Özlenen geleceğe kavuşmak, doğru ve tutarlı bir zeminde politika yapmaktan geçtiğini tarih bize onlarca defa kanıtlamıştır.
1971 darbesi, darbe sonrası kurulan “reform hükümeti” ve genel seçimlere gidilip 1973’te CHP iktidarı ve nihayetinde başbakan Bülent Ecevit’in olması.
68 kuşağının büyük yanılgılarından birisi anti-emperyalist mücadeleyi kaba anti-ABD’cilik olarak algılaması ve “bir avuç işbirlikçi oligarkı” soyut bir anti-emperyalist mücadeleyle yeneceğine olan inancıydı. Dönemin solcuları; darbeci askerlerden, şovenistlere, dönemin sosyal-şovenist CHP’sinden, anti-emperyalist olma koşuluyla milliyetçisine, sağcısından, solcusuna kadar geniş bir cephe kurup hep beraber Türkiye’yi bağımsızlığa götürme umudu taşıyorlardı.
71 darbesine gelindiğinde hala “devrimci subaylardan” umut besleyen, bu darbeyi Milli Demokratik Devrim’e taşıyacağına inanan bir takım sözde sol çevreler bile vardı. Bundan sonraki süreçte ise darbeden devrim çıkartamayanlar, demokratlar, solcular, legal “komünist” partiler, kurulacak CHP hükümetinde daha fazla rahatlayacaklarını, demokrasinin yeniden kurulacağını, demokratik eylemlerin yapılacağını, sendikaların daha da gelişeceğine, grev haklarının olacağına ve toplumun içine girdiği ekonomik buhranların iyileşeceğine ve sonuç olarak görece demokratik ortamda siyasetin daha kolay yapılacağı için de demokratik hakların kazanılacağına yönelik birçok öngörüde bulunulmuş, bunların sonucunda da CHP iktidara gelmişti.
O yıllarda anti-emperyalist mücadele çağrıları, milli- ulusal düzeyin dışına çıkamamış, bayrak yürüyüşlerinden, darbecilere, darbecilerden ulusalcılara, demokratlarından, solculara kadar bütün bayraklar birbirine karışmış, mücadele hatları silikleşmiş, burjuva demokrasisin yerleşmesi için verilen mücadele sonuç olarak Malatya, Maraş, Beyazıt, 1977 1 Mayıs’ı gibi Kürtlere, Alevilere, devrimcilere karşı katliamlara, Kürdistan’da açık devlet terörünün yükselmesine en nihayetinde de 80’darbesine kadar uzanan bir süreç olarak açığa çıkmıştır. Öngörülen “demokratik hava” havada lafazanlık olarak kalmıştır.
Bugün yine benzeri bir süreç yaşıyoruz. Muhalefet bayrağı CHP öncülüğünde burjuva demokratlarının elinde. Sağcısından, solcusuna, demokratından eski askerlere kadar bayrakların yeniden birbirine karıştığı, “Saraydaki Düşman’a” karşı soyut mücadele çağrılarının yapıldığı, yine burjuva demokrasisini tesis edilmesi için türlü hesapların yapıldığı bir dönem. Türkiye’de burjuva demokrasisinin de faşizmin de iki temel devlet politikası vardır. Birincisi anti- Kürtlük ve anti-Kürdistan diğeri ise işçi sınıfının mücadelesi dolayısıyla anti-komünizmdir. AKP faşizmine karşı, demokrasi havarisi olarak gösterilen CHP ve masasındakilerin demokrasisinde Kürtlüğe ve Kürdistan’a dair hiçbir şey olmamasının da sebebi budur.
Israrla bizleri “gerçekliğe” davet ediyorlar. Bu gerçeklik, Erdoğan şahsında AKP’nin yenilmesi için geniş bir yelpazeyle seçimde AKP’nin karşısındaki adayı desteklemek üzerine kurulu. Öyle ki daha ileri giderek Demir Küçükaydın gibi yalpayan, ideolojik olarak çökmüş solcuların kazanacak aday diye Mansur Yavaş’ı aday gösterilmesi üzerine kampanya örgütlüyor ya da Kemal Kılıçtaroğlu’nun tüm anti-demokratik süreçlerde – dokunulmazlıklarda anayasaya aykırı ama evet, Diyanet akademisinin kurulması, sınır ötesi-Kürdistan’a operasyonlar, seçilmiş belediyelere atanan kayyumlar, ya da bugün T. Erdoğan’ın seçime katılma hakkı olmamasına rağmen bu hukuksuzluğa göz yumması vb- açık-örtük desteğini görmezden gelmemiz bekleniyor, ona karşı politik tutum sergileyenlere karşı ise “alevi düşmanlığı yapıyorsunuz, AKP’yi destekliyorsunuz” gibi akıl dışı suçlamalar getirerek meseleyi sulandırıyorlar. İşte bu arkadaşların “gerçek” dünyası.
Geçmişte irtica tehlikesi ve Kemalist diktatörlük arasında tercihe zorlanan halk kitleleri bugün daha kötüsü üzerinde tercihe zorlanıyor; açık terörcü Faşizm mi yoksa burjuva demokratlar eliyle mi faşizm mi tercihi.
CHP ve masasının, tüm demokrasi havariliğine rağmen, Dünya’nın öyle veya böyle, iki yüzlüce de olsa Ulusların Kendi Kader Tayin Hakkı’nda hemfikir olduğu bu çağda, Türkiye’de hala tartışmaya bile açamayacak pozisyonda, hala Kürdistan’daki savaşı bitirilmesi yönünde burjuva demokratik anlamda bile “barış” söylemleri üretemeyecek vaziyette.
6’lı masanın etrafında toplanan, Anti-AKPci blok için hatırlatmakta fayda var ki; AKP-MHP faşizmini yenmenin temel yollarından birincisi, Kürt halkını, Alevileri, işçileri doğru zeminde, AKP-MHP’den daha ileri demokratik taleplere sahip olup, bunları yüksek sesle, açık yüreklilikle savunmaktan geçmektedir. Aksi durumda geçmişi tekrar tekrar yaşamaktan fazla ileriye gidilemeyeceği açıktır.
Türkiye’de parlamenter sistemin burjuva demokrasisinin Kürdistan’da ve Kürtler öznelinde bir şey değiştirmediğini geçmişte deneyimlediğimiz yerden, faşizme karşı mücadelede de sosyal-demokratların bizlere bir faydası dokunmadığını da defalarca gördük. Mussolini İtalya’da faşizme geçmeden önce bir sosyal-demokrattı. Hitler, ekonomik kriz içindeki Alman halkına, işsizliği, yoksulluğu ve bir avuç asalak zenginin egemenliğini bitirme propagandası yapıyordu.
Bize düşen bu süreçte uygulanacak en doğru politik tavır; ne CHP ve masasına gelecek günler için güvenmek, ne de CHP’ye kızıp “bari her şey yıkılsın” diyerek AKP’yi desteklemek. Önümüze Türk tekelci burjuvazisine, onu saran faşizmine, sömürgeci politikalarına karşı, bağımsız politikalarımızı koyarak – bu AKP veyahut seçim sonrası başka bir parti olur- kurtuluş mücadelesini sürdürmek olur. Zira Türk tekelci burjuvazinin ister burjuva demokratik parlamenter sisteminde isterse AKP gibi açık terörcü başkanlık sistemi faşizminde Kürtlüğe, Kürdistan’a yer yok. Demokrat diye önümüze koyulan ya da AKP gibi tercihler; şovenizmin, sosyal-şovenizmin, Kürtlüğe, Kürdistan’a savaş politikalarının, devrimcilere, işçilere karşı, baskının hükümeti olacağı kesin.