Helena Petrovna Blavatsky’nın (1831/ 1891) The Secret Doctrine (Gizli Öğreti) kitabını yeni bitirdim. Kolay gibi görünen zor kitaplardan biriydi bu. İlginç, destansı bir hayat hikâyesi de vardı; rivayetlere göre, vaftiz edilirken papazın cübbesi birden ateş alıyor.
Bu doğru ya da yanlıştır; gerçek olan, Helana bu ve benzer hikayelerle bir forma oturtuluyor ve yalnız bir yazar olarak değil, bir “ermiş” olarak da dikkatimizi çekiyor. Helena, Batı’daki teosofinin kurucusuydu; Doğu’nun gizli ve kutsal merkezlerinden Tibet ve Moğol hattının bir haritasını veriyordu. Bir de gizemli bir kitaptan söz ediyordu, bu kitabın adı “Dzyn Kitabı”ydı; kitap Himalayalar’daki gizli bir lama manastırındaydı.
Helena’ya göre Doğu ve Ortadoğu’nun keşfedilmemiş bölgeleri vardı ve buralarda; dağlarda, mağaralarda, yer altı labirentlerinde büyük ve görkemli tapınaklar, sırlı kitapların bulunduğu kütüphaneler saklıydı. Aryanların yüce üstatları bu kitapları okumuş, bu labirentlerde dolaşmışlardı; yer altı şehri olan Agadi ve Gobi Çölü’ndeki Şambala kusursuz yerlerdi, bütün ırkların efendisi olan Aryan ırkının lideri ve“dünyanın efendisi” de burada yaşıyordu. Bütün bunlara inanmamız beklenemez belki ama bütün bunlara inanıp hayatını yaşayan milyonlarca insan vardı.
Bu satırları süzdükten sonra elbette ki dalıp gitmemek mümkün değildir; çünkü 19’uncu yüzyılın ikinci yarısı ve 20’inci yüzyıl boyunca büyük ve derin bir ırk idealizmi vardı ve herkes görkemli bir geçmişte mutlu ve egemen olduğunu söylüyordu; bu anlayış din kadar yaygın ve bir o kadar da tehlikeliydi. Aryan erkeğinin dünyaya gelme nedeni de zaten bir tek şey içindi, zafer! Peki bu zaferi bize kim iletecekti.
Son üç yüz yıldır, ulusların sıkı sıkıya bağlı oldukları manevi bir ruh vardır ve bu ruh, tek kelimeyle edebiyattır. Çünkü din herkese kucak açsa da, kendinde menkul kahramanlarla yetinir; Tevrat’ın kişileri, İncil etrafında örülen hale içinde yer alan İsa ve havarileri, sonra azizler ve İslam, zaten kendi kişilerinden oluşan devasa bir mit dünyasıdır.
Bir milletin millet olması için, eskiler iki şeye ihtiyaç duyarlardı; bunlardan ilki sınırları genişletmek, ikincisi de kendi edebiyatlarını dört başı mamur bir şekilde yaratmaktı. Bu giderek, millet için savaş, dil için savaşa döndü ve büyük oranda, ulus devlet doğdu.
Gottfried Herder, meşhur nasyonalizm ve edebiyat makalesinde açıkça “dilin ruhu, milletin edebiyatının da ruhudur” diyordu. Bu ruh yaratılmadan var olmak mümkün değildir. Kimi zaman küçük bir ayrıntı ya da ayrıntı diye hiç görmediğimiz bir şey, bize devasa bir malzeme verir.
Helana’nın kitabını okuduktan sonra bir ejderha fikri büyüdü içimde. Kitapta söz edilen ejderhalardan olsa gerek ejderhayla ilgili bir sürü hikâye geldi aklıma. Sonra kimi konuşmalar beynimde canlandı. Urfa’da bir kadın bir adamı tarif ediyordu: Kırmızı bir adamdı ve gözleri “ejderha gözü” gibi parlıyordu. Çocukken de ejderha diye bir şey vardı ama bu, “korkunç” değildi, hatta naifti; ağzında elmaslar vardı, büyük hazinelerin anahtarı ondaydı, eğer uslu olursak, bize yol gösterecekti, dahası gökyüzü karalar bağladığına o bize yağmur verecekti.
İlkokulda ise bu ejderhanın yedi başı göründü bize ama biri bu başları kesti. Niçin kesti, niçin kıydı, sorusunun yanıtını sanırım bulmuş olmalıydım şimdi. En son, iki yıl önce de şifacı bir arkadaşım beni Rumeli Hisarı’na götürdü, burada bir ejderhanın olduğunu söyledi; rivayete göre ejderhayı kendisi yıllar önce buraya bağlamıştı, şimdi bırakacaktı. Bir iki saat şifacı arkadaşımın şakirtlerinden biri aradı ve “Ne yaptın anne” dedi, gökyüzünden gözümü alamıyorum. Ben hiçbir şey anlamadım ama onun dünyasında bir şeyler olmuştu. Ne de olsa haber ve sırlar sahiplerine gelirlerdi.
Bunları düşündüm, sonra “Dede Korkut” diye anılan bir kişinin Kitāb-ı Dedem Ḳorḳud Alā Lisān-ı Tāife-i Oġuzân, kitabı aklıma geldi. Hatta, bu kitap kitaplar arasından sıyrılıp çıktı.
Bu kitabın her bir parçasını okul süresince okumuştuk; ilkokulda, yedi başlı ejderi; ortaokulda, Salur’u; lise de Dirse Han’ı ve Deli Dumrul’u… Lisede bu konuda komik anılarım vardı. Her yıl aynı kitabı okuttuğu için kitaptaki şiirleri ezbere bilen bir edebiyat hocamız vardı, komikti, bu sevgili hocamız divan edebiyatına gelince ezberini coşardı.
Nedim’in bir şiiri/ şarkısı vardı, kitabın bir mısrasında ejderha geçiyordu: Gülelim oynayalım kam alalım dünyadan/ Mai tensim içelüm çeşm-i nev-peydadan/ Görelim ab-ı hayat aktığın ejderhadan/ Gidelim serv-i revanım yürü sa’d-abada (sanırım böyleydi şarkı).
Hocamıza göre ejderha biçiminde bir çeşme vardı ve aşıklar bundan içince kendinden geçiyorlardı. Hoca herkese ejderhayı soruyor, herkes bir şey söylüyordu. Sıra bana gelince, “ayıptır” dedim söyleyemem. Utanırdım, çünkü hoca bütün ağabeylerimi okutmuştu ve herkesin sevdiği rahmetli bir amcamın arkadaşıydı, uzaktan dayımla kankaydılar, ne diyebilirdim ki. Baktım olacağı yok, teneffüste söylesem olmaz mı dedim. Hoca beni geçti, teneffüste yanına gittim, ıkına sıkıla “valla” dedim hoca bu ejderha erkeğin cinsel organıdır… Kızardım bozardım ama hoca da bir şey demedi, kimseye söyleme dedi, gitti.
Yeniden Yedi Başlı Ejderha’yı okurken okul günlerime döndüm. Baktım kurtuluş yok, bu destanın çizgi filmlerini izledim, mutlu oldum, kısa bir çocukluk yaşadım, keşke hep orada kalsaydım. Peki ama kimdi bu Dede Korkut, niçin ejderhanın başı kesti? Sorum buydu ve bunu ancak ben yanıtlayabilirdim.
I-KİM BU DEDE KORKUT
Herkes gibi bende önce telefon, sonra bilgisayar üzerinden bir Dede Korkut araması yaptım. Böyle bir kitap, evet, vardı ama Dede Korkut diye bilinen kişi hakkında onlarca cadde ismi, heykel ve okul vardı ama bu adam hakkında bilgi yoktu. Yorumlarsa çok aceleciydi: İlk Türk ozanı, ilk âşık, ilk defterdar vs gibi incirin çekirdeğini doldurmayan ifadelerdi. Urfa, Ramazan ayında teksir halinde Cenk Hikâyeleri satılırdı ve ben de bunların hastasıydım. Bu kış Ahmet Özalp’ın derlediği Ali Cenklerini okumuştum. Kitabın “sunuş” yazısında şöyle bir ifade vardı; Özalp, şunu söylüyordu: “Dede Korkut hikâyelerinden sonra edebiyatımızda kahramanlık dönemi başlar.” Doğruydu. Ama, kimdi bu Dede Korkut.
Baktıkça, mevzu daha bir derinleşti. Anlaşılan Dede Korkut’a bir kök bulamamışlardı, sonra birden Korkut Ata ismine asılmışlardı. Korkut Ata’yla ilgili bilgiler de bir kırpıntı bohçasıydı; elle tutulur, yenilir yutulur bir şey yoktu.
Korkut Ata, Reşîdüddin’in Câmiʿu’t-tevârîḫ’inde geçiyor; buna göre Korkut Ata, Oğuzların Bayat boyundandır. Bir başka kitapta Ebülgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkime’sinde bu adam, yani Korkut Ata’nın, “Kayı” diye bildiğimiz bir boydan geldiği iddia ediliyor. Yine başka bir kitapta Korkut Ata, Osmanlılarla aynı soydan gösteriliyor; Osmanlıların soyu da bu arada Oğuzlarla birlikte İshak peygamberin oğlu Îs’e bağlanıyor.
Dede Korkut, yok; hatta başka bir isimle/ Korkut Ata adıyla bile bir yere bağlanamıyor! Ama abartıldıkça abartılıyor. Sonra menkıbeler devreye giriyor. Hz. Peygamber’le çağdaş olarak gösterilen Kayı İnal Han Müslüman olmuştur ve iki vezirini Peygamber’e elçi olarak göndermiştir, bu vezirlerden biri olmalıdır.
Ünlü Türkçü Zeki Velidi Togan devreye giriyor; Togan, İstanbul’a Başkurdistan’dan geliyor ama, buranın adı Başkurt olarak okunuyor, her neyse ama kantarın topuzunu iyice kaçırıyor, Koktut Ata’nın İslâm’dan çok önce yaşadığını söylüyor ve peygamberle kurulan ilişki üzerinden Göktürkler devrindeki Oğuz yabguları katında bulunan bir Türk bilgesi olduğunu belirtiyor.
Dede Korkut’la ilgili ne tarihsel ne de bilimsel gerçekler var, tarih ve bilim denilenlerse birbirini tutmuyor. Bu sefer menkıbe ve halk rivayetleri başlıyor.
Halk rivayetlerine göre Dede Korkut diye bildiğimiz adam “berrak gözlü bir dev kızından” dünyaya geliyor. Bu iyi. En azından, bir mit olarak bir kişinin doğumuna tanıklık ederiz ama bu bilgi nerden derlenmiş, belirtilmiyor! Dahası bu adamın boyu 60 arşındır. Bu da iyi, bu da miti biraz daha güçlü kılar. Reşîdüddin ve Ebülgazi Bahadır Han/ bizzat, 295 yıl yaşadığını söylüyor. Anlıyorum, tarifler ve isimler abartılı yazılınca ya da söylenince elbette ki kaynak belirtmeye gerek kalmıyor. Dev kızından olma, altmış arşın, 295 yıllık bir ömür, elbette ki bir yere sığmıyor.
Başka bir rivayete göre Dede Korkut ya da lanse edilen ismiyle Korkut Ata sırı-derya nehrinin sol yakasında kurulmuş bir Kazak obasında, tam 100 yıl yaşıyor, ölünce nehrin sağ kıyısına gömülüyor. Bu yer değişikliğini anlamadım. “Bilimsel veriler ışığında” denilen şey bu olsa gerek; bunda dini bir kasıt mı var acaba, sağ- sol!
Tabii bu arada okuduğum kitaplarda Korkut Ata’nın ölümüyle Kazaklar arasında sıkı bir menkıbe de dolaşıyor: Korkut’a, yirmi yaşında aklar giymiş yaratıklar görünüyor; bunlar kimi zaman rüya, kimi zaman başka türlü görünüyorlar ve ona “kırk yıl yaşayacağını” söylüyorlar. Bunun üzerine Korkut, ölümsüzlük istemeye karar veriyor. Anlıyorum bunu da; açıktır, bir gelenek yok, bir gelenek icat ediliyor. Köroğlu’yla ilgili varyantlarda da benzer şeyler vardır, denilir ki Köroğlu atıyla birlikte Kars’ın oralarda el değmemiş sularda ölümsüzlük arıyordu…
Gılgamış’ın Türk versiyonuyla karşı karşıya mıyız? Belki!
Böyle olunca efsanenin büyütülmesi de şart oluyor. Büyütülüyor: Korkut Ata, karşılık beklemeden hastalara yardım ediyor. Allah katında makbule geçiyor ve bir gün uykuda iken Allah ona, “Ölümü kendin arzu etmedikçe ölmeyeceksin” diyor. İslam Ansiklopedisi’nde yer alan bilgiler bunlar.
Bütün bunları Türk edebiyatı tarihçisi, dil araştırmacısı şair, öğretmen ve “bu vatan kimin” şiiriyle Türk edebiyatında büyük bir yere sahip olduğu illeri sürülen Orhan Şaik Gökyay söylüyor. Bir de tabi hocası var: Mehmet Fuat Köprülü. Aşağıda ayrıntılı anacağım ikisini de.
Korkut Ata ya da Dede Korkut’u bulma arayışlarım devam ediyor. Aklımda bir Yunus Emri formu var, böylece meseleyi kafamda bağlayacağım ki Dede Korkut diye başka biri karşıma çıkıyor, bu sefer de adı, İmam Korkut oluyor! Acaba bu o mu? Bunları kim başımıza getirdi, niye bu dertler Cemil (Cüneyt Arkın’a atıf).
Burada Almanlar devreye giriyor. Almanlar gizli çekmecelerimizdir, yoksa bile hemen bulurlar! Thule’den bu yana da aramızdan su sızmaz, ruhlarımız birbirine karışır bazen, bilmezlikten değildir, esaret altında kalmamızdandır bu hürmet, bu nezaket. Başa dönerek bir şeyler bulabiliriz belki; Helena, Baron Rudolf von Sebottendorf’un hocasıdır; Sebottendorf’da Hitler’in hocasıdır. Sebottendorf ‘un Türkiye’deki dostu da ölünceye kadar Nuri Killigil’dir; Enver Paşa’yla da dost olmalıdırlar. Bu yüzden Türk ve Alman, iki kaşık gibidir, iki yüz yıldır da bu böyledir. Rus ve İngilizler bir olup bize hasta adam dediklerinden beridir de birbirimizle kuzu sarmayız.
İşte Alman imparatorunun Moskova ve İran elçisi ve bilgin Adam Olearius, 1638 yılında “İmam Korkut” diye birinin Derbend şehri yakınlarında mezarını görüyor. Tarihte, yer adları önemlidir. Zaten “elçilerin işleri” de mezar yerlerini tespit etmektir.
İşte bu adam İran ve Dağıstan Tatarları arasındaki sınırı belirleyen küçük bir ırmağın kenarında bir mezar buluyor; bu mezar, kaya içine oyulmuştur, bir mağara şeklindedir, tabutu da dört tahtadan yapılmıştır. “Tabutla adam gömme” geleneğimizi de bu vesileyle öğrenmiş oluyoruz!
Açıktır. Burada bir kıyamet senaryosu gerekiyor, çünkü burada bir kötü icat edilmelidir ve kötü hem Rus ve hem Osmanlı ve hem de Alman düşmanı olmalı; üstelik, dini hassasiyetler de var, bulunacak adam Putperest’te olmalıdır ve Dede Korkut ya da Korkut Ata ya da İmam Korkut , Lezgiler’i İslâm’a davet etmeli ama Lezgiler onu hiç dinlememeli, dahası acımadan öldürmeliler! Kahraman, iyi sonla ortaya çıkmaz. Lezgiler, katil!
Bu arada insan ister istemez, filmler de kötü bile olsa insan kahramana bağlanır ya, ben de içimden Lezgiler’e karşı bir kin beslemeye başlıyorum. Sonra onların güncel haline bakınca bir de ne göreyim, adamların silahlı örgütleri var, bir dizi dertleri olmasına rağmen Korkut Ata ya da İmam Korkut gibi bir hayalin katili olarak da aranıyorlar.
Hala Dede Korkut’u ya da devrilmiş haliyle Korkut Ata’yı ya da geldiğimiz hal olan İmam Korkut’u bulamadık.
Dede Korkut zaten yok ama ad benzerlerini bulmamız gerek. Evliya Çelebi’yle bakıyoruz; Korkut Ata’nın mezarını ziyaret ettiğini söylüyor ama ne öyle biri ne de öyle bir yer yok, Demir Kapu’da mezarlık yok. Gariptir Türkiye’de kim dara düşse, bir mezar yeri bulamazsa Evliya Çelebi’ye başvuruyor. Bundan olsa gerek adına bakınca çok ciddi gibi görülen “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı kitabın yazarı Köprülü’de sıkça mezar yerleri için ona başvuruyor; beş yüz sayfalık kitapta 15 yerde Evliya’mız geçiyor ama bunlardan, sekizi mezar yeri için; hatırı kalmasın birkaç tanesini yazayım: Merzifon’da gömülü Pir Dede, Kıdemli Baba Sultan, Geyikli Baba, Abdal Musa, Sarı Saltık.
Şunu anlıyorum, ulus olmak ulus için ölmek değildir sadece; ulus olmak mezarlar yaratmak ve ruhsal bir sınır çizmektir taşlarla…
Orhan Şaik Gökyay’a tekrar bakıyorum meşhur “mezarla” ilgili şunu söylüyor büyük şair: “Şifa bekleyen hastaların da ziyaret ettikleri bir yerdi.” Mesele ne? Niye canım yanıyor, hiç bilmiyorum. Mesele, Hitler’in Yahudileri öldürmesi değildir, Almanya’nın Hitler gibi biri tarafından yönetilmesiydi. Şair dediğin yoktan var eder! Bulsak da bu mezarı, dizleri ağrıyan şu annemi götürsem… Mesele, annemin dizleridir ve artık, onun bile benden uzak kalmasıdır.
Tabii, resmi “Türk tezi” doğrulanmak isteniyorsa, mutlaka Kazak ve Kırgızlardan da istifade etmek gerekiyor. Taşıma suyla değirmen dönmez dense de ak akçe kara gün içindir. Kazak ve Kırgızlar/ sonra Azeriler kara gün dostumuzdur. Bunlar da tarife uygun “bahşıların” piri diye bir adamdan söz ediyorlar. Nereden bulacağız şimdi bahşılardan bir pir. İyi ama, kim bu? Biri, genel bir söylemde, biri, o kadar. Tabii ki, bu adam bir enstrüman çalmalı, bu şart, şamanlık için şart, kopuz, bulunuyor.
Otuzlu yılların İstanbul’u gözlerimin önüne geliyor. Türkçüler, Turancılar. Oturup ne kadar köklü bir tarihten geldiklerini konuşuyorlar. Durmadan belgeler arıyorlar. Durmadan fikirleri için ruhlarını asacak dal arıyorlar.
30’lu yıllardaki arayışların fitili 1815’i gösteriyor; Almanya’nın Dresden kentinde Heinrich Friedrich von Diez (1751 – 1817) tarafından bir kitap bulunuyor! Bulunduğu yer çok önemli; kitap, adı üstünde, Dresden Kraliyet Kütüphanesi’nde Fleischer külliyatı arasından çıkıyor. Bu bildiğimiz, ilk nüshadır. Bu nüshanın bir kopyası Berlin’e götürülüyor. Bunu söylemek de belgenin kıymetini artırıyor. Ancak nüsha üzerinde duran olmuyor. Bu arada Diez, sağlığında Denkwürdigkeiten von Asien” adlı iki kitap çıkartıyor. Yaklaşık bin beş yüz sayfadan oluşan eserlerin ilkinde (1811., IX. bölümün s., 157) “Buch des Oghuz” (Oğuz’un Kitabı) yani Oğuz-name şeklinde tercüme edebileceğimiz bir yazı yer alıyor.
Temel mesele burada Dede Korkut değildir, Tepegöz’dür! Biliriz, Tepegöz’ün annesi alageyik donunda gezebilen bir peridir ve bu peri günün birinde bir çobanla çiftleşmiş, öyle doğmuştur, kimi zaman kadın kimi zaman erkektir, onu ancak parmağındaki büyülü yüzükle tanıyabiliriz, ayrıca bu yaratığa hiçbir şey işlemez, bir tek, tek gözünden vurularak ölebilir. Kafkasya’nın Nart Destanı’nda bildik bir tiptir bu…
Yine Roma ve İskandinav mitolojisinde de yer alır; Sigurd, Danimarka kralının oğludur, ejderha Fafnir’le savaşmıştır. Hocası demirci ustası Regin’dir. Ejder, Regin’in de babasını öldürmüştür. Regin, Sigurd’tan yardım ister, ona kendi eliyle bir kılıç yapar, hediye eder. Tanrı Odin ise, bu arada tek gözlü, yaşlı bir adam kılığına girer ve ejderi öldürmesine yardım eder. Dede Korkut’ta geçen Tepegöz’de, Tepegöz, Basat tarafından gözünden vurarak öldürür.
II- NİHAYET, DEDE KORKUT KİTABI YAYINLANIYOR!
İstanbul’da (1900), Batı ayarında bir Darülfünun (Fen Bilimleri) kuruluyor ve üniversitenin bir de Edebiyat bölümü var. Halit Ziya gibi önemli edebiyatçılar burada ders veriyor.
Diez nüshası İstanbul’da 1916’da Kilisli Muallim Rıfat (Bilge) tarafından Arap harfleriyle yayımlanıyor ama kimse ilgilenmiyor. Rıfat’ın yayınıyla ilgili İslam Ansiklopedisi’nde şu ifade var: “Kötü ve kusurlu bir intinsah üzerinden, Türkoloji ve Türk filolojisinin o zamanki seviyesinin müsaade ettiği nisbette gerekli tashih ve düzenlemelerle yapılmış metin. ” Burada dikkatimizi çeken kimi ifadeler var; örneğin intinsah deniliyor, nedir bu? İntinsah, eskimiştir anlamına geliyor; yani şu, Rıfat eskitilmiş metin üzerinde “tashih” (yanlışın yerine doğru) ve düzenlemeler yapıyor.
Derken Darülfünun’a Fuat Köprülü geliyor. Köprülü, Almanya’ya gidiyor, burada felsefe alanında doktora payesiyle ödüllendiriliyor. Askeri konuda Enver ve kardeşi Nuri ne ise kültür bağlamında da Köprülü odur. Köprülü, döndükten sonra Türk Tarih Kurumu’nun başına getiriliyor. Köprülü, anlaşılan bir yandan siyasetle ilgileniyor; Mustafa Kemal’le yakın ilişki içersine giriyor, diğer yandan Edebiyat Fakültesi’nde dersler veriyor ve bir öğrencisini etkiliyor, hem yazdığı “şiirlere” değer veriyor, hem de onu Almanca konusunda teşvik ediyor. Bu öğrenci deminden beri andığım ve yükseliş hikâyesiyle dikkatimi çeken Sayın Orhan Şaik Gökyay’dır.
Bu arada, İstanbul’da kimler yoktur ki zaten? Nihal Atsız, Türkçülüğün bayrağı gibi dalgalanıyordur, okulda el üstünde tutuluyor; 1928’de askerlik yapması isteniyor ama Köprülü olmaz diyor, devreye giriyor, muaf tutuluyor, 8 ay öğretmenlik yaparak askeri hizmetini karşılıyor. İlginç değildir ama söylemem gerek, aynı dönem Pertev Naili Boratav’da vatani hizmet için Kars’a gidiyor. Boratav, burada “dilini bilmediği kimselerden tercümanlar vasıtasıyla” Köroğlu destanını derliyor. Karslılar uyuyor, bir de bakıyorlar Bolu Dağı’ndan bir efsane yükseliyor. Şaka değil, gerçektir, ben beterini görmüşümdür.
Atsız, çok geçmeden (1931) Köprülü’nün yardımcısı oluyor. Gökyay, mezun olduktan sonra (1930) öğretmenlik yapıyor, yedi yıl sonra, Kilisli Rıfat’a ek, yeni düzenlemelerle ve yepyeni harflerle bir Dede Korkut’umuz (1938) oluyor. Gökyay ne Atsız ne de Köprülü’yle bağlarını koparıyor; 1944’te, Atsız onun evinde kalıyor, Irkçılık- Turancılık Davası mahkûmlarından biri oluyor; 11 ay hapis yatıyor. Çıktığında Galatasaray’da müdürlükle ödüllendiriliyor.
Derken ikinci bir nüsha, Ettore Rossi adlı bir Türkolog tarafından Vatikan Kütüphanesi’nde bulunuyor (1952). Adı da “Un nouvo manoscritto del ‘Kitab-i Dede Qorqut’” olarak geçiyor. Muharrem Ergin, nüshaları bir araya getirip (1958) yeni bir Dede Korkut kitabı oluşturuyor. 50’li yıllardan başlanarak Rusya, İtalya, Almanya ve İngiltere’de kitap çevriliyor. Dede Korkut, şimdi kültürel bir Ata olarak sunuluyor. Yunus Emre için söylenen kimi rivayetler onun için de söyleniyor, mezarı her yerde olabilir! Azerbaycan’da milli şuur, bu destanla kültürel bir kod oluyor. Dede Korkut’la ilgili çalışmalar 70’li yıllardan sonra artıyor ama 1980 cuntasıyla okul müfredatına giriyor!
Ama hala kim olduğu bilinmiyor. Belki bir gün bir kitap gibi kendisi de ortaya çıkar. Ancak bir dil meselesi de kendini hissettiriyor. Dede Korkut hikayelerinde, Dresden nüshasında “Azeri ağzı” kullanılmış, buna proflar Oğuzca diyorlar ve bunu, Azeri Türkçesi olarak açıklıyorlar. Vatikan nüshasını ise “Batı Oğuzcası”, yani Osmanlı Türkçesi diye açıklıyorlar. Bir de küçük notlar var; diyorlar, “dili Azerbaycan Türkçesi değil, Doğu Anadolu ağız özellikleri karışmış Eski Anadolu Türkçesidir.” Oğuzca diye bir dil var mı yok mu bilmiyorum. Dahası “Doğu Anadolu ağız özelliklerinin karıştığı Eski Anadolu Türkçesi” ne anlama geliyor onu da bilmiyorum. Bu konuda allame olanların söyleyecekleri vardır ama benim söyleyeceklerim burada şu an bitiyor.
III-DEDE KORKUT’UN COĞRAFYASI
Dede Korkut hikâyelerinin coğrafyasına gelince, karşımıza Doğu ve Güney Doğu Anadolu diye tarif edilen Kürdistan çıkıyor; hikayeler Kars, Erzurum, Elazığ, Diyarbakır merkezdirler ve nehirler, Kura- Aras ve Dicle’dir! Sonra nerden bulunmuşsa artık kimi yerlere bir Trabzon ekleniyor! Şaka gibi. Ancak Trabzon’dan bir kasıt bulmak zor değildir. Rahmetli Nihal Atsız, Türk tarihini İskitlere kadar götürürdü; zaten elli yıllarda büyük tarihçi demek, götürebildiği kadar Türk tarihini ileri götürmektir. Atsız’a göre İskitler, öz Türk’tü ve bunlar Karadeniz’de yaşamışlardır. İbnülemin Mahmud Kemal, “Atsız” diyordu, eline kalemi alınca giden atlıyı atından eder.
Bu hikâyeleri tekrar okuduğumda yabancısı olmadığım konulara rastladım. Bakın şuna bir…
Dirse Kağan Oğlu Boğaç Han hikâyesinde ana unsurlardan biri boğayı öldürmektir. TRT tarafından yapılan çizgi filmde boğa öldürülmüyor; Boğaç, 12 yaşında boğayı yumruğuyla durduruyor ve böyle bir kahramanlıktan sonra obanın ermişi Dede Korkut ona ad veriyor; adını ben verdim, ömrünü Tanrı versin diyor.
Boğayı öldürmek hem Orta Doğu hem Hint- İran Hattı antik inançlarından biridir. Bu evrenin yaratılışıyla ilgilidir. Buna göre Tanrı, evreni embriyonik bir formda yaratmıştır. Evreni doğuran ateş tanrısı Mitra, bu eylemi gerçekleştirmek için boğayı kurban vermiştir. Boğa Kürt hikâyelerinde kefaretin karşılığıdır ve bunu en iyi karşılayan Anter-namelerdir. Anter, 12 gün süren bir yolculuğa çıkar ve yolda fırtınaya yakalanır. İki karısı vardır, biri amcasının kızıdır, diğeri yabancıdır. Yabancı olan uyur, amcasının kızı uyumaz. Anter, döndüğü zaman iki eşine sorar, ne oldu?
Yabancı olan, gökyüzünde büyük bir fırtınanın koptuğunu, yedili bir dizi halinde söyler; yedi kez şimşek çaktı, yedi kez gök gürledi… “Ama” der yabancı olan, “benim Anter’im yiğittir bunların üstesinden gelir.” Amcasının kızı benzer şeyler söyler ama kimi ekleri vardır, der ki “amcamın oğlu yiğittir, boğayı keser, içine girer ve fırtınadan kendini korur.” Anter, “doğru” der. Anter’in boğayı kesmesi pek çok haliyle anlatılır ve Yılmaz Güney’in meşhur atı kesme sahnesi bile ilhamını oradan alır. Dirse Kağan’da diğer nokta, çocuksuz baba figürüdür; bu da yine Anter’in bildirisine uyar, Anter, amcası kızıyla soyunun yürüyeceğini söyler ve o gece amcasının kızıyla birlikte olur. Bu hikâyenin bizde çok anlatılmasının nedeni amcakızı ile evlenme bahsinin sıcak tutulmasıdır.
Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması hikâyesinde de evini, obasını bırakıp ava giden bir adamdan söz edilir; Salur Kazan ava gidince evi yağmalanır, karısı çocukları işkenceye maruz kalırlar. Salur’un hikâyesi de bana Siyabend u Xece hikâyesini hatırlattır. Siyabend geyiğin peşinden gider, sevgilisini bırakır. Bunun, Çukurova varyantlarını Yaşar Kemal bolca yazdı, hatta bundan yola çıkılarak filmler bile yapıldı: Alageyik! Kazan Bey Oğlu Uruz’un Tutsak edilmesi yine benzer bir form içindedir; konu yine avdır, babanın sözünü dinlemeyen evladın tutsak olmasıdır.
Şimdi bu paragrafı okuyup bana kızacak kimi entelektüeller olacaktır, diyeceklerdir masalların konuları aynıdır ve hepsi, insanlığın ortak bilinçleri ya da ortak bilinçaltlarıdırlar… Dinine yandığımın dünyasında niye bilinç, niye bu bilinçaltı bizim semte bir uğramadı, bizim ki teneke mi? O zaman birkaç örnek daha vererek, bahsi yükseltmem gerek, yoksa beni bir kaşık suda boğarlar…
Kam Küre Bey Oğlu Bamsı Beyrek ve Banu Çiçek Hikâyesi’nde konu beşik kertmesidir. Ay kıyamam! Bamsı ve Banu iki dirhem bir çekirdek, beşik kertmesidirler. Araya yıllar geçer bir av sırasında karşılaşırlar. Burası büyük Kürt şairi Nizami’nin Hüsrev ile Şirin Hikâyesi’nin bir kısmıdır. Bu karşılaşma sonrasında aralarında büyük bir anlaşmazlık çıkar ve bu iki kertme, anlaşmazlığı çözmek için güreşirler. Kadınla erkeğin güreşmesi motifi, evet, bu motif yine bize yabancı değildir.
Bu motif Ker u Kullik hikâyesinin can damarıdır. Hani Celile Celil’in kimi varyantlarını derlediği, hani Ahmet Aras’ın bir varyantını yazdığı Kerr u Kullık’de kadın, onu yenecek erkekle evlenecektir ya, o. Bizim adam, Silemane Silivi kızı yener ve hak eder, sonra ölür ve iki oğlu olur, dayılarla inanılmaz bir cenk başlar. Odalarda bu kılam üç gün üç gece sürer. Ker u Kullik, av sahneleri açısından da benzersizdir ama uzatmamak için kesiyorum.
Neyse Bamsı Beyrek bir ara kaybolur. Babasının ağlamaktan gözleri kör olur (Burası için Yusuf Kıssası). Bamsı Beyrek, babasının gözlerini “kanlı mendiliyle” açar (İbrani metinleri, Yakup meseli). Yıllar sonra Bamsı Beyrek, Aruz tarafından obasına davet edilir, “barışalım” der. Bamsı Beyrek gider ama adam, kalleştir, pusu kurar ve Bamsı Beyrek’in sağ kolunu keser. Kolun kesilmesi Kela Dımdime ve Emirxan Yekdest’i hatırlatır.
Birde basit bir sayı sistemi üzerinden metinlerde mistisizm yakalanmak istenmiştir. Türk inanç sistemi, kabalanın etkisiyle şifre/ sayı üzerinden bir derinlik yakalamak istemiştir. Örneğin Ahmet Yesevi anlatılırken, şu denir: “ Yesevi, 99.000 müridin şeyhidir.” Burada sayı bir şifredir ve basittir: 99, 9+9 ya da 9×9 demektir; birinde 81, diğerinde 18 sayısı elde edilir ve her koşulda bize dokuz sayısı verilir.
Dokuzdan kasıt, dairenin 360 derece olduğudur ve bölümünden elde edilen sayı dokuzdur; dokuz haricinde, bütün sayıların toplamı 36’dır; dokuzu herhangi bir sayı ile çarptığımızda yine dokuz sayısını elde ederiz ve en nihayet icat edilen Kara Han mitolojisinde Türklerin sembolü olarak dokuz dallı çam ağacı vardır, benzer bir şey Tatarlar içinde söylenir, onların ulu kahramanlarından İrle Han’ın evinin önünde her zaman yeşil dokuz ağaç vardır. Benzer bir durum birden dokuza kadar olan bütün sayılar için de geçerlidir.
Deli Dumrul geçenlerden 33, geçmeyenden 40 akçe alır ve Deli Dumrul, 140 yıl yaşar. 33 gizemli bir sayıdır; İsa’yla bağlantılıdır; İsa, 33 yaşında öldürülmüştür; Allah, Şeytan’dan 33 gün boyunca, boyun eğ çağrısı yapmıştır vs. Burada takip edilen sayı formu: 3.4.5’tir. Sayıların toplamları 12’dir ve sayı sistemi, mihenk olan 6’yla bağlanmıştır; 33, yan yana gelmiş iki üçtür, bu altıyı temsil eder. Bütünün toplamında yine altı sayısı vardır: 33+ 40+ 140= 213. 213’te ayrıştırıldığında altıya tekabül eder. 12 ise ayrıntılı bir sayı olarak dikkat çeker; Kudüs’ün 12 kapısından, 12 İmam’a kadar geniş bir dizgedir.
Sayılar okültizm için önemlidir; çünkü sayı okültizmde gücü simgeler ve harekete derinlik katar; okuyucu içinse, sayı perdenin panjuru gibidir, sadece çeker! Bu bahis çekicidir, kimi zaman insanı şartlatana çevirebilir ama ulus yaratma bahsi söz konusu olunca, sadece savaş ve zafer yetmez, zaferler sınırla ifade edilirler, başka sınıra geçtiğimizde değişirler; bir ulusun sahici tarihi, kutsal edebiyatıdır, ulus onunla ayakta kalır.
Dede Korkut’taki isim silsilesine kısaca değinmem gerek; dikkat edilirse kahramanların hiç biri, olan değil, olması hayal edilen cemiyet üyesi kimselerin isimleridirler ve bunlar Atsız’ın roman kahramanları gibi karşımızda durmaktadırlar. Atsız ve Aptullah (Abdullah’ı Arap ismi diye değiştirmiştir) Ziya Kozanoğlu dışında böylesi isimlere rastlanmaz.
Dede Korkut hikâyelerinin en güzeli yedi başlı ejderhanın öldürülmesidir. Destanda birden dokuza kadar olan sayı sistemi işler. Salur Kazan’a söylerler, derler, “10 bin düşman” geliyor, umurunda olmaz; 20, 30… 90 bin dedikleri zaman harekete geçer. Kutsal matematikte sıfır atılır ve gerek altı ve gerekse dokuz olsun, aynı sayı anlamına gelirler. Türk dünyası Salur Kazan’ı İslam formuyla (Alp ve eren- alperen) destekler, sunar, buna milli ve icat edilmemiş devlet nosyonu ekler; Salur’a “100.000 düşman geliyor” dediklerinde ayağa kalkar, abdest alır ve şunu söyler: “Ya Muhammed ya Ali.”
Türk, İslam, Bektaşi formudur; bu form, dini değil, silahlı felsefenin öncüsüdür. Hz. Ali etrafında Dastana Ejderha diye bildiğimiz hikâyeler vardır ve bu hikâyelerde Ali, ejderi öldürür, böylece cesaret verir, İslam inancını aşılar, genç militanları saflara davet eder. Burada dert edindiğim yalnızca silahlı felsefe ve kutsal tarih değildir, burada bir ejderha motifi üzerinde durmaktır.
Tarihle ilgili olanlar ki buna tarihçiler de dâhil yazılı anlamda birkaç adres gösterirler: Çin, Hint ve İran ve Asur. Bu kültürler üzerinden yorumlar yapılır. Kabartmalarda ve tabletlerde bolca ejderha motifi vardır. Buna zodyak alegorisi de dâhildir ve Kutsal Irklar denildiğinde Büyük Ejder ve Aklın Ejderleri bize Atlantis selinin birer ilahisi olarak gelirler. Bütün bunlar vardır ve doğrudur.
Mısır’da, timsah formuyla bir ejder vardır ve ejderlerin yaşadıkları yerler piramitlerin altıdır. Mısır üzerinden gelişen ve Musa merkezli, büyülü yılan- asa bu geleneğin bir sonucudur. Çin’de, imparator, ejderin tahtına oturur ve saf kan diye bir dragon kanından söz edilir ve halen, bu mit festivallerle diri tutulur. Kimi göllere ejder gölü denir; bunlar tekin olmayan dehlizli göllerdir.
Çin ejderi yer ve gökle sınırlıdır. Yer ejderinin boynuzu yoktur, derinliklerde yaşar bilginin simgesidir. Sarıdır ve imparatoru simgeler; Çin ezoterizminde, imparator onun kanını taşır, güçlü ve bilgedir. Diğer ejder boynuzludur, rumi kanatlıdır. Gerek yerde ve gerekse gökte olsun bu ejder uçabilir ama bunun yanında, kanadı olmayan, yürüyen ejderler de vardır. Hint dünyasında İndra yine ejderdir. Pers/ Fars’ta bu Verethragna olarak karşımıza çıkar. Bunların asimilasyonuyla kişiler gelişir. Fars edebiyatında Dehak ve Feriddun, ejder mitinin ve giderek şeytan ve meleğin karşılığı olarak gelişirler.
Bunlar gerçek kimselerdirler ve okültizmde bunlar tarihin birer astarı niteliğindedirler. Dehak, ejderin insan halidir. Şehnamede Sam ve Rüstem ejderi yok eder, böylece güçleri belgelenen kimseler olurlar. Sam ejdere, timsah gibi sürünerek ulaşır, böylece ateşli nefesiyle, güçlü tırnaklarıyla baş eder; Rüstem, hamle üstüne hamle yapar ama bir türlü baş edemez, imdadına atı Rahş yetişir ve Rahş, ejderin omuzlarına toynaklarıyla vurur, kanatlarını kırar, öyle baş eder, yener.
Nizami, Hüsrev’i kuşatırken, iki özelliğine dikkat çeker; bunlardan biri aslan, ikincisi ejderhayla baş edebilme yeteneğidir. Nizami’nin güzel eseri Mahzen-i Esrar’da ise ejderhayı bir felsefe etrafında örer, şunu söyler: “Bu ikiyüzlü tilki belki de bir kaplan, belki de bir ejderhadır.”
Ama burada bırakmaz Nizami, kadim Mezopotamya’nın sırlarından biri olarak ejderi sunar. Ejderin her bir dişi, bir çarktır; çarxa felek. Bu çark altı yönde hareket eder: Aşağı yukarı, sağ sol, ileri ve geri… Bizim kimi aklı evveller, çark- çarx’ı salt müzik formu olarak ele alıyorlar.
Nizami’nin ışığı altında gelişen Türk, Fars ve Arap edebiyatı da ejderi görür… Sarı Saltık bir tip çizer; buna göre ejder, biraz tavus kuşuna benzer, kanatları horoza, ayakları aslana, kuyruğu yine horoza, cüssesi deve kadardır ama bu hayvanların hiç biri de değildir; çünkü bu hayvanat, uçar, bu yeteneği vardır; onun işi/ ejderhayla mücadeledir; Otman Baba bir köylüyü ejderhadan kurtarır, masum köylü figürü açısından değerlidir; Baba İlyas, bir ejderhayı yener yine; Melik Danişment bir manastırda onunla cenk eder, yener.
Nizami’nin takipçisi Mevlana, nefsi ejderhaya benzetir. Mevlana, bir süre sonra nefsi, köpek diye yorumlar, ejderha benzetmeden öteye gitmez.
Ejderha motifleri Kürtlerin olduğu her yerde vardır. Okültizmin diliyle söyleyecek olursam “Işığın oğulları” ejderi takip eder. Serhat Bölgesi, özellikle Kars ve Van’da su ve ejder talihi değiştiren bir öğe olarak karşımıza çıkar; çünkü çark, ejderin bir dişidir ve bu döner. Karın yağmurdan çok yağdığı Serhat’ta, ejderha gökte yaşar, yeri bulutların arasıdır ve ilkbaharda melekler, ateşten halatlarla bağlı olan ejderi yere doğru yavaşça çekerler, ejder indikçe, usul usul kar erir, bahar gelir; ejderin kuyruğu güneye gelince, o sene bolluk ve bereket olur, yok eğer kuyruk doğuya gelmişse, kıtlık var ve gelecek demektir; birden dolu yağar, ekinler tarlada vurulur, hayvanlar ahırdan çıkamazlar.
İslami form bunu yorumlar, eğer zincirlerinden yekten boşalırsa, o zaman ejderha yeryüzünü yutar. Birde suların altında olan ejder vardır; bu ejder, baharı haber verir, tümüyle göller buz tuttuğunda ilk çatırdama ondan gelir ve bunu bilenler, ona göre hareket ederler. Her dağın bir ejderhası vardır, hatta her dağ bir ejderhayla yaşam bulur. Karaca Dağ’ın ejderhası, zincirle bağlıdır. Muhsine Halime Yavuz, Hindi Baba Ejderhası, Albat Dağı Ejderhası adıyla kimi masallar derlemiştir, hepsi güzeldirler. Su merkezli ejderhalar, suyun sahibidirler, suya zarar vermedikçe insanlar ondan istifade eder.
Bütün bunların Çin, Hint ve İran’la bağlantısı var gibi düşünen olacaktır. Ancak daha eski bir tarihe gitmemiz buna da açıklık getirir. Bilinir, Mezopotamya’nın eski sakini Sümerlerdir. Ejderi öldürme teması ilk olarak Sümer tabletlerinde karşımıza çıkar. Enki ve rüzgar tanrısı Ninurta ejderhayı öldürürler. Gılgamış’ın Huvava’yı öldürmesi yine eski kayıtlardan biridir. Gılgamış onu öldürerek, iki şeyi başarır; birincisi tanrıların gözüne girer; ikincisi, halkı bu “zalim”den kurtarır. Biraz daha geri gidelim, Sümer ne ki diye düşünenler olacaktır. Ki çok haklılardır, burnumuzun dibinde Göbekli Tepe vardır ve burası, dinlerin ve mitolojilerin ilk kaynağıdır.
Burada T harfi şeklinde pek çok dikili taş çıktı, bu taşlardan 20 numaralı olan dikili taşın baş tarafında her hangi bir betimleme söz konusu değildir ama taşın gövdesinde ejderha-yılanla karşılaşan bir boğa vardır. Yılan, kazanmıştır.
En eski bilgi, ejderhanın kazandığını söylüyor ama dinlerle asimile edilmiş ejder motifinde nedense ejderha öldürülüyor. Hıristiyan, Yahudi geleneği İslam’la da devam ediyor. İslam’ın, ezoterik yorumu sofiliktir ve burada bilinç, eylem de dahil (şartlar) bilinç altıyla ortaya çıkar ve burada ejderha, doğanın dengesi, düzenlemesi olarak değil de dinin kötüsü şeytana döner ve kahraman, şeytanı alt eder.
IV- SONUÇ
Dede Korkut’un varyantlarının bileşkesi olarak yedi başlı ejderin öldürülmesi çok fazla aceleye getirilmiş, ulus devlet tezi için okul kitaplarına can simidi olarak yerleştirilmiştir. Hikâye şöyledir: Salur Kazan, ölü gibi uyumuş birini görür, onu öldürmek istemez, çünkü “uyur birini öldürmek” şana yakışmaz. Kahraman mert olmak zorundadır. Salur Kazan, okuyla onu uyandırır…
Bazı varyantlarda atı onu uyandırır, hatta at, Rüstem’in atı gibi savaşır; Ejder uyanır ve kuyruğuyla onu savurur. Kazan, Allah’tan yardım ister ve Allah, ikisinin arasına bir kaya bırakır. Bundan sonrası karavana; seksen okla (8: Gülün ortasıdır), ejder delik deşik olur, sonra üstüne çıkar, oturur, hançer ve kılıcını saplar. Kimi zaman Kazan, ejderin derisini yüzer, giyinir ve obasına dönerken, köylüleri onu ejderha sanıp ok yağmuruna tutar, asaletini tasdik için çırpınıp durur.
Ejder’i öldürmek basittir. Onu alt etmek (Jung), insanın bizzat kendi kaynağında olan gizli ve gizemli gücü simgeler. Ejder’i yok etmek, anlamayı hiçbir zaman istemediğimiz bir güçtür ve insan bundan korkar; çocuklarına bunu okutarak da korkularını kırmak derdindedir. Bu yüzden onu öldürerek kurtulduğunu düşünür. Onu ehil/ kendi lehine dönüştürmekse insanın kendi amaçları için bilinmeyeni asimile etmesidir, ondan kötüce yararlanmaktır. Mitlerle hiçbir zaman oynamamak gereklidir. Çünkü onlar gizil enerjilerdir, bugün yok ettiğimiz, yarın bir de bakarız bizi yok ederler.
Mitlerimiz Yunan ya da Mısır gibi daha yazıya geçmemişlerdir; mitlerimiz gerçektir ve şimdi aramızda yaşıyorlardır, bundan eminim.
Kürtlerin yüz yıldır yenilmeme nedeni farkında olmadan yarattıkları kutsal edebiyattır; ölen her bir bireyleri için ağıtlar söylemişlerdir, yazılı bir hale gelmezse de mitolojik arka planlar kurmuşlardır, yoksa bile bunu yaratmışlardır, böylece acıya karşı koyma ve kendini var etme, sürekli kendini gerçekleştirme cesareti göstermişlerdir. Benzer bir şey doğal afetler ve büyük savaşlar için de geçerlidir.
Göbekli Tepe’den Sümer’e, hatta Ker u Kullik’e kadar geniş bir zenginlik, niye bu kadar kolay kurban ediliyor. Coğrafya, zaten belli, sadece kişilerin adları değiştirilerek, biraz Türk ve biraz Arap/İslam motifleriyle niçin ağzında elmasla bu varlığa yer altında bile rahat verilmiyor. Türkleri anlıyorum, doğrusu Batı’nın hasta dediği Türk toplumun aydınlarını anlıyorum; bu adamlar, konargöçer olduklarından bir yurt tutma ve yurdu sevme telaşı içine girmişlerdir, hep aşağılanmış ve hiçbir zaman bir şeye sahip olamadıkları bir ayıp gibi yüzlerine vurulmuştur. Ancak bugün unutulan bir şey vardır, anlam, bir bayrağın altında dile getirildiğinde yalnızlığa itilir ve buradan bir şey de üretilemez, dahası hangi anlam alıkonularak aşılmıştır ki?
Korkut adına söylenen- yazılan destandaki kişiler “icat edilmiş” kahramanların atasıdır; doğrudur ve bu icat etme, bir yere kadar yine anlaşılır ama bunları, elinizden alacak kadar bir donanımımızın da olduğu açıktır. Ancak ne Tevrat’ın kişileri gibi kardeşini öldürmek gibi bir niyetimiz vardır ne de İsa gibi, evlatlarını çarmıha germek… Önündeki ateşi büyüterek gittiği her yeri kendine bağlayan Beni Muhammet kabilesinden de değiliz. “Sömürgeci daha alaşağı edilmemiş bile olsa” diyordu Edward Said, insanlar topraklarını hayallerinde geri alabilirler. Buna kimsenin gücü yetmez.
Not: Yazıyı kaynakçaya boğmak istemedim. Bir tez var ve bunu kimseyle tartışmak gibi bir niyetim yok. Hesabımı gelecek kuşaklara bırakacak kadar gaddar değilim. Tek derdim vardır, bilinsin!