Bu tasfiye süreci, özellikle Kürt meselesi bağlamında dikkat çekici bir biçimde ilerlemiştir. Kemalistler, yıllarca devletin bekası adına Kürtlere karşı düşmanca bir siyaset izlerken, mevcut iktidar Kürt karşıtlığını daha pragmatik bir şekilde kullanarak siyasal gücünü pekiştirmeyi başarmıştır. Kemalist söylem, bugün hala vatan, bayrak ve devlet bütünlüğü üzerinden şekillenirken, Erdoğan rejimi bu söylemi kullanarak Kürt hareketine karşı geniş çaplı bir baskı politikası yürütmektedir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, mevcut rejimin Kürtlere yönelik söylemini değiştirerek Kürtleri tarafsız veya pasif konumda tutmaya çalışmasıdır.
AKP’nin Kürt politikası, yalnızca baskı ve savaş stratejisi ile değil, aynı zamanda Kürtleri mevcut mücadeleden dışlamaya yönelik hamlelerle şekillenmektedir. Erdoğan rejimi, Kürtlerin aktif bir direniş hattında yer alması durumunda rejimin ciddi bir istikrarsızlıkla karşı karşıya kalabileceğinin farkındadır. Bu nedenle zaman zaman “barış” ve “çözüm” söylemleriyle Kürtleri yatıştırmaya, tepkilerini sınırlamaya ve direniş hattından uzak tutmaya çalışmaktadır. Ancak tarihsel deneyimler, Türkiye’de hiçbir iktidarın Kürt meselesinde kalıcı bir çözüm sunmaya niyetli olmadığını göstermektedir. Tek parti dönemi, çok partili sistem, sağcı, solcu ya da liberal hükümetler—hepsi İttihat ve Terakki’nin devamı niteliğinde hareket etmiş ve Kürtlerin siyasal haklarını reddetme konusunda ortak bir çizgide birleşmiştir.
Bugün yaşanan süreç, Türkiye’de otoriter bir dönüşümün yeni bir aşamaya evrildiğini göstermektedir. Erdoğan, Kemalist elitleri tamamen devre dışı bırakarak kendi rejimini tahkim etmeye çalışırken, bu süreçte muhalif unsurların etkisiz hale getirilmesi temel bir strateji olarak öne çıkmaktadır. Ancak rejimin en büyük kırılganlığı, toplumsal desteği konsolide edememesidir. İslami-muhafazakâr bir rejim inşa etmeye çalışan Erdoğan, toplumda bu projenin geniş bir karşılık bulmadığını görmektedir. Bu nedenle süreci darbe benzeri yöntemlerle, yargı ve güvenlik kurumları aracılığıyla baskıcı bir şekilde yönetmek zorunda kalmaktadır.
Bu bağlamda Kürtlerin sürece yaklaşımı kritik bir belirleyici olacaktır. Kürtlerin siyasal ve toplumsal direniş içinde aktif bir rol üstlenmesi, rejimin kırılganlıklarını derinleştirebilir ve otoriter yapının sürdürülebilirliğini sarsabilir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için Kürt hareketinin, mevcut siyasi sürecin doğasını doğru analiz etmesi ve bağımsız bir politik hatta ısrar etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, rejimin sunduğu taktiksel açılımlar ve pasifleştirici söylemler, Kürt hareketinin etkinliğini zayıflatma riskini barındırmaktadır.
Özet olarak , Türkiye’de yaşanan siyasal dönüşüm, yalnızca Kemalizmin tasfiyesi değil, aynı zamanda İslami renge bürümüs otoriter rejimin kendi dayanaklarını inşa etme sürecidir. Ancak bu süreç, toplumsal muhalefetin dinamikleri tarafından belirlenmeye devam edecektir. Kürt hareketinin ve genel muhalefetin nasıl bir strateji izleyeceği, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde nasıl bir siyasal yapıya evrileceğini belirleyen en önemli faktörlerden biri olacaktır.