Meral Şimşek: Bir Deli Derviş

Yazarlar

Kimileri onun için aklını yitirmiş dedi, kimileri ermiş olduğunu düşündü. Oysa yaşamdaki tek isteği; koptuğu yere yeniden ilmiklenme çabasıydı, en duru haliyle yüreğinin. Koptuğumuz yerlere ilmiklenme çabası değil miydi zaten, şehir ışıklarının yapay gürültüsüne eşlik eden yüreğimizin hışırtısı? Belki de bunca sevilmesinin sebebi; ulaşılmak istenen o menzile, kendisinin ulaşmış olduğunun düşünülmesiydi. Şewuşen ne yaşamaktan korkardı ne de ölmekten. Beni ancak bir deli öldürebilir derken bile onun için önemli olan doğruya ermekti. Çünkü dünyevi her şey geçiciydi, aslolan insan olabilmekti. 

O sabah ortalıkta Şewuşen’den başka kimseler yoktu. Bütün evlerin perdeleri örtük, bütün dükkanlar kapalıydı. Sanki şehirde hiç çocuk olmamıştı bugüne dek, çocuk sesleri yoktu. Şewuşen paniye kapıldı ve oradan oraya koşturmaya başladı.

“Herkes nerede? Beni bırakıp nereye gittiniz?” diye bağırıyordu.

Kimselerden ses çıkmayınca olduğu yerde durdu. Nemlenen gözlerini, çokça eskimiş olan ceketinin altından dışarı sarkan kazağının koluyla sildi. Bu sırada kulaklarından keskin bir rüzgar sesi süzüldü. Rüzgar şiddetlendikçe, uzaklardan gelen köpek sesleri yakınlaşmaya başladı. Şewuşen’in şehre doluşan çığlıklarını duyan askerler ona doğdu koşuyordu. İçlerinden biri, komutanları olan, çığlığın sahibini henüz göremeyecek mesafedeyken;

“ Çabuk evine gir! Yasağı ihlal ediyorsun, ateş ederiz!” diye bağırmaya başlamıştı. 

Şewuşen, askerleri görünce daha da endişeli bir hal almış ve seri hareketlerle olduğu yerde bir çember çizmeye başlamıştı ki komutan yeniden bağırmaya başladı;

“ Dur diyorum sana! Neden dışardasın?”

Şewuşen, onu yanıtlamak yerine;

“Herkes nerede, ne yaptınız onlara? Onlar benim kollarım! Şimdi ben ne yapacağım böyle bir başıma?” deyince, komutan hiddetlendi.

“ Yasağı ihlal ediyorsun! Hemen eve git, yoksa vurulacaksın!” der demez;

“Yine mi öldürdünüz Dersimlileri? Yine mi kestiniz kollarımızı? Yine mi oydunuz gözlerimizi?” diye ağıda dönüştü Şewuşen’in sesi. Kollarını göğe doğru uzattı ve çığlık çığlığa devam etti;

“ Ey hak! Bu kaçıncı zulümdür? Ya kaç kez başımızı gövdemizden ayırmalarına izin vereceksin? Yetmedi mi bize reva gördüğün ölüm?”

Askerler kendi aralarında fısıldaşıyordu, hepsi Şewuşen’i tanımıştı. İçlerinden biri yanındaki nöbet arkadaşına;

“Bu komutan yeni, Şewuşen’i tanımıyor. Vurmasa bari onu.” dedi.

Fısıldaşmaları duyan komutan hiddetle onlara döndü. Bu arada elindeki silahı Şewuşen’e doğrultmuştu. 

“Asker! Kendi aranızda ne fısıldaşıyorsunuz? Hemen buraya gel!”

Asker, karşısına geçip, tekmil verir vermez devam etti;

“ Ne konuşuyordunuz? Bu adam kim, neden evinde değil?” deyince;

“Komutanım, onun adı Şewuşen’dir. Şehrin delisidir.”dedi asker.

“ Bu nasıl delidir ki konuşurken bizi suçlar?”

“ Gerçekten delidir komutanım. Halk bakıp besler onu. Kimseleri görmeyince panik olmuş besbelli. Bırakırsak köşesine çekilip bekler. Zararsızdır.” deyince, komutan ağzından köpükler çıkararak;

“ Alın götürün o halde bunu deliğine. Yaygara koparıp durmasın!” dedi. 

Asker koşar adım Şewuşen’e yaklaştı ve kolundan tutmak istedi ancak Şewuşen izin vermedi. Ellerini dizine vura vura söylediği bir ağıdın eşliğinde, meydana açılan sokaklardan birine yönelerek gözden kayboldu. Gölgesinde stranlar söylediği ağaca ulaştığında gözlerindeki yaşlar, Munzur’un suları gibi yüzündeki coğrafyadan tenine süzülüyordu. Tertele zamanlarındaydı yeniden. Sanki her taraf kana boyanmış insan bedenleriyle dolmuştu yeniden . Ağacın dibine çöktü, acıdan ve yorgunluktan sızana kadar ağıt yaktı.

Şewuşen diyerek kendisine doğru koşan ayak sesleriyle gözünü açtığında gün çoktan ışımıştı. Bütün geceyi ağıt yakarak geçirdiği ağacın, kendisine doğru eğilen dalından tutarak doğruldu. Gelenler tanıdıktı. Dün yaşananlardan sonra onun için endişelenmiş olsalar da ilk bakacakları yerin neresi olduğunu biliyorlardı. Şewuşen de onlara doğru koşmaya başlamıştı. 

“Nerde, herkes nerde?” 

Adamlar Şewuşen’in yüzüne ve sesine işleyen acıya tanık olunca dehşete kapıldılar. İçlerinden biri elini tuttu ve;

“Herkes iyi merak etme. Nüfus sayımı vardı, hepimiz evdeydik. Hadi gidelim.” dedi. 

Şewuşen hem yürüyor hem de belli belirsiz bir ağıt yakıyordu. Şehir merkezine gelene kadar susmadı ağıdı. Meydanda insanları görünce en sevdiklerine doğru koşup tek tek sarıldı. Kan yoktu ortalıkta, Dersim yaşıyordu. 

Seyit Hüseyin, kimliğindeki adıyla Hüseyin Tatar olan Şewuşrn, 1930 yılında Mazgirt’e bağlı Beydami köyünde doğdu. Söylenceye göre iyi bir kerpiç ve duvar ustası olan ve Dersim Tertelesi’nde henüz çocuk olan Şewuşen’in yaşamı askere gidip geldikten sonra tamamen değişti. Tertele zamanı yaşadığı ve tanık olduğu acıların bir zaman sonra ortaya çıkan dayanılmaz ağırlığıydı belki de onu, kabul gören doğruların dışında bırakan. 

Dersimliler çok severdi onu ama o daha çok severdi Dersimlileri. Çok konuşmazdı. Yakın temas kuracağı insanları özenle seçerdi. Asla dilenmez, para olgusuna tamamen yabancıydı. Herkesin yemeğini yemez, çağrıldığı her masaya gitmezdi. Doğayla konuşurdu. Rüzgarın sesine kendi ağıt sesini karıştırır, kuşların kanadında gökyüzünü seyre dalardı. Belki de çocukluğunda tanıklık ettiği Tertele’nin ağıdını, aklının ve yüreğinin sınırlarında boğmaya çalışırken normallerin dışına çıkmayı seçti. 

Şewuşen, Dersim’in acısını kalbinin ve zihninin koyaklarında bir çığlığa dönüştürerek yaşadığı 64 yılın sonunda 1994 yılında, şehre atanan akıl hastası bir öğretmen tarafından bir gece yarısı kafası taşla ezilerek öldürüldü. Dersim’de çoğulca tanık olduğu ve zihninde bir çığlığa dönüştürdüğü kandan ağıtlar, onun kanıyla yeniden Dersim’de döküldü, ince bir ah ve çoğullaşan bir ağıyla…

 

İlginizi Çekebilir

Ahmet Yıldırım: Roboskî 10. Yıl; 100 Yıl da Geçse Katliam Gerçeği
Çayan Okuduci: Helalleşmek

Öne Çıkanlar