( Sınırlarda yaşamını yitirmiş bütün isimsizlere…)
Kış, o yıl uzadıkça uzamış; bahar kendini gösteremeden, yaz gelmişti. Perdeyi aralar aralamaz içeri sızan güneş ışıkları; uzunca zaman karanlıkta kalıp, yüksek bir ışığa maruz kalmışçasına gözlerini sıkıca kısmasına neden oldu. Gözlerindeki fluluk geçince dışarı baktı. Pencerenin önüne kadar uzanan iğde ağacının dalları, sokağı görmesine engel olsa da kuş seslerini oldukça yakınlaştırıyor ve mahallenin bütün kuşları, evinin salonunda konser veriyormuş hissi yaratıyordu. Sesler içeri tamamen doluşsun diye pencereyi açtı. Kuş sesleri, ağaçların hışırtısı ve birkaç araba gürültüsü dışında sokak oldukça sessizdi. Bir an hiç sevmediği bu sokağı bile özleyeceğini düşünüp, hüzünlendi.
Mutfağa geçtiğinde, kahve için ocağa koyduğu suyun, çoktan kaynamaya başladığını fark etti. Kahvesini hazırlayıp, masaya geçti. Çok az zamanı kalmıştı ve henüz toparlanmış sayılmazdı. Kararını vermek zorundaydı. Ya kalıp, bütün doğrularından vazgeçecek ya da gidecek ve yeryüzünün güzelleşmesi için mücadele etmeye devam edecekti. Gitmeliydi, buna karar vermişti. Bugün kesinlikle eşyalarını toparlamak zorundaydı. Zaten yanına çok az şey alabilecekti ve bunların neler olacağına bir an önce karar vermek zorundaydı. Geride kalan her şeyi kendisine ancak aylar sonra ulaştırılabilinecekti. Hüzün ve kaygının yüreğindeki sızıya yoldaşlık ettiği vakitler yaşıyordu uzunca bir zamandır. Kahvesinin son yudumunda onlarca dakikadır öylece oturduğunun farkına vardı, kahve oldukça soğumuştu çünkü. Ağır ağır doğruldu ve kıyafet dolabına ulaştı. Günlerdir odanın bir köşesinde öylece bekleyen valizini açıp, yatağın üzerine bıraktı.
Valize koyduklarını defalarca değiştirirken, oldukça sessiz olmaya çalışıyordu. Çocuklar henüz uyuyordu ve eşya toplayışına şahitlik yapmalarını istemiyordu. Bu uzun ve belirsizliklerle dolu yolculuğa onlarsız çıkacak olmanın ağırlığı yeniden çöktü üzerine ve yatağın üzerine öylece çöktü. Ağzını eliyle kapatarak ağlarken, göğüs kafesindeki ağrı her saniye daha fazla belirginleşti. Yatağın karşısındaki aynadaki yansımasıyla göz göze gelince, kendini bir korku tünelinde görmüş şekilde ürkerek yerinden fırladı. Daha birkaç hafta öncesine kadar, kestane rengiyle ağaç tohumlarını andıran saçlarına doluşan beyazlıkları ilk kez görüyor olmuş olmanın şaşkınlığıyla, aynaya sokulabildiği kadar sokuldu. Aynı anda da gözyaşlarını silmeye ve ağlamayla birlikte yükselen nefesinin ritmini normale çekmeye çalışıyordu. Saçlarındaki tokayı çıkarırken bir yandan da elleriyle saçlarını tarıyordu. Her zaman olduğu gibi yine bir tutam saç doluştu ellerine. O sırada arkasından gelen sesle donup kaldı.
“Ne yani, artık dökülen saçların olmayacak mı evin içinde? Yastığımda saç tellerini bulup, çığlığı basmayacak mıyım?”
Saniyelerce donakalmış ve bu soru karşısında ne diyeceğini bilememişti. Yüzüne yapay ve hüzünlü bir gülümseme kondurarak;
“Saçlarım dökülüyor diye söylenmeyeceksin işte, bu yönden düşün. Hem saçlarıma bulaşan sigara kokusu da bulaşmayacak yastığına. Bu iyi bir şey.” dedi, kursağına takılan kesik sözcüklerle.
“Keşke saçların ömrüme dökülse anne!” diyen çocuk, bir anda kadının boynuna atladı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Sokaktan gelen kuş sesleri bir çığlığa dönüşmüş ve çocuğun sesine karışarak, kadının yüreğinin hücrelerine iniyordu. Çocuk öyle sarılmıştı ki bu sarılmayı bir tek, annesinin bedeninde olduğu anlara dönme isteği açıklayabilirdi. Onsuz kalma korkusunun olmadığı zamanlarda olma isteğinin dışında hiçbir izahı yoktu bu acıtan sarılmanın.
Çocuk ağladı, gözyaşlarındaki kekemelik kadının saçlarına doluştu. Hiçbir şey söyleyemiyordu kadın. Söylenecek her şey çocuğun gözyaşları karşısında aciz kalacaktı, biliyordu. Sadece çocuğun saçlarını okşadı, incitmekten korkan bir naiflikle. Çocuğun gözyaşlarıyla vurulan dakikalar geçmişti. Bir an birkaç santim geriledi, annesinin yüzünde asılı kalan acıyı görünce, elleriyle yüzünü silmeye çabaladı, bir yandan da konuşmaya çalıştı;
“Özür dilerim anne. Sadece bir an boş bulundum. Gitmen gerektiğini ve bu ayrılığın geçici olacağını biliyorum. Lütfen üzülme.”
Çocuğun sözleri karşısında, kadının duyumsadığı acı katlandı. Özür dilemesi gereken karşısında kuş gibi çırpınan o minicik yürek değil kendisiydi. Bunu bilmek, kadının canını daha çok yakıyordu. Şaşkındı.
“Annem, sakın bir daha özür dileme. Ben özür dilerim, size bunu yaşattığım için. Evet hepimiz için zor olacak ama söz veriyorum çok uzamayacak. Yastığına sinen sigara kokusu yüzünden yeniden bağıracaksın bana. Saçlarım dökülecek yatağına. Söz veriyorum.” derken, odaya bir başka ağlamaklı ses doluştu.
“Sen neden özür diliyorsun ki anne? Özür dilenecek bir şey yapmadın ki sen! Evet gideceksin, gitmek zorundasın ama biz çok yakında yanında olacağız. Lütfen üzülme, biz güçlü olacağız.”
Sözleri bitince annesine ve kardeşine yaklaştı çocuk. Bu kez üçü birlikte sarıldılar. Kuşlar hala çığlık atıyorlardı. Valizin en üstündeki çiçekli elbise onlara hüzünle bakıyor, kadının avucundaki saç telleri, üçünün birleşen nefesinde salınıyordu…
Ayağının altında ezilen toprağın çığlığını, kaldırım taşlarının hüznünü, papatyaların yasını, göğün kekremsi mavisini, dağların şarkısını, nehirlerin gözyaşlarını görmeyenlerle dolu bu yaralı zamanı terk etme arzusudur belki de boş bir bavulla kurduğum dostluk. Bavullar diyorum içine ne koyduysak ona göre belirler rotayı. Yoldu oysa mühim olan bavulların refakatinde rengini belli eden….