Müslüm Yücel: Ayasofya camii değildir, kilise de değildir

Yazarlar

Ayasofya İstanbul’un en önemli mühürlerinden biridir. Bütün dünya mimarisine hayrandır. En büyük mimarımız Mimar Sinan bu yapıyı yıllarca incelemiş ve ondan feyiz alarak kimi camiiler yapmıştır: Süleymaniye Camii ilk akla gelendir.

Sinan, ayrıca Ayasofya’nın ayakta kalması için payandalarla yapıyı desteklemiştir. Ayasofya’nın bugüne gelmesinde Sinan’ın rolü küçümsenemez.  

Ayasofya hiçbir zaman ulaşılır değildir ve her büyük yapıda ancak taklit edilmiştir. Bu ulaşılmazlıktan dolayı Ayasofya bir kul yapısı olarak değil de, daha çok bir “Allah yapısı” olarak anılmış ve bu konuda pek çok efsane üretilmiştir.

Türklerin, İstanbul’u almasıyla bu efsanelere Türk/ Arap formu efsanelerde eklenmiştir. Örneğin, kubbe çöker, bir türlü tutmaz, Muhammet’in barı (tükürük) ile harç karılır. 

Kilisenin cami, caminin kilise yapılması yeni değildir; bu, dini devletlerin (teokratik) sıkça başvurdukları bir yöntemdir. Din devletlerinde, siyasal bir otorite yoktur, her ne kadar partiler seçimle başa gelse de gelen her parti dini otoriteye uymak ve onun isteklerini yerine getirmek zorundadır.

Din devleti, tanrı devleti ya da tanrının krallığı olarak tanımlanırdı. Yahudilerde bu, ilahi esindi, İslam için bu ilahi nizamdır, Hıristiyanlar için papazların hükümeti olarak karşılanır.

Osmanlı’da devlet işlerinden ulema sorumluydu. Ulema fıkıh ve şeriat (hukuk) bilir ve bu bildiklerini uygulardı. Din devletleri denilince akla bugün pek çok ülke geliyor. Vatikan, Suudi Arabistan, İran ilk akla gelenlerdir. Buna Türkiye’yi de ekleyebiliriz.

Bu, bugünün bilgisini hiçbir koşulda içermez; ne Osmanlı ne Türkiye demokrattı; artık dünyada demokrasi diye bir şey de yoktur. Osmanlı, şeriat devletiydi. Cumhuriyet’in kuruluşu da laik değildir, tek partidir; daha sonraki zaman diliminde demokratik koşullar söz konusu değildi, sadece başka partilerin kurulmasına “izin” verildi.

Devlet- parti, parti devleti bizim siyasal kültürümüzdür. Kendi adıma bunu kabul ediyorum. Bütün partilerde artık seçilecek olanların listesi vardır ve bu listeyi birileri sunar, halkta sadece uyar ve sonra uyur. Hangi parti başa geçse, tek parti olmuştur ve hukuk da, eğitim de sağlık da fiili olarak partinin organları haline gelir. Bu partilerde ideolojinin hiçbir önemi yoktur, lider ve onun meşruiyeti vardır.

Arap ülkelerindeki Baas partileri ilk akla gelenlerdir. Saddam Hüseyin, Hafız Esat, Kadafi halkın yüzde doksanın onayıyla başa gelirlerdi. Saddam en fazla oyu Kürtlerden alırdı ve sırasında Kürt kıyafetleri giyer, ben Selahattin Eyubi’yim derdi.

Kimi zaman bu partiler, kapsayıcı gibi görülürler ama bu “demokrat” halleri uzun sürmez, müdahale de gecikmez. Dinde tek partili yönetimlerin ayakta kalma biçimi ve güç gösterilerinin en önemli yeridir. Burada liderler, dini de halkı da temsil ederler. Bu liderler, demin vurguladığım gibi diğer lider ve partilere ancak “izin” verirler, kendilerine yararlı bir hale getirirler. Bu yarar yoksa bir kenara atarlar.

Bugün HDP’nin içinde olduğu hal böylesine trajiktir. HDP hem iktidar, hem muhalefet için “izin verilen” ve hatta, izin verildiği kadar faaliyet yürütebilen bir partidir. Aksi durumlarda hem iktidar partisi, hem de muhalefet partisi tarafından dışlanır, üye, yöneticileri tutuklanır.

Bu asla bugünün bilgisi de değildir; Osmanlı ve daha sonraki Cumhuriyet için de böyleydi. Türkiye, kimi koalisyonlar dışında hep tek partiyle yönetilmiş ve toplum da hiç kendimizi abartmaya gerek yok, bunu sevmiş, beğenmiş desteklemiştir.

Mustafa Kemal’in “ezanı Türkçe” okutması laik bir söylem değildir; dinin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır. 

Ayasofya üzerinden bunu okursak, tek gördüğüm şudur: AKP buna karar vermiş ve diğer siyasi partiler desteklemişlerdir. Muharrem İnce, açık bir davet bekliyor, “namaz kılarım” diyor; bu şu demektir, seninle aynı fikirdeyim.

Davutoğlu ve Babacan, AKP’yi kutluyorlar. İyi parti, bununla gurur duyuyor. AKP bugün, Ayasofya bahsinde, bütün partilerin çatısı olduğunu bir kez daha belgelemiştir ve bütün partiler, aslında tek parti olduklarını bir kez daha söylemişlerdir.

Edebiyat üzerinden de bu “tek parti” okunabilir; şair olmayan ve şiirleri bildiriden öteye geçmeyen, aşkı ve kimi ruhsal hallerini de ideolojilerine katık eden Necip Fazıl ve Nazım Hikmet’te Ayasofya için bir araya gelmiş ve aynı paydada birleşmişlerdir. Bu ikisini bir araya getiren, Türk ve İslam düşüncesidir.

Ne Necip Fazıl entelektüel, ne de Nazım Hikmet sosyalisttir. Ayasofya’nın camii olmasıyla ilgili karar açıklandığı zaman iki şairden feyiz alınması da tek parti ruhuna son derece uygundur.

Açıkça, talebe bağlı bir açılış değil, bir koalisyon söz konusudur. Bunda da gocunacak bir şey yoktur. 

Camilerin kilise, kiliselerin camii yapılması bitmeyen Haçlı Savaş’ından bu yana her zaman günceldir. Üç tek tanrılı din, hala varlığını bu şekilde korurlar. Meselenin kanla sürdüğü yer olarak İsrail ve Filistin, siyasal olarak Kıbrıs, dikkat çekicidir. Her din bir diğer dinin ibadet yerlerini hala “kılıç hakkı” ya da sapan taşı olarak görüyor.  

Kıbrıs’ın en büyük ikinci camisi olarak anılan Lala Mustafa Camii, eski bir katedraldi; Aziz Nicola Katedrali. Lefkoşa’daki Selimiye camii, kiliseden camiye çevrilmiştir. Bunlar ilk akla gelen örneklerdir. 

Türkiye’nin her vilayettin de benzer durumlar vardır. Örneğin Adana’da Yağ Camii, güzel bir kiliseydi, hala güzeldir, camii oldu. Urfa’daki tarihi Selahattin-i Eyubi Camii en eski Ermeni kiliselerindendi; bu yapının en büyük özelliği kırmızı mermer sütunlarıdır, eşi benzeri yoktur.

Kars’ın simgelerinden biri olan Kümbet Camii yine Ermeni kilisesidir. Trabzon’daki, Meryem Ana, camiye çevrilmiş kiliselerdendir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kiliseye çevrilmiş önemli camiiler de vardır; İspanya/ Kordoba Camii ve Sofya’daki Kara Camii, yine kilise olmuşlardır. 

Türkiye’nin en büyük kentti İstanbul’da kiliseden camiye çevrilmiş onlarca yer vardır: Koca Mustafa Paşa Camii (Aya Andrea Enti Krisi), Fethiye Camii (Pammakaristos), Fenari İsa Camii (Lips Manastırı), Zeyrek Camii (Pantokrator), Vefa Camii (Ayios Teodoros), Gül Camii ( Ayia Teodosia), İmrahor Camii (Aya İoannes Prodomos) ve Arap Camii, burası eski bir katedraldi. 

Ancak Ayasofya’yı ve Arap Camii’ni bunlardan ayıran bir yan vardır. Arap Camii, her ne kadar katedral ve sonra camii olarak biliniyorsa da aslında çok eski bir pagan tapınağıdır ve bu tapınağın bir ucu Galata’ya dayanır.

Ayasofya ve Yerebatan Sarnıç’ı ise yalnızca Bizans için önemli değillerdi; Keltler ve Vikingler buraya gelir, ibadetlerini yapardı. Yine başka dini guruplar içinde buralar ilginç değil- bizim bilmediğimiz bir dünyanın enerji merkezleriydiler. 

Ayasofya gördüğümüz kadarıyla üç tek tanrılı dinin temsilleriyle doludur. Yahudilikten dolayı ilk aklımıza gelen kerubimlerdir. Bunlar olağanüstüdür ve biz nerden bakarsak bakalım bu melekler bize bakarlar, onların üstünü örtmek, kazımak mümkün değildir, garip bir enerjileri vardır ve insanı çekerler.

Oraya gidip de onlarla göz göze gelmeyen kimse yoktur. Hıristiyanlar için buranın önemi, İsa ve Meryem tasvirleridir. Müslümanlar için de burası fetih surelerine uygun, Fatih tarafından fethedilmiştir. İstanbul’u fetheden sultana İslam peygamberi Muhammet de işaret etmiştir.

Fatih’in İstanbul’a gelişi ve burada konum alışı öyle şimdi filmlerdeki gibi poetik değildir. Burasını inancı gereği camii yapmış, hatta Müslümanlar için camii ihtiyacını burasıyla gidermiştir. Sonra da bütün Osmanlı geleneği Ayasofya’yı aşmak/ ulaşmak üzere kurulmuştur.

Bilinir, varlık sorunu, en iyi mimari eserler üzerinden okunur ve Ayasofya’da milliyetçi söylemlerin bir örneği olarak sunulur. Arada Kürt ve Laz gibi kimi halklara haklar (Birinci Meclis) tanınsa da Ayasofya, Türk ve İslam olarak kurulan devletin gövde gösterisidir.

Kimleri yendiği değil, neleri kazandığının en önemli göstergesidir. Mustafa Kemal, burayı batılılaşma üzerinden okumuştur ama sonraki yıllarda halk- halklar ve demokrasi talepleri artınca, 50’li yıllarda Türkçe ezan tekrar dile getirilmiş, ülke elden gidiyor edebiyatı yüksek sesle dile getirilmiş, fetihçi ruhun yeniden canlanması için Ayasofya, bir Türk’ün neleri aldığının mührü olarak güncellenmiştir.

Türk İnkılap Tarihi’nin yeksan ettiği Osmanlılar, Türk ve Osmanlı olarak yeniden ateşlenmiştir. Bu, anti- Kemalist bir dalga olarak tarihte yerini almıştır. Buna göre, Ayasofya’nın müze olmasıyla, altı yüzyıllık Osmanlı/ Türk ruhu (akın) aşağılanmıştır.

Müze, Mustafa Kemal’in fikriyatında Türk ve Müslüman demekti, Kadir Gecesi burada Kuran’ın Türkçe okunması da bir işaretti ve Batı, buna evet diyecekti. Daha sonra bu milli dava olarak siyasallaşacaktı.

Şimdi, Ayasofya iki şey sunuyor; birincisi Batı’yla bir muhasebe, artık bir muharebe olarak dikkat çekiyor, kazandık ve burası tekrar camii oldu denilerek de inanılmaz bir milli gurur inşa edilmiş- tamamlanmış oluyor. Batı’ya karşı, fetih, cihat son hamlesini yapıyor ve artık kazanmışta oluyor. 

Ayasofya, ne olursa olsun değerini kaybetmez. Çünkü kökleri tek tanrılı dinlerle sınırlı değildir. Tek tanrılı dinler ancak burayı ihtiyaçları doğrultusunda değerlendirebilirler. Yoksa, buradaki enerjiler yok edilemez. Birkaç örnek vermem gerekirse…

Ayasofya’daki en ilginç tasvirler mermer üzerinde görülmektedir. Bunlar kimi kitaplardan bildiğimiz şeytan tasvirlerini anıştırır. Toplam dokuz tane vardır. Elbette ki bunları görmek, hissetmek elbette bakışla ilgidir ama bunlar görmüyoruz diye göz ardı da edilemezler.

Çünkü bunlardan dolayı Ayasofya’nın aurası hiçbir zaman değişime elverişli olmamıştır. Yine orada sırlı, dünyamızın pek alamayacağı enerjiler vardır ve bu enerjiler öyle yenilir yutulur cinsten değillerdir.

Şeytan figürlerinin yanında yine Meryem Ana figürleri vardır, bunlar da yıllardır, inananlar için büyük değer taşıyorlar. Aziz figürleri var… İşin tuhaf yanı, bunlar elle çizilmiş değiller; bunlar, mermerde gizli bir elle belirtilmişlerdir. Ayasofya’da bizim bilmediğimiz pek çok boyut kapısı vardır; bilimsel olarak elbette bunların karşılığı yoktur ama inanan kimseler için bu kapılar dokunulmazlar. 

Camii olarak buranın kullanıma açılması bahsinde bunlar düşünülmüştür. Resimler ışıkla ya da benzer bir şeyle kapatılacaktır. 

Bunun yanında Ayasofya’nın Kürt ve Türk tarihi açısından önemi vardır. Kürtler sekizinci yüzyıldan beri İstanbul’a gelmişlerdir. Kürtlerin eski inançlarından biri olan Yezidilerin kimi kavillerinde Ayasofya geçer:  Konstantin’in tahtı Sultan Ezdi’nin eline geçer. Cudi dağından getirilen “kutsal ağaçlarla” yapılmış kapı ve kabartmalardan da söz edilir.

Bunları zenginlik olarak algılıyorum, umarım bu zenginlik artar. Ayasofya, kilise değildir, kilise öncesi pagan inançların merkezidir; tek tanrılı dinler bağlamında bir yapı diğer bir yapının yerine geçer ve hatta, bu herkes tarafından kabul edilir ama tek tanrılı dinler öncesi zaman da enerjiler hiçbir zaman değişmez, yer de değiştirmezler, çünkü uzam ve uzama bağlı mekan değil, zaman öne çıkar hep ve değişmez…

Bir olana, üç, beş, yedi, dokuz diyebiliriz ama bu bir olanın birliğine bir zarar vermez, biliriz ki gerçek sayılar, birden dörde kadardır, sonraki sayılar, bizim birden dörde kadar olana biçim vermemizdir. Dört, çatıdır. Hiç bozulmaz. Zarar dediğimiz politiktir, zaman dediğimizse bozulmayandır, yüceliklere sığmaz. Amaç zarar vermekse, herkes açıktır ama zamana gücümüz yetmez…

İlginizi Çekebilir

Hakan Tahmaz: Ayasofya, Osmanlı Türkçülüğü
Muhittin Beyaz: Uygarlıkta Kadın Olmak                  

Öne Çıkanlar