Türkiye’nin savaş politikaları, yalnızca Kürt hareketine karşı değil, aynı zamanda derinleşen ekonomik ve siyasal krizlere karşı bir yönetim aracı olarak da devreye sokulmuştur. Ekonomik çöküşü, Kürt karşıtı milliyetçi politikalarla örtbas etmeye çalışan iktidar, savaş ve baskı politikalarını bir hayatta kalma stratejisi olarak kullanmaktadır…
Savaş Stratejisine Dönüşen Tasfiye Politikası ve Kürtlerin Tek Taraflı Silah Bırakma Çağrısı
Türk devletinin Kürt siyasal alanına yönelik baskıları, yalnızca yerel yönetimlerin gasp edilmesiyle sınırlı değildir; aksine, bu süreç, devletin genel savaş stratejisinin ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. Kayyum politikası, Afrin işgaliyle benzerlik gösteren özel bir savaş yöntemi olarak şekillenmiş; yalnızca siyasi alanı daraltmakla kalmamış, aynı zamanda askeri stratejilerle desteklenen bir yönetim modeline dönüşmüştür. Türkiye’nin bu politikaları, salt iç siyasi dinamiklerle açıklanamaz; aksine, bölgesel ve küresel dengelerle doğrudan bağlantılıdır.
Kürt siyasal alanını tasfiye etmek için geliştirilen yöntemler, İsrail’in Filistin’de uyguladığı stratejilerin bir yansıması niteliğindedir. Türkiye’nin, Kürdistan’ın dört parçasını da kapsayan bu tasfiye hareketi, giderek daha fazla uluslararası boyut kazanmaktadır. ABD’nin Türkiye üzerindeki baskıları da bu süreçte önemli bir faktör olarak öne çıkmaktadır. Kürt meselesi, yalnızca Türkiye’nin iç siyasetiyle sınırlı olmayan, bölgesel ve küresel dengeleri de şekillendiren stratejik bir meseledir. Bu nedenle Türkiye, önleyici savaş stratejisini merkezine alan yeni politikalar geliştirmektedir.
Türk devleti, Kürt siyasal alanını daraltmak için çok yönlü bir baskı mekanizması işletmektedir. Belediyelere kayyum atamalarıyla somutlaşan bu mekanizma, militarize edilmiş bir toplum inşa etme amacına hizmet etmekte ve Türkiye’yi sürekli bir savaş cephesi hâline getirmektedir. 2016 sonrası Kürt belediyelerine yönelik kayyum politikası, yalnızca idari bir müdahale olarak görülmemelidir. Aksine, bu süreç, askeri ve siyasi bir işgal stratejisinin doğrudan parçasıdır. Kayyum atamaları sırasında güvenlik güçlerinin uyguladığı şiddet, Afrin işgalinde kullanılan yöntemlere benzerlik göstermekte, böylece Türkiye’nin Kürt bölgelerindeki yönetimi yalnızca siyasi değil, askeri yöntemlerle de kontrol altına almak istediğini kanıtlamaktadır. Kayyum politikası, halkın demokratik iradesini ortadan kaldıran sistematik bir devlet stratejisine dönüşmüş; yerel yönetimlerin gasp edilmesiyle birlikte toplumsal ve siyasal alanın militarizasyonu hız kazanmıştır.
2014-2015 yıllarında açıkça ifade edilen ve “Çökertme Planı” olarak adlandırılan strateji, Kürt siyasal hareketini yalnızca zayıflatmayı değil, tamamen tasfiye etmeyi amaçlayan kapsamlı bir savaş planına dönüşmüştür. 2015 yılında başlayan özyönetim direnişleri sonrası kent savaşları, belediyelere el koyma süreci ve Kürt siyasetçilerin kitlesel tutuklanmaları, bu planın adım adım hayata geçirildiğini göstermektedir. Türk devletinin temel stratejisi, Kürt siyasetini yalnızca seçimlerde mağlup etmek değil, onu yapısal olarak tasfiye edecek uzun vadeli bir mücadele yürütmektir. Özellikle, Kürt hareketinin demokratik siyasette etkin olduğu her noktada devletin aşırı güvenlikçi ve militarist politikaları devreye sokulmuştur.
Türkiye’nin Rojava’daki direniş karşısında yaşadığı başarısızlık, iç politikada yürüttüğü özel savaş stratejisini daha da sertleştirmiştir. Rojava’daki Kürt hareketini bastırmakta zorlanan Türkiye, bu başarısızlığını Kuzey Kürdistan’da daha sert politikalar uygulayarak telafi etmeye çalışmaktadır. Kuzey Kürdistan’daki belediyelere el koyma, toplu tutuklamalar, zorla kaybetmeler ve yargısız infazlar, Rojava’da başarısız olan askeri operasyonların iç politikadaki karşılığı olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin Kürt siyasetine yönelik baskıları, yalnızca Kürt hareketini zayıflatmayı değil, rejimin kendi varlığını sürdürme stratejisini de içermektedir.
Bu bağlamda, PKK’nin tek taraflı silah bırakma çağrısına Türkiye’nin olumlu bir yanıt verme olasılığı oldukça düşüktür. Türkiye, Suriye’de kendi rejimini inşa etme amacıyla Kürtlerle sahada çatışmayı sürdürerek, Kürt mücadelesini dar bir alana hapsetmeyi hedeflemektedir. Bu stratejinin merkezinde, El Colani liderliğindeki yapılanmayı güçlendirerek Kürtlerin Suriye rejimi içinde etkin bir siyasi aktör hâline gelmesini engellemek yer almaktadır. Türkiye, Rojava üzerindeki savaşı sürdürme kararlılığını devam ettirirken, PKK’nin tek taraflı çatışmasızlık ilanına bile karşı duracak bir pozisyonda bulunmaktadır.
Türkiye’nin savaş politikaları, yalnızca Kürt hareketine karşı değil, aynı zamanda derinleşen ekonomik ve siyasal krizlere karşı bir yönetim aracı olarak da devreye sokulmuştur. Ekonomik çöküşü, Kürt karşıtı milliyetçi politikalarla örtbas etmeye çalışan iktidar, savaş ve baskı politikalarını bir hayatta kalma stratejisi olarak kullanmaktadır. Olağanüstü hâl uygulamaları yalnızca muhalefeti bastırma aracı olarak değil, aynı zamanda rejimin kendisini sürdürebilmesi için bir zorunluluk hâline gelmiştir.
Mevcut rejim, savaş üzerine kurulu bir yönetim anlayışıyla varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Türkiye, derin bir kriz sarmalına sürüklenmiş; hatta TÜSİAD gibi sermaye grupları bile mevcut sisteme karşı itirazlarını dile getirmeye başlamıştır. Sermaye sınıfının bu itirazları, muhalefet cephesini ortak bir zeminde buluşturmanın maddi koşullarını olgunlaştırmaktadır. İktidar, muhalefetin güç kazanma ihtimaline duyduğu korkuyla olağanüstü hâl ve özel savaş politikalarına daha sıkı sarılmaktadır. Kürt hareketinin muhalefetle birlikte hareket etmesi, rejimin hayatta kalma şansını daha da zayıflatacağından, devletin tüm baskı mekanizmaları bu dengeyi korumak için seferber edilmektedir.
Rejim, terör söylemi üzerinden kendisini meşrulaştırarak varlığını sürdürebilmek için savaşı büyütmekte, demokratik alanı daraltmayı temel strateji hâline getirmektedir. PKK’nin tek taraflı silah bırakma çağrısını dahi reddedecek kadar katı bir savaş çizgisine yönelmiş; barış girişimlerini engelleyerek, çatışmayı sürdürülebilir bir yönetim mekanizmasına dönüştürmüştür. Türkiye, demokratik alanı genişletebilecek her türlü girişimi tehdit olarak görerek bastırmakta ve savaş politikalarını iç politikada bir denge unsuru olarak kullanmaktadır.
Bu nedenle, Kürt siyasetinin tasfiyesi, yalnızca Kürt halkı için değil, Türkiye’nin demokratik geleceği açısından da kritik bir meseledir. Kürt hareketinin maruz kaldığı baskılar, yalnızca etnik bir mesele olarak ele alınamaz; aksine, Türkiye’nin genel demokratik alanını daraltan bir sürecin parçasıdır. Bu bağlamda, otoriter rejimin savaş politikalarına karşı, demokratik alanı genişletecek mücadele yöntemleri geliştirmek kaçınılmaz bir zorunluluk hâline gelmiştir.