Merdan Dirlik: Kürt Sorunu ve Türkiye’de Otoriter Rejimin Kurumsallaşması; Çıkış Yolu Olarak Demokratik Mücadele

Yazarlar

Türkiye’de Kürt sorunu, yalnızca bir etnik meselenin ötesinde, siyasal yapının temel dinamiklerini belirleyen bir kriz haline gelmiştir. Bu kriz, devletin yönetim biçimini belirleyen en önemli faktörlerden biri olmuş, Türkiye’de otoriter bir rejimin kurumsallaşmasına zemin hazırlamıştır. Siyasal alanın giderek daha fazla daraltılması, hukukun askıya alınması ve toplumsal baskının sistematik hale getirilmesi, bu otoriterleşme sürecinin temel unsurlarıdır. Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu bu krizden çıkış yolu, Kürt sorununun demokratik çözümünden geçmektedir. Çünkü demokratik siyaset yalnızca Kürt halkının taleplerine yanıt vermekle kalmayıp, Türkiye’nin genel demokratikleşme sürecinin temel dinamiği haline gelmelidir.

Türkiye’de gelişen faşizmi analiz ederken, yalnızca baskıcı yasalar, hukuki manipülasyonlar ve medya sansürü gibi araçlara odaklanmak yetersizdir. Faşizm, sadece muhalefeti susturmayı hedefleyen bir rejim değil, aynı zamanda aktif bir itaat rejimidir. İnsanların sessiz kalması yetmez; belirli söylemleri benimsemesi, belirli ritüelleri yerine getirmesi ve belirli biçimlerde düşünmesi zorunlu hale getirilir. Türkiye’deki güncel gelişmeler, faşizmin bu totaliter yönünü giderek daha belirgin hale getirmektedir.

Hukukun askıya alınması, 2016’daki OHAL süreciyle başlamış gibi görünse de, aslında köklü bir devlet pratiğinin devamıdır. 1980 darbesinden bu yana devlet, kriz anlarında olağanüstü hal rejimine yönelmiş, ancak bugün gelinen noktada, olağanüstü hal artık geçici bir kriz yönetimi aracı olmaktan çıkmış, kalıcı bir yönetim biçimine dönüşmüştür. Türkiye, hukuken normalleşmiş gibi görünse de, fiilen sürekli bir olağanüstü hal içinde yönetilmektedir.

Bu süreç yalnızca baskıyı artırmakla kalmamış, aynı zamanda keyfi yönetimi de kurumsallaştırmıştır. RTÜK Başkanı’nın medyaya doğrudan olumlu yayın yapma talimatı vermesi, sadece basın özgürlüğünün sonunu değil, aynı zamanda faşizmin temel dinamiklerinden biri olan zorunlu sadakati de gözler önüne sermektedir. Burada mesele, yalnızca muhalefeti susturmak değil, rejimi destekleyen bir dilin toplumun tamamına dayatılmasıdır. Sessizlik bile bir suç haline gelmiştir.

Otoriterleşmenin bir diğer boyutu, baskının ekonomik bir sektör haline getirilmesidir. Türkiye’de inşa edilen yeni cezaevleri, yalnızca siyasi baskının bir göstergesi değil, aynı zamanda ekonomik rant yaratma mekanizmasının bir parçasıdır. Neoliberal faşizmin önemli bir özelliği, baskı mekanizmalarının ekonomik kazanca dönüşebilmesidir. Şehir hastaneleri, köprüler ve otoyollar gibi projelerde kullanılan garantili müşteri sistemi, şimdi mahkûm garantili cezaevlerine taşınmaktadır. Bu durum, baskının yalnızca siyasi bir tercih değil, aynı zamanda ekonomik bir zorunluluk haline geldiğini göstermektedir.

Türkiye’de medya üzerindeki denetim de yalnızca eleştirel sesleri susturmakla sınırlı kalmamış, bağımsız yorum yapmanın dahi riskli hale gelmesine yol açmıştır. Yeni medya düzeni, gazetecileri yalnızca rejimi eleştirmekten değil, haberleri bağımsız biçimde sunmaktan da alıkoymaktadır. Artık gazeteciler yalnızca olayları anlatan, yorum katmayan devlet memurları haline getirilmektedir.

Bu süreç, faşizmin bilgi üzerindeki denetiminin nasıl işlediğini açıkça göstermektedir. Geleneksel faşizm, bireyleri propaganda yoluyla etkilemeye çalışırken, günümüz faşizmi bireylerin kendi kendilerini sansürlemesini sağlamaktadır. Artık herkes kendi denetleyicisi olmak zorundadır.

Faşizm yalnızca siyasi ve hukuki bir baskı mekanizması değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal kontrolü de içeren bir yönetim biçimidir. Türkiye’de faşizm, yalnızca bireylerin düşüncelerine ve ifadelerine yönelik bir tehdit olarak değil, günlük ekonomik hayatın da bir parçası olarak işlev görmektedir. TÜSİAD üyelerinin bankalarına para yatıranların hedef alınabileceği fikri, faşizmin aynı zamanda sınıfsal bir savaş olarak da işlediğini gösterir. Muhalif sermayenin tasfiyesi, iktidarın ekonomi üzerindeki tam denetimini sağlama çabasının bir parçasıdır. Bu bağlamda, ekonomik sadakat artık bir zorunluluk haline gelmiş, yalnızca ideolojik değil, finansal sadakat de beklenmektedir.

Faşizmin en ileri aşamalarından biri, insanların yalnızca sessiz kalmasını değil, belirli duyguları yaşamasını da zorunlu hale getirmektir. Gülümseme zorunluluğu, otoriter rejimlerin psikolojik baskıyı nasıl kurumsallaştırdığını gösteren bir örnektir. Kuzey Kore’de liderin fotoğrafına yeterince saygılı bakmamak nasıl bir suç sayılıyorsa, Türkiye’de de rejimin dayattığı duygular dışında bir duygu göstermek zamanla bir suç haline gelebilir. Bu, faşizmin yalnızca fiziksel baskıyla değil, duygusal ve psikolojik baskıyla da işlediğini gösterir.

Ancak faşizmin tarihsel olarak en büyük zayıflığı, kendi aşırılığıdır. Aşırı baskı, eninde sonunda büyük bir toplumsal tepkiye yol açar. Avrupa’daki özgürlükçü yapı, Hitler’in yarattığı büyük felaketin ardından şekillendi. Benzer şekilde, Türkiye’de de baskının giderek artması, sonunda büyük bir kırılma yaratacaktır. Ancak bu, kendiliğinden gerçekleşmeyecek; demokratik mücadele ve örgütlü direniş gerektirecektir.

Türkiye’de gelişen faşizm, yalnızca bir yönetim biçimi değil, toplumsal yeniden yapılandırma projesidir. Ancak tarihsel örnekler göstermektedir ki, totaliterleşen sistemler giderek daha kırılgan hale gelir. Bugünkü baskı rejimi de zamanla kendi çelişkileri içinde sıkışacak ve büyük bir dönüşüme yol açacaktır. Önemli olan, bu süreçte alternatif demokratik yapıların nasıl şekilleneceğidir.

Sonuç olarak, Türkiye’deki faşizm yalnızca baskıcı politikalarla değil, ekonomik düzenlemeler, medya manipülasyonu ve psikolojik zorunluluklarla da pekiştirilmektedir. Ancak tarihin gösterdiği gibi, aşırı baskı büyük bir tepkiye yol açar ve bazen yıkımlar, yeni bir geleceğin temelini oluşturur.

Bu noktada Kürt sorununun demokratik çözümü, yalnızca Kürt halkının taleplerini karşılamak açısından değil, Türkiye’nin genel demokratikleşmesi açısından da merkezi bir öneme sahiptir. Kürt sorununun çözümü, siyasal alanın daralmasını engelleyerek otoriter rejimin daha da tahkim edilmesini önleyebilir. Güvenlik eksenli politikalar, Türkiye’de otoriterleşmenin temel dayanağı haline gelmiş, siyasal alan giderek daha fazla militarize edilmiştir.

Dolayısıyla, Türkiye toplumunun demokratikleşme doğrultusunda ortak bir mücadele ekseninde buluşması, yalnızca Kürt sorununun çözümünü değil, aynı zamanda rejimin otoriter karakterinin dönüşümünü de mümkün kılacaktır. Demokratik siyaset ve Kürt sorununun çözümü bir bütün olarak ele alınmalı, rejimin dönüşümü için temel bir mücadele alanı olarak değerlendirilmelidir.

İlginizi Çekebilir

Ali Engin Yurtsever: Düğüm Rojava’da Çözülecek  
Mihyedîn Nahrîn: Evîn û Şoreşek Nivmayî: Casablanca

Öne Çıkanlar