Meral Şimşek: Ben Geldim, Gülümse!

Yazarlar

( Bedeni işgal edilmiş ve yaşamdan koparılmış tüm kadınlara )

 

“Ok ancak geri çekilerek atılır. Hayat sizi zorluklarla geri çekiyorsa, sizi daha büyük bir şeye fırlatacağı içindir. Nişan almaya devam edin.” Paulo Coelho

 

Ellerim, ayaklarım oynamıyor. Ağzımdaki plastik tadı midemi bulandırıyor. Göz kapaklarıma birer gökdelen inşa edilmiş sanki, açamıyorum gözlerimi. Etrafımda yeşil gölgeler dolanıyor belli belirsiz. Gözlerim açılıyor, gördüklerim korkunç, kan içinde her yanım! Çırpınıyorum.

“Bırakın beni! İmdat! Kimse yok mu? Kurtarın beni! Dokunmayın bana, çekin iğrenç ellerinizi üzerimden, dokunmayın!”

Neden kimse duymuyor beni? Sesler süzülüyor kulaklarımdan, silik sesler. Gözlerim yeniden kapanıyor.

“Olamaz hocam, hasta uyandı!”

“Neredeyim ben, biri bana yardım etsin?”

“Şoka giriyor, kalbi duracak! Hemen yeni doz anestezi.”

“Zehirlenme de var hocam, zehirleniyor!”

“İmdat! Neden kimse duymuyor beni? Herkes nerede, bana ne yapıyorsunuz?”

“Hemen yeni doz anestezi dedim!”

“Başlıyoruz hocam.”

“Tamam, mideyi yıkamaya geçiyoruz. Çok dikkatli olun, batın açık.”

Gözlerim kapalı, açılmıyor gözlerim. Ağzımdan aldığım plastik tadı, burnumda ağır bir kokuya dönüşüyor. Ne yapıyorlar bana? Burnumdan genzime inen bu acı da neyin nesi? Anne neredesin? Kurtar beni, canım çok yanıyor! Ah, ciğerlerim göğüs kafesimi parçalıyor! Galiba bu son nefesim…

Kulaklarımdan yumuşak bir ses süzülüyor;

“Hadi uyan artık lütfen!”

Dudaklarıma milyon yıldır tek damla su değmemişçesine susamışım.

“Neredeyim? Ne olur bir yudum su!”

Etrafımda ışık süzmeleri dolanıyor. Çok soğuk, üşüyorum. Dişlerim, bir depremin ortasında gibi şakırdıyor. Kalkmam gerek. Aman tanrım, boynumdan aşağısı benim hükmümde değil! Neden çıplağım? Hayır hayır, bir kez daha değil, ne olur bir kez daha değil! Artık gücüm yok, bir kez daha değil!

“Neredeyim? Bırakın beni çocuklarım var, anneyim ben, bu kez değil, artık değil! “

Çocuklarım var benim. Neydi isimleri, ne zaman anne oldum ki ben?  Üşüyorum, bu üşüme çok tanıdık. Hayır olamaz! Çıkmıştım ben o hücreden, evet çıkmıştım. Olamaz, hayır, neredeyim ben?

“Hocam hasta uyanmıyor.”

“Şok yapın. Bir terslik var, çoktan uyanmalıydı.”

Tanrım! Yüzümdeki bu acı da neyin nesi?

Her yanım lime lime edilmiş gibi. Gözlerimi açma isteği zorluyor zihnimi. Sol elimde bir el hissediyorum. Yine mi sol elimden kelepçe? Gözlerim açılmıyor, bir nefes yüzüme yaklaşıyor;

“Korkma, hastanedesin, doktorum ben. Sakın korkma geçti. Kimse zarar vermedi sana. Ameliyattan çıktın, hadi lütfen sakinleş.”

Gözlerim aralanıyor. Karşımda çok tanıdık, esmer bir suret var. Nereden tanıyorum ki?

“Üşüyorum.”

“Birazdan geçecek. Hadi ne olur uyuma sakın! Bak üstünü örteceğim, üşümeyeceksin.”

“Ama, ama her yanım kan! Kan kokusu, hücreler, midem bulanıyor, kusmak istiyorum.”

Bu bulantı, kusma isteği… Ah, canım çok yanıyor!

“Hayır, ne olur aç gözlerini. Hücrede değilsin. Bak elini tutuyorum.”

Gözlerim yeniden açılıyor, esmer suretin gözleri ıslak, Dicle gibi gözleri…

“Kimsin sen? Çıkar beni buradan. Abimle ablam neredeler? Üçümüz gelmiştik buraya. Ne olur örtün üzerimi, çıplağım!”

“Yüzüme bak, doktorum ben. Yüzüme bak, hatırladın mı? Hadi, Amedli yüzüme bak! Şimdi örtüyorum ama sakın çırpınma. Sakin olacaksın tamam mı?”

“Ne olur örtün üzerimi.”

Hışır hışır, kaba bir ses duyuyorum. Yeşil bir gölge bedenimi örtüyor.

“Hadi arkadaşlar, hastayı yukarı çıkarıyoruz. Sakın sarsmayın, çırpınmasın.”

Sedye hareket ettikçe daha çok midem bulanıyor. Çok uykum var. Sakın açmayın üzerimi, abim görünce canı yanıyor. Yakmayın abimin canını. Uyumak istiyorum…

Bir lokma umudumuzdu bize kalan

Onu da kırıntı avındaki kuşlar yedi

Ellerim bak boş şimdi

Bizim için söylenmiş olmalı

O zaman uçurumlar boyu uzanan

Yolculuklara hazırlanma vakti…

Bazı günler takvimlerden silinmeli ya da intihar etmeliler. Hele ki bilinç düzeyimiz yeterince oturmadığı için, yaşadıklarımızdan utanıp, unutmaya çalıştığımız günler, onlar hepten yok olmalılar…

Bedenime peş peşe inen tekmelerin acısı, ablamı yanımdan götürdüklerinde çıkmaya başladı. Canımın yanmasının canı cehenneme! Ne yapacaklar ablama? Üçümüzü de aynı anda aldılar, annemiz şimdi çıldırmış olmalı! Burası çok karanlık. Uzaktan yakından çığlıklar süzülüyor kulaklarımdan. Hepsi tazecik sesler. Kaç yaşında bu seslerin sahipleri? İnsan çığlıkları kaç milyon yıl yaşlandırabilir on üç yaşımı? Postal sesleri yaklaşıyor, yine ablamı mı getirdiler?

“Yürü lan orospu çocuğu. Bakalım kardeşini yanında becerince de böyle erkek olacak mısın?”

“Şerefsizler!”

Bu ses? Abim!

Tanrım durdur zamanı! Hani senin kudretin her şeye yeterdi? Hadi yok et bütün kötülükleri. Senin kudretin bize zulüm mü? Hadi durdur zamanı!

Hücrenin kapısı açıldı, abim barbarların elinde çırpınıyordu. Dışardaki ışık içeri loş ve kirli bir şekilde aydınlattığı an abimle göz göze geldik. Gözlerinde öfke, gözlerinde çaresizlik… Abim bağırıyor, ne söylediğini anlayamıyorum. İki kişi bana yaklaşıyor, iğrenç bir el boynumda geziniyor, kusmak istiyorum. Başımı olabildiğince öne eğiyorum. Ben başımı eğdikçe, bir diğer el saçlarımdan geriye çekiyor. Amaçları abimle göz göze gelmemi sağlamak. Gözlerimi patlatırcasına sıkıyorum, açıyorlar gözlerimi. İğrenç kahkahalar çınlıyor kulaklarımda. Midem bulanıyor, on üç yaşımdayım, korkuyorum!

“Ne dedik sana ha? Erkek misiniz lan siz? Ülke kuracaklarmış! Bakın bacılarınızın üzerinden nasıl geçiyoruz, düşün ülkenizden nasıl geçiyoruz!”

Abimin arkasında duran bir çift el, boynunu bana doğru sabitlemiş, abim kımıldayamıyor.

“Hadi güzelim soyun da endamını görelim.”

Gözlerimde korku var, elimde değil. Hem nasıl soyunurum, abim karşımda. Abim bacaklarımı bile görmedi daha. Biz soyunamayız ki abilerimizin yanında. Görmez onlar ne zaman soyunup, giyindiğimizi.

“Hayır hayır, soyunamam! Ne olur yapmayın, abim burada, ne olur!”

“Ulan kaltak, soyun dedim! Yabancı görmeyecek merak etme.”

Abimin çırpınışı, çığlığı… Biri zamanı durdursun, biri zamanı yok etsin…

Utanıyorum, abim karşımda. Abim bacaklarımı bile görmedi. Titriyorum. Gözyaşlarım, henüz belirginleşmemiş göğüslerimi örtüyor. Tanrım, gözyaşından örülmüş kıyafetler neden yok? 

Bir el tenime uzanıyor.

“Dokunma şerefsiz, dokunma!”

“Abi, yardım et!”

Sesim öyle cılız ki, gözyaşım boğuyor sesimi.

“Hadi abisi yardım etsene!”

“Korkma bacım ne olur korkma! Bak ben görmüyorum seni. Utanma, kaldır başını!”

Kaldıramıyorum başımı. Abimin gözlerindeki acı katlanılabilecek gibi değil.

“Kaldır başını!”

“Abi!”

Arkamda duran barbar, iki elim birleştirilmiş, diz çökeceğim şekilde yere kapaklıyor beni. Bu acıya nasıl dayanacağım? İğrenç el tenimde gezinmeyi bırakıyor, copun soğukluğu değiyor tenime. Bedenimdeki titreme, evrenin neresinde bir deprem yaratıyor şu an? Biri bize yardım etsin tanrım!

Copun soğukluğu kasıklarımda, bir el ağzımı kapatıyor, çığlığım kulak zarımı patlatabilir. Öyle güçlü sıkılıyor ki ağzım, ölebilirim. Abimin çığlığı kulaklarımda. 

“Lan oğlum çırpınma, bak bacının hoşuna gidiyor! Sesi bile çıkmıyor kaltağın.”

Ölmek, istemekle olur mu? Hadi hemen şimdi ölmek istiyorum. Başım dönüyor bedenimdeki acı umurumda değil. Abim! 

Utancından bayılır mı insan? Bilincimi yitiriyorum. 

Çok zaman geçmemiş olmamalı, gözlerimi açtığımda her şey olduğu gibiydi, bir tek abim yoktu. 

“Kalk kız üzerini giyin. Götünüz yemiyor madem, adam olacaksınız! Siz adam olmazsanız, biz sizi adam etmeyi biliriz.”

“Abim nerede?”

“Cop yeme sırası onda. Hem ona öyle sana yaptığımız gibi azıcık değmeyecek.”

Doğrulamıyorum. Biri elbiselerimi ayaklarıyla yanıma ittiriyor. Ellerim tutmuyor nasıl giyineceğim? 

“Hadi acele et! Yeterince gördük götünü başını. Amma da dayanıksız çıktın ha sen! Ablana hiç çekmemişsin, bize kök söktürüyor, bir de kendine bak!”

Midem bulanıyor, kusuyorum. Tanrım, biz neyin diyetiyiz?

“Ha bu arada küçük kaltak, burada olanları birilerine anlatırsan; ablana ve abine olacakları düşün. Sakın sesini çıkarma! Birine tek laf edersen, bu kez daha beterini yaparım ona göre!”

Kasıklarımdan, makatıma, oradan da kalçalarıma ve belime korkunç bir ağrı yayılıyor. Dizlerim tutmuyor. Sanki karnım yırtılıyor, tuvalete gitmek istiyorum. Bütün bedenim, bağırsaklarımdan çıkacak gibi hissediyorum. 

Hücreden çıkarılıp, tuvalet diye götürüldüğüm yer iğrenç ötesi. Elimi yüzümü yıkamak istiyorum su diye bıraktıkları sıvı sidik kokuyor. Kapı açık, tuvalete giremiyorum. Barbarın biri tam karşımda, öylece bekliyorum. 

“Neye getirdin bizi buraya? Ne tuvalete girdin ne yüzünü yıkadın. Babanın uşağı mı var?” deyip, kolumdan çekiştiriyor.

“Bak az önce söylediklerimi kafana sok! tek kişiye bir şey söylersen sana yapacaklarımı biliyorsun ona göre!”

Korkuyorum, başımı sallayarak, tamam diyorum. Hem nasıl söylerim ki, ölmek istiyorum…

Şimdi artık

Deltası kurudu düşlerin

Sona mı geldik

Sonsuzluğa mı

Kim bilir belki de

Alüvyonlar

Şimdiki zamana yetecek kadardı 

Kim bilir…

Nereye geldik, bu makinalar da neyin nesi? Neden kımıldayamıyorum? Her yanıma kablolar bağlı. Elektrik mi? Hayır ne olur şimdi olmaz, kasıklarım çok acıyor. Gözlerime ne sürdüler? Gözlerim yapış yapış. Bu kan kokusu, yıkanmak istiyorum. Ah, kımıldayamıyorum!

Gözlerim aralanıyor. Bu acı da neyin nesi? Kaç bin yıldır buradayım? Kan kokusu azalmış, etraf tertemiz. Burası hücre değil, neredeyim ben? Kısık gözlerle etrafı süzüyorum, burası bir hastane. Evet anımsıyorum, ameliyat olacaktım. Defalarca ameliyat oldum, neden bu kez canım bu kadar yanıyor? Sırtım uyuşmuş, dönmem gerek, kımıldayamıyorum.

“Hanımefendi, sakın kımıldamayın!” diyen bir ses yanıma yaklaşıyor.

Bu yüzü anımsıyorum. Ameliyat öncesi, en son serumumu takan genç hemşire bu. Biraz ürkek, henüz çok yeniydi sanırım mesleğinde. Evet evet, bu o!

“Çok susadım.”

“Su olmaz, henüz değil. Birazdan doktorlarınız gelecek. Ne olur kımıldamayın. Hareket ederseniz, ellerinizi bağlamak zorunda kalırım. Çok zor bir ameliyat geçirdiniz, dikişleriniz zarar görür.”

Dilim boğazıma yapışmış, bir çöl gibi ağzımın içi, sesim beni bile rahatsız ediyor. Boğazımda korkunç bir acı var, her nefeste kan kokusu doluşuyor ciğerlerime. 

“Çocuklarım buradalar mı?”

Evet, benim çocuklarım, bana anneliği yaşatan kutsallarım.

“Evet, bekleme salonundalar. Doktorlarınız gelsin, sonra alacağım onları.”

Gözlerimle odayı geziniyorum. Duvar dibindeki yataktayım. Pencere tarafındaki yatak boş. Ameliyata giderken doluydu. Orda yatan hasta benden sonra ameliyata girmiş olmalı. Bütün ışıklar açık. Yoğun ışık gözlerimi rahatsız ediyor. Kablolarla bağlandığım makinalardaki nabzımın sesi, kulak zarımı patlatıyor. Pencere tam karşımda, akşam olmak üzere. Güneş, karanlığın hükmüne geçmemek iççin direniyor. Güneşin kızıl yansıması ne kadar da güzel. Bugün 1 Aralık’tı, birkaç gün sonra doğum günüm. Ölümden ne çok döndüm ben böyle. Ey hayat; bak yine ben geldim, gülümse!

Doktorlarım, anlamadığım cümleler birliği kurarak giriyorlar içeri. Yüzlerini anımsamaya çalışıyorum. Bu esmer yüz, evet bu yüz, o yüz. Bu, Amedli doktor. 

Hoca konuşurken, asistanları onu pür dikkat dinliyorlar. Esmer yüz, göz kırparak tebessüm ediyor. Tebessümünden belli, uyandığıma sevinmiş. Kim bilir ona neler yaşattım. Hoca, sağ tarafımdan bana doğru geliyor.

“Geçmiş olsun. Nasıl hissediyorsun?”

“Çok ağrım var.”

“Hepimiz için çok zor bir operasyon oldu, ağrıların olması çok normal, zamanla azalacak ama sakın endişelenme çok başarılı geçti.”

“Hocam, ben ameliyatta uyandım mı?”

Ben bunu söylerken bütün ekip birbirine şaşkın şaşkın bakıyor.

“Evet, ama sen bunu nasıl hatırlıyorsun. Bu, çok nadir karşılaştığımız bir durum. İnan ben senin bünyeni çözebilmiş değilim.”

“Hatırlıyorum, midemi de yıkadınız.”

“Evet, ikinci kez narkoz vermek zorunda kaldık. Ameliyat öncesi verilen bazı ilaçlar da midende beklenmedik bir şekilde zehirlemeye yol açığı için mideni yıkamak zorunda kaldık. Sakın merak etme az önce de dedim, her şey yolunda, beklediğimden daha güçlü çıktın.”

Öksürme isteği duyuyorum, boğazım kupkuru. Hoca masanın üzerindeki küçük bir kutudan, ıslak bir pamuk parçası alıp dudaklarıma sürüyor. Susuzluktan, o pamuğu yutasım var. Hoca pamuğu dudaklarıma sürerken bir yandan da benimle konuşuyor, araya giriyorum;

“Hocam diğer ameliyatlara nazaran karnım bu kez çok daha şiş. Böyle kalmayacak değil mi?”

Bir anda odadaki herkes gülüşüyor.

“Bu mu derdin? Alemsin sen yemin ederim. Bak sakın dedim, spor yapmak yok! Geçecek o zamanla.”

Herkes yine tebessüm ediyor, e tabi ben de. Ölümden dönen birinin, göbek ebadını düşünmesi elbette gülümsetir insanı. 

Hoca, asistanlarına bir takım talimatlar veriyor. Bizim esmer doktor dışında hepsi dışarı çıktı. Bu kez sağ tarafımdan yaklaştı yanıma. Parmaklarımdan tutarak;

“Sen çok güçlüsün Amedli. Hep böyle ol tamam mı? Sakın pes etme!” dedi.

Gülümsedi, gülümsedim.

Onlar çıkar çıkmaz yine uykum gelmişti. Ne kadar süre öyle sızıp kaldım, bilmiyorum. Gözlerim, korkunç bir ağrıyla açıldı. Hemşire hemen yanı başımdaydı.

“Hemşire hanım, çocuklarımı almayacak mısınız?”

“Hemen alıyorum, uyanmanızı bekledim.”

Birkaç dakikalık zaman uzadıkça uzuyordu. Nerede kaldılar? Hadi ama! Onları görmem gerek.

Ve işte benim minik mucizelerim karşımdalar. Yüzlerinde nasıl büyük bir korku asılı kalmış böyle? Nedir bu annelerinden çektikleri, daha kaç kez yaşayacaklar bu korkuyu? Eş zamanlı açılıyor dudakları;

“Anne!”

Tek bir kelime nasıl bu denli kutsanmış hissettirir ki insanı?

Hüzünle tebessüm ettim, gözyaşlarımı zor zapt etmiştim. Yanıma korkarak yaklaştılar. Bu, canımı yakma korkusuydu, bilirdim bu korkuyu. Benim annem de defalarca ameliyat oldu, bu korkuyu her seferinde yaşadım. 

Sağ tarafımda sondalar takılı olduğu için sol yanımdan yaklaşıyorlar. Her ikisinin de birer eli avucumda. Bu ellere yeniden dokunabilmek bir mucize. Her ikisinin de göz pınarları nemli. Oğullarım, küçük taylarım, size bu anları yaşattığım için özür dilerim, affedin annenizi.

“Anneyi öpmek yok mu?”

Büyüğüm, küçüğümün kulağına benim de duyduğumun farkında olmadan fısıldıyor;

“Yavaş ol, sakın canını yakma!”

“Tamam abi.”

Ah bu yanaklar, hangi ipek kozasında örüldüler böyle? Ya bu kokular miski amber midir?

“Anne, iyisin değil mi?

“İyiyim bebeğim, korkma. Kardeşine dikkat et olur mu? Zaten ben birkaç güne kadar eve gelirim.”

“Tamam anne, sen bizi merak etme. Bir an önce iyileş ve evimize gel.”

“Hadi çocuklar, artık çıkmanız gerek. Annenizin ilaç saati” diyen hemşirenin sesi gelince, yüzlerinde hüzün beliriverdi. Yüzümden öpüp çıktıklarında arkalarından bakakaldım.

Büyük olasılık saatlerdir söylediklerimi kimse tam olarak algılayamıyordu. Kendim bile zor anlıyordum. Uyku ile uyanıklık arasındaki çizgideydim ve ağrılarım gittikçe şiddetleniyordu. Hemşire seruma bir ilaç ekledi, bedenim uyuştu. Dilim tonlarca ağırlaşmış, çenem acıyordu. Üstelik zaman geçtikçe susuzluğum da artıyordu. Çok uykum vardı, yeniden kapandı gözlerim. 

Binlercemiz var hayatın içinde, acının en koyusunda demlenmiş olanlarımız… Ne çok şey alınmış bizden, ne çok eksiktir yüreğimizin uzuvları. Uğruna parelendiğimiz vatan, Leyl-i Bahar; hadi dindir acımızı…

İlginizi Çekebilir

Ahmet Yıldırım: Roboskî 10. Yıl; 100 Yıl da Geçse Katliam Gerçeği
Çayan Okuduci: Helalleşmek

Öne Çıkanlar