Kendi varlığını korumaya koşullanmış olan Kürt ulusu, ortak kader birlikteliğinde kendisini var etmediği sürece üstüne üstlük kapitalist ilişkiler ağında, sömürgeci burjuva iktidarıyla beraber “özgürlük” arayışına girdiğinde gönüllü olarak “eylem-etkinlikleri” bir noktadan sonra kendisine yabancılaşır, durduğu noktanın tam karşıtına dönüşerek erk’in boyunduruğu altına girer.
Her şeyden bağımsızmış gibi lanse edilen sanat, edebiyat, şiir, tiyatro, felsefe en nihayetinde içeriksel olarak ve toplumsal izdüşüm olarak burjuva toplumunda ideolojik birer araç haline gelir.
Aydınlar, sanatçılar, bilim insanları, akademi en nihayetinde halk ile özgürlük, gerçeğin aktarımı ile resmi açıklamalar, direniş ile sistemin devamını sağlayanlar arasına ne yazık ki girmiştir. Ve hal böyle olunca bu şahısların kim olduğu ve nerede durduğu, kimin sanatını yaptığı ve sanatının neye hizmet ettiği bu çağda dünde olduğundan daha sorgulanabilir ve eleştirilerle mahkum edilebilir olmuştur.
Kapitalist toplum gerçekliğinden uzaklaşarak sanatı incelemek ise bu noktada kaçınılmaz bir hal almıştır. Zira emek ürünü olan her şey bir değiş-tokuş pazarında kendisini göstererek paraya veyahut sermayeye dönüştürülmektedir.
Tam olarak burada acılarımızın, yıkımlarımızın, yoksulluğumuzun metalaşması için “üreten sanatçımıza” dramlarımızı piyasaya, podyuma vehayut vitrine çıkartması ise kaçınılmaz bir hal almaktadır. Düzenin ayakta durmasını veyahut “yaralarını sarması” için “sanatçımız” kollarını sıvayarak, yıkıntılarımızın ve cenazelerimiz üzerine inşa edilen podyumda travmalarımızı “estetize” ederek turizme dönüştürmekte asla gecikmez.
Buradaki temel sorun en başta belirttiğimiz gibi, ezilen bir ulusun parçası olarak kendi acılarına yabancılaşan “sanatçı” barış istemimizde hipnotize edildiğimizi düşünerek düşkünleşir. Oysa acıları hala taze olan bir halkın söyleyecek sözü ve eyleyecek eylemleri vardır ki son yaşadığımız burçlardan atılan “renkli tabutlar” bu meseleyi doruk noktasına çıkartmıştır.
Politik gerçekliğin renklendirildiği, üzerinde halaylar çekildiği yerde, yıkımlarımızın ve direnişimizin politik etkisini azaltacağı gerçekliği gün gibi açık zira bu olaylardan sonra toplumsal izdüşüme baktığımızda “sanat” düşmanı olarak kodlanan acıların ve yıkımların gerçek sahipleri, liberal bir ifade özgürlüğü noktasında ise “sığ, sanattan anlamayan insanlar” olarak lanse edilmektedir.
Dün kölecilerin heykellerini yıkan siyahlar, bugün acılarımız üzerinde tepinen piyasacı “sanat yapıtını” surlardan aşağı atan Kürtler özünde aynı şeyi yapmıştır;
Değiştirilemez, eleştirilemez, kutsal olarak lanse edilmeye çalışan piyasa sanatını paramparça etmiştir.
Her şeyin metalaştırılamayacağını, her şeyin piyasalaştırılamayacağını, her şeyin podyuma çıkartılamayacağını ve en nihayetinde de “masumca” olarak adlandırılan sanatın politik tutumun etkisinin azaltılmasına müsade edilmeyeceğini sömürgeci Türk devleti, onun memur aydınları, aristokrat entellektüelleri, eril akademisi ve devlet sanatçıları ve işbirlikçileri öğrenecektir.