Meral Şimşek: İki Sınır Arasında

Yazarlar

Nehrin çamurlu suyundan da kirli olan botun diğer köşesinde, yanına verilen çantalarımıza tutunmaya çalışan Dicle ile göz göze geldiğimde, yüzümdeki endişeyi yok etmeye çalışsam da başarılı olamadım. Böyle anlarda bunu yapmanın ne kadar aptalca olduğunu düşünmeye bile vaktim yoktu. Gözlerimi Dicle’nin gözlerinden alıp, bizimle birlikte botta bulunan diğer iki kişiyle mücadele etmeye devam ettim. Tam bu sırada kıyıda kalan maskelilerden birinin bir yandan bağırarak, bir yandan da el işaretleriyle botta bulunanlara “aşağı at” işareti yaptığını gördüm. Maskelinin konuştuğu dili bilmem gerekmiyordu. Nehre atılacağımı anlamıştım. Aynı sesin sahibi daha az önce silahın dipçiklerini baldırıma ve sırtıma indirirken ona direnmeme tahammül edemeyip “ Kes sesini, gebereceksin!” demişti, benim konuştuğum dilde.

Saliselik bir hamleyle bottakilerden birinin elindeki, suya girip çıkmaktan küflenmiş olan küreği kapıp, adamın yüzüne vurdum. Susuzluk, açlık, yorgunluk, endişe ve daha az önce bedenime inen darbeler yüzünden küreği yeterince kontrol edemiyordum. Bottaki ikinci adam, botun sarsılmasıyla paniğe kapılmış; bir yandan küreği elimden almaya çalışıyor, bir yandan da beni nehre atmaya çalışıyordu.

Bu sarsılma sırasında suya düşmekten son anda kurtulan Dicle, bana yardım etmek için hamle yapmaya çalışsa da başarılı olamamıştı. Yüzüne küreği indirdiğim adam kendini toparlayınca, tüm bu çırpınışım boşa çıkmıştı. Adam dengesini tamamen toplayınca beni bir çırpıda nehre atmaya başarmıştı ama kürek hala elimdeydi. Küreğin suyun üzerindeki salınışından faydalanarak karşı kıyıya doğru kendimi bir süre sürüklemeyi başarmıştım ki yanıma yaklaşan bottan bir çift el, kafamdan sertçe bastırıp, beni nehrin içine gömdü, kürek onların oldu. 

Su, ciğerlerime burnumdan mı yoksa ağzımdan mı kaçıyor bilmiyorum ama balçıklı nehir yutuyor beni. Kulaç nasıl atılıyordu? Bildiğim her şey silinmiş. Kes sesini öleceksin diyen iğrenç ses hala kulağımda. Suyun yüzeyi ve dibi arasında gidip gelirken iki çocuğun sureti beliriyor.

“ Anne, sakın pes etme!” diye bağırıyorlar. 

Ne işleri var burada? Nehir yutuyor beni, çırpınıyorum. Çocuklar yeniden bağırıyor;

“ Hayır anne, sakın gitme! Sırt üstü uzan anne, sırt üstü!”

Ne işleri var burada? Kaç yaşındalar? Sırt üstü atıyorum kendimi suyun kucağına. Annemin kucağı nerede? Annem ne çok kızacak bana, nehir beni yuttuğunda. Giden üçüncü evladı olacağım, üstelik abim gibi mezarsız! Bu duyguyu kaç kez yaşadım? Son kez olmalı bu. 

Saçlarım, nehrin fısıltısını taşıyor kulağıma, güneşin kanatları gözlerime ağlayarak bakarken. Nehir nereye götürüyor beni? Meriç, denize dökülüyor muydu yoksa balçıkların arasında mı sürükleneceğim? Tam gözlerimi kapatıp, kendimi nehrin fısıltısını dinlemeye bırakıyorum ki çocuklar yeniden bağırıyor;

“Hadi anne, ayaklarını suya vur!” 

Dipçik ve cop darbelerinden ezilmiş olan bacaklarım, sünger gibi çekmiş nehrin balçığını. Nasıl başaracağım ayaklarımı suya vurmayı? Üstelik nehir beni yutmakla meşgul. Gidiyor muyum yoksa kalıyor muyum bilmiyorum. Ayaklarım hareket ediyor mu onu da bilemiyorum. Saçlarım suyun sesini taşıyor kulaklarıma;

“Hadi bırak kendini bana!” 

Nehrin sesine teslim olmak üzereyim ki bir kadın sesi geliyor.

“Elini ver bana, hadi çabuk!” 

Nehir saçlarımdan tutuyor, kadın ellerimden. Nehrin elleri ve kadının elleri ne kadar da farklı. Bedenim kıyıdaki taşlara çarpınca yaşadığımın farkına varıyorum. Ama nasıl?

Hala nefes alamıyorum. Ciğerlerimdeki tüm baloncuklar, nehrin kirli suyunu vakkumlamış. Her iki elimi yumruk haline getirip, karın boşluğuma, diyaframıma yakın bastırıyorum birkaç kez. Ağzımdan ve burnumdan kirli sular atıyor, midemi bulandıran ama nefesim açıldıkça hoşuma giden öksürüklerle.

Tüm bunlar dakikalar mı sürdü yoksa bin yıllar mı? Bir önemi yok aslında, yaşıyorum. Kendimi toprağın tenine teslim ederken kadınla göz göze geliyorum, bu Dicle! Yaşıyor! Güneş, ıslak bedenime göz kırparken gülümsüyorum ona. Yaşıyor olmamın verdiği acı dolu gülümsemeyle yüzüme dokunuyor, gülümsüyorum, yaşıyoruz! 

Çok yakınımızdan silah sesleri geliyor, karşı kıyıdan hızla uzaklaşan araba sesleri yükselirken. Köpek havlamaları yakınlaşıyor. Lili burada olsa korkudan nasıl da miyavlar, bacaklarımın arasına saklanırdı. Dicle bir eliyle elimden tutuyor, diğer elinde çamurlu olmayan hafif ıslak elbiseler var. Dicle’nin elleri nehrin ellerinden ne kadar da başka….

İlginizi Çekebilir

Uğur Güney Subaşı: Kılıcın Ucu 
 Merkan Aksoydan: Acılar, şiirler ve hikayeler… Sezai Karakoç ilk değil…

Öne Çıkanlar