Müslüm Yücel: Balzac, Dıckens ve Gelecek! 

Yazarlar

Balzac ve Dıckens’in bütün kitapları güzeldir ama beni etkileyen şu aralar bu iki yazarın, gözden ırak iki romadır; Balzac’ın Louis Lambert,  Charles Dickens’ın Bir Noel Şarkısı. Bu iki romanda garip bir şekilde şimdi (Louis Lambert) ve geleceği (Bir Noel Şarkısı) okudum…  

Gelecek, umut, beklenti ve hayal kadar tehlikeli bir şey: Gelmemiş olan, yaşanacak zaman, bir avuntu halesi ama kesin var olacak, basit, sıradan bir ışık konisi: Yani bu, karanlık bir şey ve onu, kıymetli kılan bugünün aydınlığı ki bu aydınlıkta aniden geliyor; aniden geleni merak ediyoruz, fala bakıyoruz, saate bakıyoruz, tahminler yürütüyoruz, kutsal kitapların ayetlerine sığınıyoruz, merakımız kışkırtıyor bizi… Adına da gelecek diyoruz.  

Sorun şu: “Gelecek” diye bildiğimiz, aslında kandırıldığımız bir şeydir; başımıza gelecek olanın yanlış, bugün yaşadıklarımızın da gerçek olduğunu söylemekten başka bir şey değildir gelecek…  

Gelecek yok ve gelip de bizi kurtaracak biri de yoktur. Bu yüzden Allah büyük bir çekim merkezidir ve biriyle konuşma derdinden bizi kurtardığı için de ona minnettarız. Şu dünyada ondan başka kiminle konuşacağız, kim yaptığımız, yapmadığımız, kim içimizi, dışımızı bilir? Yanıt kısadır: O.  

Onunla en çok kim konuştu? Elbette Dostoyevski? Kendisi için mi konuştu yoksa başka insanlar için mi? Başka insanlar dediğim, geleceği olmayan insanlardı. Gelecek bir gerçekte değil; gelecek, yanılgı; yalnızca saatler var, üstelik kanlı, canlı saatlerdir bunlar, olasılıktan yoksun ve kesinlik bildiriyorlar hep…  

Saatlerle uyanırız, saatlerle uyuyoruz ve bizim uyandığımız ve uyandığımız zamanda olmadığını fark ettiğimiz tek şey de hayat oluyor; hayatta mutsuz eden bir şey. Kadın ve erkek, mutsuz kimselerdir, bir araya geldiklerinde, eğer gerçekten mutlu ve huzurlularsa, neden bu kadar çok çocuk, bu kadar çok savaş var? Sinsi ve hain olmayan şunun şurasında kaç kişi var… İlk sırrımızı dostumuza söylemiyorsak, dost diye bir şey var mıdır gerçekten? Yoksa dost dediğimiz aslında düşmanımız mıdır? Bir madalyon mu taşıyoruz yanımızda? Ölmüş insanların, ihanet etmiş sevgililerin ve dostlara verdiğimiz ad, neden öyleyse hep şeytan olmuştur… Allah’la başlayan bir hikâyedir belki bu ama işin aslını azda olsa burada bırakmamakta gereklidir; eğer bu doğruysa, şeytan adıyla bir ittifak söz konusuysa asla ikinci kez yaşama hakkı olmamalıdır, ikinci kez onlara güvenmemeliyiz. Nedeni basit, ikinci diye bir şey yoktur.  

Bu yüzden midir, kurduğumuz hayallere gelecek diyoruz ve işi saatlere bile bırakmıyoruz… Bir saat, diğerinin tekrarıdır… En akıllı olanımız, bir gün bir köşede kulağımıza bir sırrını fısıldadı, dedi, “ben bu ülkeye kral olacağım…” Duyduk bunu, güldük, hatta ileri gittik, deli dedik ona; çünkü bizim böyle bir hayalimiz yoktu, böyle bir hayal kuracak aklımızda yoktu. Kral olup halka karışan bir sürü hikâye (İbrahim Ethem, Dördüncü Murat vs) biliyorduk ama içimizden biri bunu söyleyince, deli dedik… O hayal kuran, o geleceği düşünene “deli” dedik işte, deli. Ne de olsa biz, akıllı kimselerdik, böylesi bir hayal aklımızla bizi karşı karşıya getirirdi ve bunu biz yaparsak, ne olurdu? Bunu göze alamazdık…Büyük denetim, büyük yük, küçük bir hayattı tek derdimiz.    

Gerçekten yaşıyor muyuz? Eskiler, hatta kimi eski dinler, o çok sevdiğimiz atalarımızın ruhunun hayvanlara geçtiğini söylüyorlardı. Güzeldi. Kuş donunda yaşamak, ne kadar da fantastiktir. Ama bu hayvanı kesip biçtiğimizde, avladığımız da düşündüğümüz tek şey, şu andı, şu saatti. Şu saat, midemizdir… İki boru arasında geçirdiğimiz o mutlu ana da hayat diyoruz işte, hayat; gelecek demiyoruz, hayat!  

Soru şu, kim sevdiği kimseyle aynı kişi olabilir ya da bunun cesaretini gösterebilir? Aynı kişiysek, bu kadar gürültüye ne gerek vardı; ben, sensem, niye hep bir bizden söz ediliyor…  

Şark formunda bir bahçenin hikâyesiyle bir şeyler söyleyebilir miyim? Bu bahçenin bir de bahçıvanı vardır. Şairle bahçıvan güllerden konuşuyorlar. Bahçıvanın bir hikâyesi vardır. Bir zamanlar bu köşkün, bu bahçenin sahibidir, dünyalar kadar sevdiği, âşık olduğu kadınla da burada yaşar, mutludurlar. Günün birinde kadın hastalanır; efendi, her bir yerde çareler arar. Doktorlar “çare yok” der. Efendi kendini hadım eder, karısına, “senin olmadığın bir hayata, bende olmayacağım” der. Böylesi bir aşk karşısında şairler kalemlerini kırarlar. Bir zaman geçer, kadın iyileşir; sanki yılanla, keçi sütü bir araya gelmiştir. Bir zaman sonra kadının canı şiir değil, beden zeker; bahçıvanla mesai eder. Şair sorar, hikâyenin sonu! Efendi yanıt verir: “Bahçıvan efendimdir şimdi, bende köksüz bir çiçeğim işte…”  

Acı ve bilgi aynı kökten mi gelir? Belki. Bellek, bir hortlak mıdır? Belki. Efendi ve kadın, sonra bunlara eklenen bahçıvan ve onların izleyeni şair, geleceklerini, belleklerini harcayarak mı bir yere geldiler… Bilemem. Bu hikâye niye anlatılır? Hikâyenin amacı da güvenme mi, ihanet mi, aşk mı, sadakat mi, yoksa bir enayinin hayat hikâyesi mi? Bir Fars egzotizmi mi? Dinlenmek için mi uydurulmuş bu hikâye? Yazı nedir, sevilmek isteği mi? sahiden sevmek mi?  

Louis Lambert’e gelebiliriz her halde! Bu romanda biz yoktur, ben vardır, bu ben yalnızca düş ve düşünceler dünyasında yaşar. Günün birinde âşık olur bu ben, düşüncelerine bir zırh bulmuştur ve buna aşk demiştir belki, uygulama alanı da nişandır. Düşüncelerine artık teni de eklenmiştir. Heyecanlıdır, nişanlısını sever, mektup yazar ama düğün yaklaşınca bir anda dış dünyayla ilgisini keser, hiçbir şey istemez. Düşünceleri kararır, onca şehvet yüklü mektubun sanki sahibi değildir… Erkeklik krizleri tutar, iktidarsızlıktan korkar ve bu korku o kadar ileri gider ki, çubuğu fazlalık gibi yaşar bedeninde, doktorlar, çare bulamaz ve o da çok diretmez, bir kır evine kapatır kendini, bugüne kadar yazdıklarında “benim nişanlım, benim karım, benim sevgilim” diyen adam gitmiştir; sadece, ben kalmıştır, im yoktur…  

Kitabın sonlarına doğru, anlarız, bu adam genç ölecektir ama ölmeden önce, iki şeyi fark etmiştir; sayılar: Üç ve yedinin farkına varmıştır…  

1946 yılının güzelim Türkçesine göre çevrilmiş olan roman da üç, “yaratılmış alemlerin alameti, muhiti dairenin de maddi işaretidir… İki üreme sayısıdır. Üç varlık sayısıdır, hem üremeyi, hem mahsulü ifade eder. Yedi, göğün işaretidir, Tanrı bunun üzerindedir, birdir…”  

Lambert, 28 yaşında ölür… Balzac, onun gururla kendini yok ettiğini düşünür ve hala bir kadınla erkeğin geleceğine olan imanını dile getirir ama gerçekten de kaçar; genç kadın, ölen nişanlısı için, bir an önce ölmeyi ve ona kavuşmayı arzulamayacaktır. Ölenle ölünmez. Böyle denir. Bu yüzden, pek çok romanda ayrılık sahneleri zayıftır, çünkü biri diğerinin hayatından çıkmamıştır, ölmüştür. Ayrılık acısı da bir yas sürecidir. Balzac, yas sürecinde kadını acıyla az terbiye eder, bir beklentiler listesi ekler: Aynı mezarlığa gömülmek gibi… Bu da olmaz elbette. Nedeni, gelecek yoktur. Acılı aşıklar, nihayetinde, ölenin yerine, ona benzeyen birini bulurlar, geleceğin, öte tarafta bir olmanın, aynı mezarda bir arada olmanın bir anlamı yoktur, şimdi önemlidir, şimdi, tendir.  

Dickens ve Balzac arasındaki temel fark, Dıckens’ın armağan olarak Bir Noel Şarkısı’nı sunmasıdır. Öte yandan romanın yazılış nedeni, yazarın borçlarıdır, para kaygısıyla yazmıştır; çoksatar romanın bütün özellikleri romanda vardır ve gelecekte çoksatar bir şeydir! Dickens, bu romanla borçlarını kapatır.  

Romanın kahramanı Scooge’e gelince, cimri bir adamdır. Romanın ilk sayfalarında da bu cimri adamı tanırız; bu adam, sivri burnunu kanca gibi büken, çelikle vurulduğunda bile bir kıvılcım çıkartmayan çakmaktaşı sertliğindedir; dilenciler onun sadaka vermesini beklemez, çocuklar saati sormaz, bir kadın ya da erkek adres sormaya korkar. Öyle pis bir adamdır ki körlerin köpekleri bile onu tanır, sahiplerini sakınırlar. İşte bu adamın geçmişte bir ortağı da vardır: Marley, ölmüştür ve şimdi, ruhu, yedi yıl sonra birden etrafını sarmıştır… Marley’le ne işler yapmamışlardır ki? Tefecilik, en hafif olanıdır. Marley, üç hayaletin haberini verir: Geçmiş, gelecek ve şimdi (Hayalet bahsi ve Hamlet, elbette burada can alıcıdır ama konu çok uzayacaktır ki amacım sadece yazı yazmaktır). Marley, vicdan azabadır.  

Scooge’de zincirlenmiş bir halde hisseder kendini, öyle görünür; zincirler çekler, senetler, yalanlar, iftiralar ve sahtekârlıklardır. İlk hayalet karşısında dizlerinin bağı çözülür, geçmişin ağır gölgeleri vardır, “yaşananlar yaşandı” diye bir şey yoktur ve bundan söz edilemeyeceğini söyler… İkinci hayalet, dünyada ömrü kısa olandır; çocuklardır; kimi ortalıkta kalmışlardır, oğlanın adı Sefalet, kızın adı Cehalettir. Üçüncü hayalet, bir mezar sahnesi gösterir, burada bir mezar taşı vardır, taşın üstünde şu yazılıdır: Scooge!  

Elbette yazarımız, kahramanı gibi mutlu bir son ister. Scooge, uyandığında bu ruhların rehberliğinde kuşanır; ilk yaptığı iş, perdeleri açmaktır, ilk duyduğu ses, kilisenin çan sesidir, ikincisi çocuk sesidir; şimdi ve gelecektir bunlar. Dışarı çıkar, bir çocukla karşılaşır. Çocuğa bir hindi alır. Çocuk inanmaz buna ama alır. Bir armağanla bir şeyler silinmiştir. İnsanlar ona selam verir, o insanlara selam verir. Gülümserler. Kiliseye gider, iman tazeler, dua eder. Dilencilere para verir, hallerine ağlar. Geçmişi itinayla sildiğinden geleceğin, iyi babası da olur, yeni bir yıl geliyordur; dert, şimdidir…  

Bir de mesel, Agemben anlatıyor, Atinalılar arasında, filozof olarak görünmek isteyen birine sıkı bir dayak atmak adettendi; bu kişi sabır içinde dayağa katlanabilirse, filozof olarak görülebilirdi. Bir keresinde, onca dayağa katlanıp tüm darbeleri sessizce karşılamış biri şöyle haykırmıştı: “O zaman filozof olarak anılmaya layığım ben…” Ama hemen ardından şu haklı cevap gelmişti: “Öyle olacaktın, eğer sessiz kalsaydın…”  

Dickens, hala çok satıyor, Balzac, hala sessiz… Şimdiyi yaşayanlar haklı, bize gelecek vaat ediyorlar… Dostoyevski arada kalıyor, geçmiş mi, o kişisel bir mesele…     

İlginizi Çekebilir

Arzu Yılmaz: ‘Kelle’ Pazarlığı…
Behice Feride Demir: Makalenin Makalesi

Öne Çıkanlar