekabeti de başlar; çünkü artık Metin, piyasa değeri olan ve ilerde onların değerlerine değer katacak, güçlü bir mamuldür. Anne ondan yanadır hep, hatta bu ondan yana olması bir yerde tavan yapar: Sevdiği kızla arasına girer. İlk kalp ağrısının ateşini küçük bir ihbarla anne harlamıştır. Kendisi dışında hiçbir kadın oğlunu sevemezdir. O kız da kim ki, oğlu daha iyisine layıktır.
Metin, önce bilge sözlerle dikkat çekerken, bir süre sonra kendi peşine düşer. Kendini gerçek kılma gibi bir derdi vardır. Matematiği sevmeyen çocuklardandır. Sanki küçük İskender’in tarif ettiği bir çocuktur, gözleri de yüzüne sığmıyordur ve bundan sonra, “yakasına gül ağacı takmış kadınlar” sevecektir, gittiği her yerde, her kadında, hep onu, Ahu’yu arayacaktır.
Filmin sonu, başa bağlanır. Metin ve Kudret yine görünür. Biri gür diğeri kısık sesliydi; biri boğazlı kazak giyer, diğeri pejmürdeydi! Kudret, ana rahmindeki Metin’e “Olayını bul! Bulmadan buradan çıkma” demişti. Şimdi Kudret, önemli bir yazardır, onu çok eskiden tanıyan Metin’le yüz yüzedir ama Kudret, Metin’i tanımaz; Kudret’in kavga günleri bitmiştir, onu tanıyanlara, “bir okurum” diyecektir. Biri olayını bulmuş, diğeri olayın kendisi olmuştur.
İkisinin bize/ bana çağrıştırdıkları vardır. Metin, Sarı Bluzlu diye tarif edilen Mayakovski gibidir. Mayakovski’nin bir şiirinde şu vardı: “İşte Mayakovski’nin başına gelenler. Ağzını açıp şöyle dedi: Ben! Sordular ona: Ben kimim? “Ben Mayakovski” diye cevap verdi (…) Gülüştüler. Ama kulağındaki ben ile gözlerindeki sarı buluz varlığını sürdürdü.”
Mayakovski takım elbiseleri, resmî törenleri reddeder, Metin gibi “hödüğün biri” olduğunu ispat için çırpınıp durur. Şimdi, Kudret’le yüz yüzedir. Portakal renkli bir kostüm içindedir; Taktir belgesiyle çerçevelenmiş kobra yılanı ekmek kapısıdır. Bu yılan hem bir zehir hem de bir ilaç olarak evcilleştirilemez. Bir insanı ancak serüveni ile anlayıp seveceksek kuvvetli bir alkışı en çok hak eden Metin’dir.
Berkun Oya’nın hissesine düşen alkışa gelirsek…
Sanat dünyamız neredeyse her şeyi anlayan ve bilen insanlardan ibarettir. Berkun Oya, burada kendi vadisini “sadece anlamaya çalışarak” oluşturuyor. Çok katmanlı anlatılarının gücü de buradan geliyor. Bu sebepten kuvvetli bir alkıştan çok daha fazlasını hak ediyor.