Ekonomik kriz, deprem, mülteci sorunu, Kürt ve Kürdistan’a açık savaş, işçi sınıfının eylem, grev ve taleplerine karşı acımasız saldırılar, esir edilmiş Kürt ve devrimci mahpuslara yönelik baskılar ve mahpusların intihar görünümü altında katledilmeleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliği dolayısıyla kadınlara, LGBTİ+lara sosyal, yasal ve yaşam haklarını gasp… böylesi zapturapt altına alınmış toplumun CHP öncülüğünde çıkış yolu olarak önüne konulan yegane şey “devlete karşı devleti, burjuvaziye karşı burjuvaziyi savunmak” oluyor. Demokratından solcusuna kadar “biliyoruz ama”lı cümleler, aday beğenmemeyi şımarıklık olarak okuyan apolitik tepkilerin arasından geçtiğimiz sürecin yakıcılığını seçimlerle söndürüleceğinin inancı dayatılmaya çalışılmaktadır.
AKP ve Erdoğan karşısında sanki CHP ve K. Kılıçdaroğlu ilericiymiş gibi, 5’li çetenin karşısında, Sabancılar, Koçlar evliyaymış gibi politika yapıldığında, devletin 100 yıllık “kahrolsun istibdat, kahrolsun zulüm. Yaşasın hürriyet” gibi sloganların yeniden hortlatıldığında, karşımıza çıkacak yegâne şey, faşist devletin tüm mekanizmaları yerli yerine yeniden konulması olacaktır.
Zaten devletin yegâne görevi; toplum içindeki ulusal ve sınıfsal baskının, ulusal ve sınıfsal bir baskı olmadığına inandırmak, ulusal ve sınıfsal çelişkinin devlet nezdinde çözüldüğünü tüm topluma enjekte etmektir.
Oysa depremle beraber de gördük ki devlet ve kurumlarıyla toplumun büyük bir kesimi çelişkisini arttırmış, devlete güvenleri zayıflamış, devlet kurumlarından bağımsız alternatifler oluşturulmuş, dayanışma ağları örülmeye çalışılınmıştı. Sendikalar, işçi birlikleri, HDP ve devrimci-demokrat kurum ve kuruluşlar devletin kurumlarına karşı alternatif olduğunu, onlardan daha güvenilir olduğunu göstermişti.
Tam bu süreçte ısrarlı bir şekilde devletin ne olduğu bilinçli veya bilinçsiz olarak unutuluyor. CHP devletin kurtarıcılığına yetişiyor, “demokrat” kimliği ile AKP karşısına çıkıyor. Diğer yandan bir şekilde halkın alternatif olarak gördüğü Haluk Levent gibi toplumda karşılık bulmuş kişilerin “etnik kökenine bakmaksızın herkes Türk, devlet tabi ki buradaydı” devletin resmi ideolojisini tekrar etmesi rastlantı değil.
Devleti kurtarmak, çelişkinin sanki –gerici Saray- ile demokrat cumhuriyet arasında göstermek bir burjuva ideoloğu için doğal olsa bile ulusal ve sınıfsal sömürünün farkında olan sosyalistlerin görevi olmamalıdır.
Şunu biliyoruz ki;
Dünya kapitalist sisteminde, Türkiye’nin mevcut konumunda depremlerde kaybın önlenebilir olduğunu iddia edenler ileri kapitalist ülkeleri örnek gösteriyor. Japonya gibi. Ancak Japonya’nın da kapitalist kar oranları gözetilerek uyguladığı önlemler, doğanın onların “hesaplarını” biraz aştığında daha 10 yıl önce yirmi bin insanın yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan bir felaketle karşılaştığını görmezden geliyorlar. Şimdilik önlemlerini arttırdılar şüphesiz ancak bu önlemler, insani değil yine kârlılık düzleminde değerlendirilerek gerçekleşti. Türkiye burjuvazisinin ise kârlı alanından birisi de inşaat sektörüdür. Sadece Türkiye’de değil Kürdistan ve Ortadoğu’nun savaş alanına dönüşmesinden ötürü her yere Türk inşaat şirketleri zaten girmiştir. ABD kontrolünde tüm yasal mevzuaatlara uyan devlete bağlı şirketler “bilgisizlik, cahillik, liyakatsizlik” ile Türkiye’de bu çürük apartmanları dikmiyor aksine kapitalist kâr hesaplarıyla bunu yapmaktadır ve bu Türkiye’de söyledikleri gibi liyakat ile önlenebilir değildir. Kapitalizmin doğası gereği böyle gerçekleşiyor ve bu mesele CHP ve muhalefetlerin sistem içindeki önlemleriyle gerçekleşmeyecek. Eğer öyle olsaydı yıllardır İstanbul depremi beklenirken, CHP insanların can kaybından daha fazla korktuğu sokağa şimdiden çıkardı. Devleti insan canını, hayvanları ve doğayı koruması için canını dişe takarak şimdiden önlemler için mücadele ederdi, seçimleri beklemek yerine.
Veyahut ekonomik krizin biteceğine dair şehir efsanesi yaratılmakta. Biz söyleyelim CHP ya da bir başka parti, bugünün tablosuyla hükümeti devraldığında her batmış ülke gibi kemer sıkma politikalarını gerçekleştirecektir. Emeklinin, öğrencinin, işçinin, memurun ekonomik hakları gasp edilecektir. AKP’yi basit bir hırsız çetesi olarak göstermek, çocukçadır. Ekonomik krizin derinleşmesi hatta bu derinleşme doğallaşmak üzereyken, uygulanılabilir ekonomik model olarak önümüze konulan tek şey “çalınanları geri alacağız” söylemi oluyor. Ve bununla krizin sonlanacağına inanmamız bekleniyor.
Özellikle asıl olarak Sosyalistler şunu sormalıdır; %206 olan sömürü oranı olan bu devlette, kendi ücretimiz için sadece 3 saat çalışmamız yeterken geriye kalan saatlerde patronun kârı için çalışırken çalınan emeğimizi geri alacak mıyız? Bu soruyu gündemine şimdiden almayan bir sosyalist parti,” CHP’nin ne olduğunu biliyoruz, her şey güllük gülistanlık olacak demiyoruz zaten” dese de CHP’nin “yeniden demokrasi” sloganlarının peşine bilinçli ya da bilinçsiz düşüyor demektir. Aslen devletin asli görevini unutuyor, burjuva politikacıları taklit ediyor demektir.
Kürdistan ve Kürt halkının üzerindeki yıkım, Amedspor ile sürdürüldüğü bu evrede masadan kalkan Meral Akşener’e sevinmemizi öğütlüyorlar. Kürdistan bir taraftan deprem sonrası Kentsel Dönüşüm ile ranta açılırken bu kapitalist vahşilere, bir taraftan ırkçlığın esiri altında. Buna dair Türk devletinin 100 yıllık geleneğinden geri tek bir adımın dahi atılmadığı 5’e düşen 6’lı masanın hala bizim için umut olduğunu anlatmaktan acilen vazgeçilmesi gerekmektedir.
İster söyledikleri gibi “tek adam” yıkıldığında cumhuriyet kazanmış olsun, ister “cumhuriyet kazanımlarıyla” demokrasi gelsin, Kürdün, işçinin, öğrencinin ekonomik, sosyal hayatında bir şey değişmeyeceği bugünün adımlarından anlaşılmaktadır.
Bu umutsuzluk olarak algılanmasın! Tam tersine, umut olarak gösterdikleri CHP öncülüğünde gerçekleştirileceği söylenen “yeniden yapılanma” sürecini umut olarak görmemek, onların iki yüzlü burjuva devletinin gerçekliğine karşı hazırlıklı olarak geleceğe emin adımlarla yürümemiz gerektiğinin altını çizmek olarak algılansın. Kurtuluş ellerimizdedir!