Hayat pahallığının bu kadar ağır olduğu başka bir zaman olmadı. Eski Türk filmlerinde gariban, iki domates, iki salatalık, iki sivri biber, biraz peynir ya da zeytin alır, bunları bir gazetenin üstene koyar, bir somun ekmeğiyle yerdi. Elbette bunları yiyenlerin sonu, filmin ilk karesinden belli de olurdu. Film arabeskse inşaatın sahibi ya kahramanımızı kovar ya da kahramanımız şarkı söyler, böylece bu sofra/ bu sahne bir daha görülmezdi. Film acıklıysa, aynı anda eller bir tencereye giderdi; bu tencerede, aşağı yukarı bir kilo mercimek kaynardı, beş ekmek vardı ve bu filmin sonunda, evdeki vurucu tip, itiraz eder, eve bir daha gelişinde, sırtında bir palto, elinde kardeşlerine, anne ve babasına bir sürü hediyeyle geri gelirdi. Aile güldürülerinde de büyük bir soğan kırılırdı, yemeğin kokusu kesin burnumuza gelirdi. Tabii pavyon sahneleri de vardır. Çok severim, biraz badem, üstüne de buz koy: Vesikalı Yarim’in kahramanı zerzevatçıdır. Kahverengi gözlerin çalınır, orada biri şu sözü söyler: “Bu kadınlar küflü aynalar gibidir, içine girdin mi çıkamazsın…” Biliriz, filmin sonunda adam, dükkânına geri dönecektir… Apartman kapıcılarının, bakkaldan alış veriş yapması ve buradan bir şeyler aşındırmaları da elbette bunlara dâhil edilebilir. Sonra gazeteye sarılı ufak rakıyla eve gelen, çerezlerini alan baba figürü; bu adam, meyhane pahalı diye, evde içerdi, karısı iki domates, bir hıyar keserdi; kavun ve peynir gördü mü, yaşardı…
Şimdi, bu sahneleri çekecek bir babayiğit yoktur. Dekor, salt yeşillik olsa dünyanın parası gidecektir. Temel gıdalarımız ise dudak uçuklatmaktadır. Bir de not: Pazarcılara göre en bereketli para, yeşilliktedir.
Üç büyük domates sahramız vardır: Çanakkale, sofralık; Tokat, Rusya’ya konserve üretir, Urfa demeye gerek yok, iç piyasaya salça verir. Domatesin kilosu, psikolojik fiyat artışına tabiidir! Manav, 9’lu küsuratlarla müşteri çekiyor: Fiyatlar 29.99’dan başlıyor, 59.99’a kadar uzuyor. Tabii bir de top sakallı, organik domates üreticilerimiz var, fiyatları buçukludur: 75 buçuk, 84 buçuk. Domatesler dışarıdan bakılınca gerçekten domatestir ama içleri Kızılkoyun Mahallesi mağaraları gibi oyuktur, içine karınca girse, dört gün aç gezer, baş dönmesinden ölür. Hıyar ise artık lüks tüketime dâhildir. Bir zamanların diplomalı iş bulamayan genci hıyar satardı, şimdi, bu genç, diplomasıyla hıyar alamayacak durumdadır. Hatta, tezgah kursa bir çırpıda diplomasını yırtacak ederdedir. Çengelköy hıyarları meşhurdur, badem diyen vardır onlara; sekiz tanesi 29 liradan başlıyor, 39 liraya kadar geliyor; toplam ağırlıkları 240 gram! Niye sekiz, diye çok düşündüm. Her güne bir hıyar, bir tane de hediyesi olsa gerekir. Hıyar narincedir! Çengelköy hıyarları, üç gün yenmeyince, dolaptan kokuları geliyor, gariplerim çürüyor. Biber, vitamin deposu olarak kış aylarının temel ihtiyacıdır. Uzmanlar bolca tüketin diyor. Biberin piyasada epey türü var: Sadece acı olan ama eti olmayan, uzun, ince ama tadı olmayan, top ama su gibi akan ve elbette, acısından ter bastıran, doğalgaza gerek duyurmayan Saman Dağı biberleri; fiyatları 64 liradan başlıyor, 1 lira bize, kar kalıyor. Poşetlerde parayla alındığından, bir lira üstü bozuk bir sürü paramız oluyor; tabii, insanız, mutlu oluyoruz, para üstü, bir gurur veriyor. Küçük keseler taşıyacağız yakında. Avrupa’da bu bir özenti halindedir, entelektüeller, tütün kesesi ve bozuk para kesesi taşırlar; amaçları, geleneksel olmaktır. Eskiden, bir kavanozum vardı, doldu mu, bu yüz euro ederdi, şimdi dolmuyor bile…
Yeşilliklere gelince, nerdeyse manavlar, yanından geçenden, bakma parası alacaklar; nane, en ucuzu, altı sap, kırk iki yaprak, yedi buçuk lira; maydanoz, aynı; roka, dereotu, hardal vs ise saymıyorum; kıvırcık, 15 buçuk! Marul, 24 buçuk… Nanesiz bir hayat mı asla olmaz ama gel de bir nane al. Her şeye nane oluyorsun sözü de bu arada pahalanmıştır, her babayiğit bu sözü söyleyemeyecektir.
Meyve! Yemeyin gitsin. Ekmek, 3 buçuk! Pide 7 buçuk! Balkan ekmeği, ekşi mayalı, keten tohumlu ekmek 22 buçuk. Bir de özel sosyete fırınları var, onların fiyatlarını yazmam elbette.
Peynir, zeytin, yoğurt ve yumurtayı da saymayalım. Yumurta dörde ayrılıyor: Köy, gezen tavuk, yumurta ve çiftlik yumurtası. Ayrıca kılavuz, piliç, yarka, yeni ana, eski ana ve duble diye çeşitleri de var; bu çeşitler ağırlığına göre değişiyor, fiyatları da: Kılavuz 42- 48 gram; Yarka, 53- 58 gram; Yeni ana 62, Eski Ana 65 gram olabiliyor. Yumurta fiyatları paket ve cinsine göre değişiyor. Tabii bir de markalaşma da var. Organik yumurta diye bir şey var. Bütün markalarda fiyatlar, buçuk ve kesirlidir: 33. 56, 44. 93 kuruş!
Yumurtayla nispet yapanlar var; komşumuz, eskiden iki de bir silktiği halısıyla hava atardı şimdi, markalı yumurtalarıyla hava atıyor, paketlerini çöpe atarken, herkes görecek diye açıkta bırakıyor, öldürmekten korkuyorum. Zenginlik böyle bir şeydir, görgüsüz! Bir de pandemiden dolayı her gün bir yumurta yediğini söyleyenler var, çok ukalalar; iktidarı ele geçirdiğimiz günün sabahı bunlara en az iki ay yumurta yememe cezası vermeli ki, anlasınlar, yumurtasız bir hayat nedir, ne değildir. Yumurtanın cins ve fiyatına göre bir sınıfsallığımız oluştu. Yalnız bu değil…
İki aydan fazladır, markete gitmedim. Protesto ettim ve bunu sürdürmeye kararlıyım. Elbette marketler de değişiyor. Belediye marketleri pörsümüş yiyecekler mezarlığı gibidir. Sebzelerin üzerindeki parmak izlerini tespit etmek mümkün değildir. Bereket meyve ve sebzeler insan değil, yoksa adları kötüye çıkar. Müşteri de haksız değil hani, alamıyorsa, şöyle bir dokunmak iyi geliyor, film gibi. Patatesin bu kadar ellendiği, bu kadar elde tartılıp sonra teraziye gittiği altın bir çağdır bu. Sartre görse, bunun üzerine Çin- Sovyet karşıtlığını koyar, en az yirmi beş sayfa giderdi. Haksızda değil, insan yedikleridir. Ben kendimi en çok patatese ve kara üzüme yoruyorum. Neyse! Büyük marketlere gitmek, onların poşetine sahip olmak bile bir zenginlik göstergesidir. Buralarda komşular, komşulara nispet eder gibi eşya alır. İşte, geçen gün, bir arkadaşımla yumurta meselesinden kavga ettik; Migros’tan alıyor diye benim sote bir yerden aldığım yumurtalara laf etti. Çok ağırıma gitti. Mesele, siyasi boyut kazandı. Birbirimizi vursak, iç çatışma diye manşet olacaktık; a haberden, yeni şafaktan kıl payı kurtulduk.
Dışarıda yemek, mucizeye döndü. En salaş yerlerde, en sıradan yemekler, 54 buçuk! Bir de iki misafirin oldu mu, yandım aman, kel başım duman, Van gölünden Edremit’i çıkar, gerisi yalan!
Geçen gün bir kitap okudum, adı “Kölelik Yolu” idi, yazarı Hayek! Bir cümle çarptı beni, diyor ki, “yarattığımız fikirlerin esiriyiz!” Biraz daha kazıdığımız zaman, bu esaret fikri şuna açılıyor: Aptallaştık. Sahiden aptallaştık. Brezilya dizilerine döndük, her şey beyaz… Otobüs fiyatları da elbette yenilir yutulur gibi değil; indi bindi, beş buçuk! Otobüs yedi, yirmi beş; bu yirmi beş kuruşta halk partisinin icadı. Ak partiyle, halk parti arasındaki fark, bu yirmi beş ve buçuktur; biri yirmi beş diyor, diğeri buçuk. Beş liraya ya da beş lira için eskiden Aksaray’da adam vurulurdu, şimdi, beş liraya bir şey gelmiyor; beş yüzlük banknotlara az kaldı, denilen ne kadar doğru bilmiyorum, diyorlar ki, beş liranın kağıt olarak değeri altı liradır… Paramız pul, cebimiz çul oldu. Birileri sağlıklı beslenin diyorlar. Sağlıklı beslenmenin fiyatı, on beş yirmi bin lirayı buluyor… Sanırım bir tek çift maaşlı, zenginler sağlıklı besleniyor, geriye kalanlar, sağlıksız…
Tabii kitap fiyatları da var… Herkes yaz diyor, kimse oku demiyor. Kimle konuşsam, “bize yaz” diyorlar. Kimse bana “oku” demiyor. Bir tek Allah oku diyor, diğerleri yaz derdinde. B:u yüzden bu aralar, Tevrat okuyorum, oradaki “de ki” diye başlayan cümleler hoşuma gidiyor.
Elektrik, doğal gaz, telefon, su; evden çıkmasak, hiçbir şey yiyip içmesek bile, ev kirasıyla birlikte en az dört bin vermemiz gerekiyor. Domates, biber, patlıcan, salatalık, yeşillik, lüks tüketim…
Bugünü değerlendirmek, niye böyle oldu demek, haddini bilmezsen bir de suç olarak hemen hanene işleyebiliyor. Eskiden birileri, kışın daha başlamadan birini belden aşağı vurur, beş ay hapis yatar, sonra dışarı çıkardı. Hapiste, kış boyu donmadan yatardı. Üstelik tayin verilirdi. Hatta kumara bulaşmasa, çamaşır yıkasa, meydancıyla, gardiyanla, ağayla iyi geçinse, para biriktirebilirdi. Şimdi bu imkânda yok, mahkûm olsan, elektrik, su parası alınıyormuş, yeni duydum. Komün gibi şeyler de kalmadı. Bazen büyük tahliller yapıyorum, bunlar da boştur; 1929, büyük buhran diye söze başlıyorum, tarihler vererek, başkentler sıralayarak (Varşova gibi), ne kadar bilgili biri olduğumu ispata çalışıyorum. Uzman görüşleri, adını sadece benim bildiğim kimi yazar adları, film adları sayıyorum. İşte bu tarihte, Menkul Kıymetler Borsası çöktü! Çöktü dediğim an, elbette, karşımdaki dudaklarını ısıracak, vah vah! Bir de çöküşün nedenlerini söylüyorum: Esas sorun birinci dünya savaşıydı; bu savaşta barışı tesis eden, uluslara sürdürülemez borçlar yükleyen siyasetçiler ve onların (Marx gibi söylüyorum) altın standardını yeniden tesis eden ve bunun akabinde tesis edilen döviz kurunu, sırf devlet kazanacak diye milletin sefaletine göz yuman merkez bankasıydı. Bunu bir kez söylüyorum, sonra bir daha, bir daha söyledikçe, sanki farklı bir şey söylüyorum, tekrarım bana haz, beni dinleyene acı veriyor, bir de soru soruyorum, yanıt veriyorum, örneğin halk nedir? Halk, acı duymamaktır. Artık, acı duymuyorum. Market önlerinde, sebze ve meyve ayıklayan kadınlar bana acı vermiyor, çocuklarına yemek götürüyorlar, hırsızlık yapmıyorlar, kimsenin filesinde gözleri yok. Sıkılmış bir yumrukları var, bunu yiyebilecek güçteler, onları denetleyen gözleri de görmüyorlar.
İnsanların satabilecekleri şeylerin de değiştiğinin farkındayım. Sağlık sektörü ve sağlık turizmi diye bir şeylerden söz ediliyor. Öyle abuk sabuk ameliyatlar yapılıyor ki, yazsam yüzüm kızaracak. Allahın yarattığına bu kadar muhalefet edilmez ki… Şimdilerde zenginler, iyi saç avcılığına başlamışlar. Sağlam bir piyasası var. Kimi berberler, kuaförler bu konuda aracı ya da alıcı pozisyonundalar. Aranan saç için kimi şeyler isteniyor. Sağlıklı beslenen kız ya da kadın saçları tercih ediliyor. Aranan şartlar şöyle sıralanıyor; iyi saç, sadece havluyla kurutulmuş saç oluyor; makineyle kurutulmuş saçlara müşteri bulunamıyor, bu saçlar zayıf oluyor. Satılan saçın elbette tarağı da düzgün olmalı, kemik ve tahtayla iki kez taranmış saçlar için müşteri bulmak çok kolaymış. Saçın fiyatına gelince, kilosu, 2 bin liradan başlıyor, 7 bine kadar çıkıyor. En pahalı saç için aranan kriterlere gelince, uzun ve hiç boya değmemiş saçlar hemen alıcı buluyor, doğal olacak. Saç satmak için elbette fetva da var; diyanetimizle gurur duyuyorum, demişler, saç satmak caiz değildir. Bu açıklamadan sonra rahatladım.
Yoksulluk saç satımına gelmiş!