Allah insanı kazadan beladan korusun. Bir aksaklığı ifade etme, haklı olmak işe yaramıyor. Bir gün içinde yaşadığım, gördüğüm haksızlıklar bir ömre bedeldir. Üç gün önce (22 Şubat), mahallemizdeki Carrefour’dan, bir elektrikli tıraş makinesi satın aldım. İlk gün makineyi denemedim, ikinci gün hastaneye gittim, aynı günün akşamı tıraş olmak istedim ama makineyi yüzüme vurunca, makinenin bozuk olduğunu anladım; yüzümü kesti, kan aktı. Bende, bir gün sonra makineyi iade etmek için Carrefour’a gittim. Kasiyer “ben bir şey yapamam” dedi. Anons etti, müdür yardımcısı geldi. “Yapabileceğim bir şey yok” dedi. “Tamam” dedim. Bir başka yetkili aradım. Müdür geldi. Müdür, benden fiş istedi. Genelde, alış veriş yaptıktan sonra, Carrefour’un çıkışında duran ve içi fiş dolu kutuya fişleri atarım.
O gün de fişi atmıştım ama kredi kartıyla ödediğim için, tarih ve saat belliydi. “Müdür bankaya git, tam saati öğren, öğle gel” dedi. Bankaya gittim. Millet sırada. Kapı önüne kürsü atmışlar. İçeri insanlar birden alınmıyor. Pandemi tedbirleri. Derken, bir kadın, “Kürtçe bilen biri var mı” dedi. Kadının sesine banka memuru yetişti, “Kadının dilinden anlayan var mı?” “Ben Kürtçe biliyorum” dedim. Meseleye dâhil oldum. Kadının adına para gelmiş ama imza atmasını bilmediğin parasını/ hakkını alamıyor. Bunları tercüme ettim. Ama sonra başka bir sorun gündeme geldi: Kadın imza atmasını biliyor ama adını yazamıyor. Memur, “adını yazamıyorsa, işlem yapamayız” dedi. Kadının kocası yok, biriyle telefonla konuşuyor ama sanırım o da çok uzaktı. Anladığım kadarıyla, bir hastası vardı, gözleri iyi görmeyen biri.
Ben yardımcı olayım dedim, memur olmaz dedi. Türkçe bilmiyordu, okuma yazması yoktu, imza atmasını göz kararı bilse bile kadın, adını yazamadığından ona gelen parayı alamıyordu. Bu kadın ne yapacaktı? Kadına kimlik kartını verdiler, lütfen sıradaki… Üstelik yetkili falan yoktu. Güvenlik görevlisi bir müdür gibi konuşuyordu.
Normal bir ülkede, bu kadın baş tacı edilirdi. Okuma yazması yok, dili var ama okuma yazması yok diye saygıyla beslenirdi, yardım için, memurlar koşardı ama Türkiye’de kadının muhatabı güvenlik görevlisiydi. Almanya’da her hastanede Türkler için bir memur bulunur. Yandığım nokta. Benim okuma yazma bilmemin de bir anlamı yoktu. O bilecekti… O Türkçe bilmediğinden işlemleri yapılmayacak olandı, o işlem yapılmadığından, sıradakini meşgul edendi, bu kadardı. Ben de bir şey yapamıyordum, bir tek bana, Allah’a sığınmak kalıyordu; Allah’ım beni, kendini bilmezlerin terbiyesiyle terbiye etme… Canım yanıyordu, hastaydım, anamın sütüne bu kadar uzak düştüğümden utanıyordum.
Üstelik uzatsam, suç olacaktı. Bu ülkede Türkçe dışındaki dilleri yok saymak gibi bir kültür vardı. Kadın belki açtı, gelen parayla karnını doyuracaktı… Ama kadın, kendini, Türkçe ifade edemediği için, elleri boştu, “oğlum, yavrum, yardım” diyebiliyordu yalnızca. Bu banka en fazla dilin ve kültürün yaşandığı bir mahallenin şubesiydi. Kadın sonra, sıradakilerin gelmesi ve yoğunluktan dolayı kayboldu, biri sürekli telefon açıyordu ve o da bu açılan telefonu bir memura uzatıyordu ama memur, bir şey yapamam diyordu. Doğru söylüyordu, bu ülkede, Kürtlerin bir sıkıntısı olduğu zaman kimse bir şey yapamazdı. Kadın suçluydu, niye Türkçe bilmiyordu, niye okula gitmemişti, üstelik bankada ne işi vardı… Türkçe bilmeyene vatandaş mı denir, Türkçe bilmiyorsan ne işin var bankada.
Kendi derdimi de anlattım. Beni yönlendirdiler. Telefon açtım, Carrefour’dan alış veriş saatimi dakikasına kadar öğrendim. Çok şükür okuma yazmam vardı, Türkçe biliyordum ve işim bankada bitti. Carrefour’a geldim. Carrefour’a iyilik yapıyordum, bozuk bir makineyi teslim ediyordum ve bana teşekkür etmelerini bekliyordum. Hatta “özür dileriz” demelerini ama oraya varır varmaz, biraz önce, “bankaya git, saatini öğren, gel” diyen müdür, beni artık nerden görmüşse, bir hışımla geldi ve “kullanılan malı değiştirmeyiz” dedi. Afalladım, ne yaptım, suçum neydi, bilmedim. Bozuk diyorum, yüzümü yaraladı diyorum ama para etmiyor, adam bir tek şey söylüyor, kullanıldı…
Makineyi adama bıraktım, çıktım; bozuk olan bir şeyi nasıl kullanacaktım, üstelik, kendine müdür, müdür yardımcısı payesi biçilen kimselerin sanki bir kusur işlemişim gibi davranışlarına nasıl karşılık verebilirdim ki? Onlar gibi konuşsam, kavga, gürültü çıkacaktı. Giden para olsun dedim, lanet ettim, çıktım.
Sonra Carrefour’u aradım. Telefonla başımdan geçenleri anlattığım kadın, Gülşen’di adı, bana hak verdi. “Değiştirilmesi ya da iade edilmesi gerekti” dedi. Bana hak verdi. Hak verdi ama somut olarak bir adım atılmadı. Benim gururum incindi. Bozuk bir şeyi ifade etmem, suç sayıldı. Bozuk diye bir şeyi, iade etmem az kalsın beni dayaklık edecekti. Bozuk diye bir şeyi ifade etmem, beni polislik yapacaktı.
Benden istenen şey şuydu: Hiçbir şey yapmadan kabul etmem. Hatta onların yapması gerekeni yapmam, aldığım ürünü, artık hangi firmaysa onlara göndermemdi. Yorulmam ise başlı başına bir olaydı. Şivemden, rengimden resmen bir tiksinti hissettirdiler. Carrefour’da çalışan tanıdıklara sordum, normalde yapılması gereken, beni hiç bankaya yollamadan, saati bile benim tespit etmemi beklemeden beni memnun etmeleri, özür dilemeleriydi. Ama bunu yapmadılar. Burası Kurtuluş mahallesiydi, itiraz hakkın bile yoktu. Trajik olan, kabul etmeni istemeleridir. Kötü ya da bozuk dediğin an, suçluydum.
Makineyi verdim. Giden para olsun dedim. Ben niye bugüne kadar hep suçluydum ki? Böyle şeylere itiraz ettiğim için suçluydum. Benden istenen susmaktı.
Sonra bir yere oturdum. Kendimi ve bankadaki kadını düşündüm. İkimize karşı büyük bir insanlık suçu işlenmişti. Ayrımcılığa maruz kalmıştık. Amerika’da benzer şeyler olmuştu ve beyazlar, siyahların oturmadığı koltukta oturmayacaklarını söylemişlerdi. Ama ben ve kadına sahip çıkan olmadı. Sıradakiler, zamanlarını alıyoruz diye bize kızdı. Bize aynı gün büyük bir kötülük yapıldı ve en çok üzüldüğüm, kötülük o kadar sıradanlaştı ki, kimse bu kötülüğün farkında bile değildi.