Türk burjuva devleti AKP ile beraber faşizm ile özdeşleşen tüm kurumlara şekli bir biçimde savaşa giriştiği dönemde elden bırakmadığı tek şey sınıf düşmanlığıydı ve Kürdistan’a karşı yürüttüğü savaştı. Bunu açıkladığı üretimde dönüşüm programlarıyla da göstermişti.
Bu Osmanlı devletinin 1. Meşrutiyet dönemine benzetmek yerinde bir tespit olur. Zira 1. Meşrutiyette yeni kurulan burjuva devlet mekanizmalarına benzeyen pek çok “yenilik” şekil itibariyle bir dizi düzenlemeler gerçekleşse de Fransız Devrimiyle özdeşleşen “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganını içeriksel olarak algılamamış, bu konularda adım atmamıştır. Gerçi Fransız devrimiyle de gördük ki devrimci role sahip burjuvazi hızlıca gericileşmiş, “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganına ise cevap olarak “bunlar sadece burjuvazi için geçerlidir” demiştir.
AKP iktidara geldiği dönemde de yaptığı tam olarak buydu. Faşizmle özdeşleşen kurumların aynı zamanda “irtica”ya karşı Kemalist “öğretileri” temel alan devlet ve ordu mekanizmasını temsil ettiği yerde AKP’nin getirdiği “yenilikler”, faşizmin kurumlarını çözme biçimi ve yerine ikame ettirdiği kurumlar ve işleyişleri içeriksel anlamda Avrupa burjuva demokrasisine yaklaşamamıştır bile yine de ‘Yetmez ama Evet’çiler o dönemi “demokratikleşme” olarak bizlere pazarlamışlardır.
AKP ilk geldiği zamandan bu güne kadar hedefinde işçi mücadelesi, devrimci-demokratlar ve Kürt Hareketi vardı.
Gel gelelim Marksizm cephesinden tüm bunları nasıl değerlendireceğimize.
Marksizm her şeyden önce bir devrim ve devrimden sonrasının teorisidir. Bunun için ise mevcut durumun tahlilini yapması gerekmektedir. Her dönem bir ülkenin devrim koşulları değişmiş, değişen koşullar ışığında bir şablon oluşmamış aksine “en doğru şablon bu” diye gösterilen şablonların şablonların yıkılmıştır.
Türkiye Devrimci Hareketi’nde de durum budur. Pek çok devrimci örgüt-parti veyahut kendisine komünist diyen hareketler ülkenin ekonomi-politik gelişmişliğine doğru bir devrim stratejisi belirlemiştir. Bunun ışığında pek çok örgüt-parti kurulmuş- ayrılmıştır.
Bizim açımızdan kapitalist hegemonyanın Türkiye sınırları içerisinde girmediği yer kalmamış, egemen kapitalizm arasındaki çelişki ülkenin her köşesinde burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çelişki haline gelmiştir. Bununla beraber AKP ile kurulan geri tipte burjuva demokrasisi kendisinden önce devir aldığı faşizmin tüm yöntemlerini ise elden bırakmamıştır ve aksine giderek sivil alanda cihadcı çetelerle kendi özel ordusunu kurmuş, bu ordu ile illegal bir şekilde diğer ülkelere savaşı taşımıştır.
Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi Marksizm bir şablon değildir. Sosyalist Devrim fikri sadece işçi sınıfının nitel ve nicel gelişimiyle ilgili değil bir ülkenin “demokratik görevlerini” tamamlamasıyla da mümkündür. Almanya’da, İtalya’da, Avusturya’da gelişen, büyüyen ve yenilen faşizm yerini ister istemez burjuva demokrasisine bırakmış, bununla beraber Sovyet’ler ve komünizm “tehlikesi” Avrupa’nın tamamına korku salmış ve “sosyal devlet” anlayışı işçi sınıfının da kanlı mücadelesiyle bir “kazanım” ve zorunluluk olarak açığa çıkmıştır.
Türkiye’de ise bu süreç muhalefet noktasından devleti zorlayan bir yere dönüşmemiş, AKP demokratik görevlerde “keyfi” davranmış, aksine açık-terörcü eylemleri, anti-demokratik tüm uygulamaları uluslararası mahkemelere rağmen sürdürmüştür.
Cumhuriyet tarihi boyunca ilkin “Müslümanlık sözleşmesi” ile müslüman olmayan mesela Potrus Rumlarına, Ermenilere karşı soykırım uygululanmış, Anadoluyu Müslüman olmayanlardan temizlemişlerdir, bir sonraki aşamada ise “Türklük Sözleşmesi” devreye girmiş Türklük tek kimlik haline getirilmeye çalışmış, bu süreçte asimilasyon ve katliamlar gerçekleşmiştir. Türklük Sözleşmesi ışığında Anadolu’da ve Kürdistan’da halklar asimile edilmiş, asimileye direnen Kürt Halkı ise bugün hala katliamlara maruz kalmaktadır.
Marksist olduğunu iddia eden her parti, her bir kişi; işçi sınıfı mücadelesi mi yoksa ulusal sorun mu öncellenmeli sorusunu acilen bırakmalı. Kürdistan’da boşaltılan binlerce köy, milyonlarca kişi, İstanbul’da, İzmir’de, Adana’da ve diğer kentlerde doğrudan işçileşmiş veyahut kent yoksulu olarak varlığını sürdürürken aynı zamanda ırkçılığa maruz kalmıştır. Burjuvazi ise bu ırkçılıktan yararlanmış, Kürt işçilere hem ücretler konusunda eşitsiz yaklaşmakta hem de yedek işçi ordusu olarak tutmaktadır.
Tam bu noktada; Kürdistan’da Türk ordusu, işgalci bir güç olarak dururken, işçi sınıfı mücadelesinin siyasal bir mücadele alanı olarak temel mücadele alanından birisi de Kürdistan’ı işgalden kurtarmak olmalıdır.
Demokratik bir görev olarak, Kürt halkının istek ve özlemleri için mücadelenin bir kanadı olarak, ilkesel olarak “ Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı”nı amasız fakatsız savunmalı ve yürürlüğe koymalıdır.
İşçi sınıfı ve yoksullar içinde gelişen ırkçılık ile mücadeleyi sosyalist devrime giden yolda temizlenmesi gereken bir ur olarak görmeli.
Ve bugün Türkiye’de Hem Misak-i Millici hem Komünist olunmayacağını, Hem ulusal çıkarlar peşinde koşup hem Enternasyonalist olunmayacağını, Hem Türklük ideolojisi ekseninde olup hem devrimci olunamacağını kavramadan, Kürdistan’daki işgale karşı tek bir vücut olarak karşı durmadıkça da sosyalist devrimin gerçekleşemeyeceğini anlamak gerekmektedir.