Her şair kendince bir doğa oluşturur. Bu onun evrenidir. Kemik İnadı’nda en fazla ağaca rastlarız. Ağaçlar, kendilerini çevreleyen her şeyin ustasıdırlar. Onlara hayatı öğretirler; hayat, yer ile gök arasındaki bilmecedir ve ağacın her bir dalı, bir bilgelik sütunudur..
Medeniyet kırılmasında suyun anlattıklarını dinleyen pars: Asuman Susam’ın Kemik’i üzerine 1
Müslüm Yücel
Erkek ağladığında, acısıyla karşılaşır ve hayat ona, bu acının ne anlama geldiğini söyler: Değdi. Kadın ağladığında acısıyla yüzleşir ve hayat ona, bu acının ne anlama geldiğini söyler: Yara.
Bunu yas izler. Yas, kabuk bağlamadır. Zamanla bu bürünme gözyaşı biçiminde gelişir, adına hepimizin geldiği yer denir: İnsan. Oyun yeri ise bedendir. Su, kemik, sinir ve kaslar arasında gidip gelir; oyun burada, hakikat adına alarak, ruhumuzu ortaya çıkartır.
Ruhumuz, işte bu oyuna- bedene göre düşünür ya da düşünmek zorunda kalır. Ruhu, Descartes’in kimi zaman ima ettiği gibi, vücudun yanına ruhu koyabiliriz belki ama bu bile, vücudu “mutemet” kimliğinden alıkoymaz.
Burada şiir- şair devreye girer; hakikatin şiiri, hakikati bir sorun haline getirir. Şiir söyler. Her söyleyişte, ruh bir şey söyler. Kimi zaman etin, kimi zaman kemiğin, iliğin, suyun… Doğru olan ruhtur çünkü, böylece yalancı- geçici olan bedeni yerine oturtur, çünkü artık içimizde olan bilen, dışarı çıkmıştır; kemik fikrimizdir, ilik ışığımızdır, su bilgimizdir vs. diyebiliriz.
Ancak şu vardır, şunu söylemek gereklidir belki; Rodin, taşın içinde heykel vardı, ben onu dışarı çıkarttım der. Ruhun, mağarası da kuşku yok, bedendir; burada büyür, gelişir, gezer. Şiir, yolculuk boyunca aracılık eder ve ruh, bize ve şaire şunu da fısıldamadan etmez; çünkü der, her bilginin bir tarihi vardır (aşk gibi) ve biz, bu tarih içinde, gerçeğin tarihi ile iç içe geçeriz.
KEMİK, TAŞ, SU, AYNA
Asuman’ın Kemik İnadı’nda, ruhun, bedenle olan bu içiçeliğinin tarihini okuruz. Tarih, şiire hiç yabancı değildir: Bir şiir yazılmadan önce şaire, yazıldıktan sonra tarihe düşülmüş bir belgedir. Kemik İnadı, 90’lı yıllardan, 2000’li yıllara sarkan- uzayan bir tarihtir; bu tarihe bir çocuk gibi kanma, inanma, tanıklık etme vardır.
Kitabın temel sorunları başlıkta vurgulamaya çalıştığım gibi medeniyet ile bellektir. İkisi sorunsallaştırılmıştır. Kitabın temel dört imgesi vardır ama kemik ve taşa ayrı bir yer verilmiştir: “Kemiğin tozu” (s, 13), “kemiğin ağrısı” (s, 19), “kemikten ve diş izinden”, “kalsiyumsun kemikten önce” (s, 21), “kemiklerin arasında kemik kalana kadar” (s, 34), “kemik kemiğe” (s, 50), “kemiklerimizden başlasınlar kırmaya” (s, 56). Doğada taş ne ise, bedende kemik odur. Taş, toprak için ne ise, kemik et ve su için odur: “Dişi taşlar” (s, 17), “Üfle ruhunu taşa” (s, 20), “kapı eşiğinde bir taş” (s, 27), “Sıcak Taş” (s, 33), “taş sıcak” (s, 34), “ diptaşıyım” (s, 39), “gagataşları” (s, 46), “aytaşı” (s, 53). Kum ise hafıza ile iniltili olarak karşımıza çıkar. Nerde? “Hafızanın kumluklarında” (s, 20).,
Su ayıran ve birleştiren, hatırlatan, hayat veren ve öldürendir: “Suyu içmek yerine bardağa kemiriyorum” (s, 13), “dehlizlerinden bin yılların su sesi” (s, 18), “o zaman su yutsun beni” (s, 25), “su sulut kokacak” (s, 30), “suyun anlattıklarını dinleyen pars” (s, 33), “suyun gözü” (s, 39), “dalgın suyla” (s, 40), “suyun yıkanması” (s, 49). Su, bu kadardır diyebiliriz ama su etrafında yutma ve kuyu da (deniz dışında) boy verirler: “kendimi unuttuğum kuyu” (s, 36), “kuyunun yuttuğu ses” (s, 48), “yutma arzusu” (s, 49). Bütün bunları tümden olmazsa da gözleyen biri vardır ayna: “aynanın içine kaçmış sen” (s, 13), “kötülük aynalarda parlıyor” (s, 22), “Sevgilimin iç cebindeki ayna” (s, 36), “dikiz aynasının ucunda” (s, 45).
KİMSE’LER: İSİMLER, COĞRAFYA, RUH
Bu dört maddenin etrafında gelişen bir şiir bu; kimlik, hafıza, Kürtçe, Türkçe, miras, akıl, yas, orman, ağaç, intihar, kan, zaman, ölüm, öldürme gibi alt başlıklarda bu dört maddeye eşlik ederler. Kitap boyunca, isim olarak sevgili- sevilen kişi ve bazen Asuman’ın söylediği ben’le ben dışında birkaç kişiyle daha karşılaşırız: Flaubert, Passoa, Sylvıa, Cigerxwin ve Hrant.
Bu isimlerden son ikisi aşka, ölüme ve az biraz da zamanın jargonuna, savaşa; ilk üçü de intiharı imlerler. Temel çekirdek huzursuzluktur. Huzursuz bir kahraman (Bovary) yaratan Flubert ve Huzursuzluğun yazarı Passoa, ikisinin ortasında duran bir hikaye ile Sylvıa “yan bakışlarla” bizi gözler, kemiğin inadına davet ederler.
Yaşadığımız ülke, medeniyetin kırıldığı yer, ölüm ve öldürün ifadeleri ile karışlanmıştır. Burada “suyu yutarak” kendini ölüme bırakma yoktur; burada ölüm ile öldürüm iç içedir ve artık, bir gösteridir. Burada şair Türkçe konuşur, ama bu konuşma “yutkunma” (s, 17) biçiminde gelişir; bu kentte, bu ülkeye “sına yalnızlığımı” der; çünkü bu kent ile arasında dil dışında, ki o da yutkunma dışında bir fark yoktur; kalbi kentin insanlarının kalbi gibi sözden yapılmıştır ve bu kent kadar yalnızdır, kimse de bilmez, kimse hatırlamak da istemez “ötekine kimin eli ilk değdi.”
Çıkış yolları vardır, örneğin “taşa” ruh üflense, “aklın riyakar nefesinden” (s, 20) çıkılsa; birlikte şarkı söylense, herkes “karnında tepinen atların sesini” duysa ya da bin yıllardır mağaralarda bulunan sular; bu sulara insan gözlerini bıraksa, sorular büyük ihtimal yanıt bulacak, sorunlar çözülecektir ama, medeniyet kırılmıştır.
Foucault’un deyimi ile artık ya canımızı alma ya da yaşamamıza izin verme söz konusudur. İktidar bir yerde değildir, her yerdedir, evin içine, bir elin iki parmak arasına kadar sızmıştır; herkes bir yerde iktidara dönmüştür ve el koyma bir haktır, şeylere, zamana, bedene, yaşamın kendisine el koyma.
Bu evreni saran, bu evrenin dışına çıkış yolu da aşk ve intiharla aranır. Çünkü bu ikisi ile el koymaya karşı durulabilir, sınır çizilebilir. Bu mümkün olacak mıdır? İhtimal kipi- olasılık merkez bir nesne gibi şiirde yerini alır, olup biten belki de skolastik bir süreçler zinciridir ve bu süreçte ruhlar göz ardı edilmiş, sayılar temel amaca dönüşmüşlerdir, medeniyetin merkezi “leke” sanılmıştır.
Gerçekte insan, “ bir olanak hem olasılık”tır; izin verse- verilse, aşık, “ona doğru” çoğalacaktır. Bir tek şey ister, “yeter ki hareket edebileyim”; bu, hareketle, olasılık, sayılardan sıyrılacak, leke sanılan “dünyanın kirpiği” (s, 21) olacaktır.
Böylesi bir çember içersinde su ve ayna imgeleri soru sorma, yanıt bulmada mahir bir yerde durur, çakralarımızı açarlar. Su ve aynanın sınırları göz ile belirlenmiştir; akıp gitmeyi ve sürekli, istediğini sormayı ve yanıtı bulmayı önerirler.
Yanıt, Nerval’den ödünç alınan (Miras Yoksunu) kara güneştir; çünkü, ayna ve suya sorulan her soru doğru ama, içimizde kara bir lamba yakmaktan öteye geçmezler; tek kelime ile şaire ve okurlara düşen de, beklemektir: “aynanın içine kaçmış seni” beklemek; su yerine bardağı kemirmek ve bekledikçe, beklenene dönüşmek, sonra bu dönüşümden, kusurlu bir kendi elde etmek: “Kusur ben’miş”, “zordayım”, “bunu anla” diye bir yakarı ile kendini dile getirmek de yetmeyecektir; hatta, üstüne basa basa “kimlikler” demek ve peşi sıra kimlikler “kimsesizliktir” diye bir tanım türetilse bile şair- aşık artık “kimse” olmaktan, bir kimseye dönüşmekten öteye gitmeyecektir, “bir suçlu gibi elleri” terleyerek kendini ifade yerine ima edecektir.
Çünkü, biri kimliğini vurgular, diğeri kimliğini yırtar ve kimlik burada bir kişilik de bulmaz, karşı taraf yani sevilen “ayna” imgesiyle, açık bir şekilde narsistte dönmüştür. Milliyetçiliğin temel özelliği budur: Narsist olmak.
Bu medeniyet kırılmasında, bu narsist figür, kendini baştan çıkartır ve karşısındakini, bir “kimse”ye çevirir. Giderek, kusma ve yutkunma imgeleri ile ile de bu narsizm, karşı tarafın kendini ifade edememesi ile birlikte yerine oturur: “Kursağımda kalan seni yutkunabilsem” (s, 13). Kusamama ve yutkunma, karşı tarafa bir hak payesi gibi görülse de narsistin, mağduriyet ruhu ile ayakta kaldığı da açıktır. Aşağıda anacağım gibi narsist açık bir mel’una dönecektir.
Kimse, kitabın ilk şiiridir ve kitabı donatan, kemik, su ve ayna ile de bu şiir, diğerlerine bir “önsöz” niteliği taşır; diğer şiirlerden bir farkı da soru barındırmış olmasıdır. Bu şiirde örtülü olarak dikkatimize çeken “hümanist” ile “narsist”in aşkı, medeniyetin ya da bu gün, içinde olduğumuz ve tümden bir yas haline dönüşen barbarlığın arka bahçesini verir: Ayna ve su zaten göstermekle kalmazlar, kimi zaman saklarlar da.
Tıpkı, göz gibidirler; görürüz ve bir süre sonra gördüklerimizi, bir kenara kaydederiz, sonra da bunu banyo yapıp, ruhumuzun rüya kartlarına basarız. Kimse’de anlatıcı, bize narsist birini verir, gösterir, gösterirken “zordayım” dese de yakarı ve yüceltme iç içe geçer; burada, söylemek gerek Cigerxwin, şairin bilmediği bir isim ama karşı taraf için bir ülküdür. Bir çiçeğe dönüşme ile ülkü aynıdır. Çıkış kapılarının üstü ayrılıkla işaretlenmiştir.
Bir de nesne belirir: Jilet. Konumlanan yer, yoldur. Buraya Selvi Boylum Al Yazmalım filminin müziğini ekleyebiliriz. Ayrılık, ayna üzerinden tarif edilmiştir; harelenme, hararet vardır, başa düşen omuz, et ve kemik lisanını kaybetmiştir, katılaşmıştır her şey, taş bile değildir; ne kadar gidilirse gidilsin, yol, gidişin sevinci değil, jiletin kesik izleri ile dolmuş, sona ermiştir.
Mahalle baskısı vardır: Caminin elifi, ahşap iskemleler, taşra, uzak bakışlar vs. Bir yere doğru gidilse de, bir yön yoktur ve iki sevgili, yol boyunca, “sessize alınmış” iki telefon gibidir. Bugünün hali değildir, Flaubert’ten beri bu böyledir; Bovary, dünyanın her yerine dağılmıştır; kimse olandır, kimseye dönüşendir o…
Flaubert’in sesini bir süre önce duymuşuzdur. Kitabın, Sylvıa (s, 35) adlı şiirinde, doğrudan Sylvıa Plath ifade edilse, kendisi ve Plath arasında bir koşutluk sağlansa da amaç tektir: Prova. Ölümün Provası. Buna meydan veren aynadır. Bu sefer kimse, sevgilinin, iç cebindeki aynadır; her ne kadar, “o taşısaydı her yere beni” dese de, bir kayıp, bir kendini unutma söz konusudur.
Benzer ile de kurulan köprü, bir cesaret köprüsü, sıkı bir muhasebe defteri gibi tutulur. Ezberlenen tekrarlanır. Her tekrar kendini büyülemek, görmek içindir. Sylvıa kendini “yakarken”(belki de yakar ve kendini aydınlatırken), o “ yıkılmayı” tercih etmiştir; kendini suya bırakan Ofelya da değildir, suyun aksi olamaz, bunun yerine yekpare bir düzlüğü tercih eder; burada deli ile meczup arasında olan birinin (budala) ruh halini kuşanır, bir şenlik yaşar…
Kitabın merkez şiirlerinden biri Ücra’da bu serimlenir. Ücra, bir soru ile başlar: “en ücra sen misin bana” (s, 19). Deminden beri vurgulamaya çalıştığım kimse’lik hal, burada biraz daha ete kemiğe bürünür. Şair, bir anlatıcı kimliği ile, ücrayı- uzağı anlatır. Dil ile bir ayrılık söz konusu değildir; sorun dil değil, susmaktır.
Susmak, bir eylem ya da tavır da değildir, aklı karıştıran bir imdir. Estetik değeri yoktur. Şairin bildirisi susmadır ama dil ile değil, sahici olana doğru olan bir susma: Gözle/ gözde susma. Angela Novus gibi, son bakışta susma. Kimse’yi varlık kabul edip, idrak eden, kemiğin ağrısını, etten sıyrılmasını, bütün sezgi kapılarını açık tutarak susma… Sonrası Utanç’ta anlatıldığı gibidir; ne kefaret aranır, ne de merhamet, sonrası, “yarığı su toplaması”dır (s, 70).
AĞAÇ, PARS, ORMAN
Her şair kendince bir doğa oluşturur. Bu onun evrenidir. Kemik İnadı’nda en fazla ağaca rastlarız. Ağaçlar, kendilerini çevreleyen her şeyin ustasıdırlar. Onlara hayatı öğretirler; hayat, yer ile gök arasındaki bilmecedir ve ağacın her bir dalı, bir bilgelik sütunudur.
Asuman, ağaçlara bir şaman gibi yaklaşır. Sarılar onlara: “Gidip sarılacağım akağaca” (s, 29). Kendini onlara vererek sesini duyar. Ait olduğu yeri görür. Ölüm denen ürperti geçer üzerinden ve nerde istersek, orada terk edebiliriz onları ama onlar, bizi, oldukları yerde hep beklerler; o’da, sevgili de bir ağaçtır, şaman, öper onu alnından. Çünkü “çakılmadan dibe vuracak biri” değildir, dahası, şair, “kimsenin bildiği” değildir. “Suyun anlattıklarını dinleyen bir pars”tır; belki birileri ona “barbar” diyeceklerdir, sonunda, herkes kemik kalacaktır…
1- Yazının başlığı Asuman Susam’ın (Kemik İnadı, Can yay., İstanbul, 2015) kitabından alında. Alıntılar, bu kitaptandır. “Medeniyet kırılması” (s, 14), “suyan anlattıklarını dinleyen pars” (s, 33)…