Müslüm Yücel: Cemil Meriç’in “ırzi” alimliği

Yazarlar

Giriş 

Cemil Meriç, Türkiye’de “edebiyat” ve “sosyoloji” bahsinde dikkat çeker. Her iki alanda da yazdığı “kitaplar” vardır. Sosyoloji disiplinine sahip olmamasına rağmen üniversitede dersler bile vermiştir. Çevirmen olarak Balzac ve Hugo çevirileri vardır. Birkaç şiiri (Afrin) vardır ama şiirde başarılı olamamıştır. Bir roman yazdığını iddia eder ama onu da bitirememiştir. Türkiye’de edebiyat eleştirileriyle biliniyor. Hindistan’a gitmeden, Hintçe bilmeden, Batılı kimi kaynaklara dayanarak, Hint Edebiyatı adıyla bir kitap yazmıştır. Büyük cesarettir bu. Daha sonra bu abartılı ve büyük iddia taşıyan kitap Bir Dünyanın Eşiğinde adıyla tekrar basılmıştır. 

Kişisel olarak Meriç’in ilk okuduğum kitabı Kırk Ambar’dı. Bu kitap beni hiç sarsmamıştır, sonra diğer kitaplarına bakmışımdır; Mağaradakiler, Bu Ülke vd. Bunlar, bende sadece bol alıntı, bol söz duygusu uyandırmışlardır; bilirim,“alıntılar, eşkıya gibidir, insanı soyar” ve insana hiçbir şey vermezler. 

Meriç’in şiire yaklaşımındaki galatlık da beni olumsuz etkilemiştir. Meriç’in kitaplarında altını çizdiğim yerlerin hiçbiri ne yaram olmuş ne de yaramı kanatan cinstendirler, fenerim olmamışlardır.   

Meriç’in en fazla beni etkileyen yanı miyop olmasıdır. İnsanın doyasıya aynaya bakamaması acıdır. Kör şairlerden Homer’i, John Milton’ı, aşıklardan Aşık Veysel ve Şahturna’yı sevişim bundandır. Müslüm Gürses’in kulağının ağır duyması, buna rağmen şarkı söylemesi tek kelimeyle muhteşemdir. Ama Meriç’in miyop olup bedeninden hiçbir şey çıkartamaması, bir “ahlak zabıtası” gibi insanları kodlaması hayal kırıklığıdır. Aza eksikliğinin erdemi, lütuftur. Meriç’e bu lütuf, çok istemesine rağmen uğramamıştır.

Meriç, bir eleştiri geliştirmiş midir? Bana göre hayır. Bazı küçük denemeleri vardır. Sosyoloji eleştirileri ve bilgileri disiplinden yoksundur. “Bilgi” diye yığdıkları ansiklopedik bilgilerdir. Edebiyatla eleştirileri de edebi değildir, ırzidir, burada bilgi yerine yaralamaya bırakır, estetik değerleri yoktur, belden aşağıdır ve erkeğin cinsellikten kaynaklı ruhsal acılarından da yoksundurlar. 

Yazı için Meriç’le ilgili kitaplar ve ondan söz eden makaleler okudum. Çoğuna üzüldüm, “zoraki diplomata” alışık bir kültürümüz vardır ama zoraki edebiyat/ eleştirmen sanırım ilk olsa gerektir: Meriç, Pavese; Meriç, Benjamin; Meriç, Sait Simon; hatta, Meriç ve Tanpınar başlıklarıyla, Meriç’e hak etmediği bir paye biçiliyor, kötüsü deneme yazarları bu başlıklar altında farkında olmadan eziliyorlar. 

Bu yazıda kimse eleştirilmiyor; Meriç de eleştirilmiyor, ifadelerine anlamlar aranıyor ama bulunamıyor. 

I- KÜFÜR, ARGO, LÜMPEN, OBSKÜRANTİZM 

Küfür, Türkçe bir kelime değildir, Arapçadır; manası örtme, gizleme ve nankörlüktür. Farslar, küfre bir baz eklemiş ve buradan küfürbazı elde etmişlerdir. Küfür, Türkçeye, Arapça ve Farsça üzerinden girmiş, gelişmiştir. Küfür daha çok Allah’a inanmayan, İslam’a biat etmeyen kimseler için kullanılıyor. Kafir’de buradan geliyor olmalı. Bunun yanında Türkçe küfür, doğrudan “hakaret” içeriyor ve daha çok mahalle ağzı olarak yorumlanıyor; buna kenarın dili deniliyor. Doğrusu küfür, Arap ve Farsça anlamların yanında alt katmanlara ait, elitlerden uzak bir olgu olarak karşımıza çıkıyor; spor ve magazinin popülaritesiyle küfür, biraz argoya yakınlaştırılıyor ama küfür, argo anlamına da gelmiyor. 

Osman Cemal Kaygılı (Argo Sözlüğü, 2003) ve Hulki Aktunç’un (Büyük Argo Sözlüğü, 1990) argo çalışmaları, argonun küfür olmadığını belgelerler(1).

Küfür edebiyatın dili değildir ve hiçbir zaman eleştiri diye kodlanamaz ve bunu hoş görmek, taraf duygusundan öteye gitmez. Küfür öfkedir; öfkenin kaba bir biçimde kendini dışa vurmasıdır. Kimi zaman küfür edenlerin, söylediklerinin dillerinde oldukları ileri sürülür, “onların kalbi temizdir” denir, dillerindeki küfürlerle kalplerini temizlerler! Biraz daha ileri gidilerek, küfür ve dürüstlük arasında bağlar da kurulur ve bu bağ yalan karşıtlığı olarak savunulur. Türkçe için bu geçerli olabilir mi? Belki. 

Türkler, göçebedirler ve çok fazla fiile yaslanan bir dil yapısına sahipler; bolca deyim, tabir ve atasözü üretmişlerdir; gelmek üzerinden gelmişmişim, bakmak üzerinden bakmışmışım, görmek üzerinden görmüşmüşüm gibi fiillerin başka dilde karşılıkları yoktur. Geçmiş zamanın rivayeti gibi bir dil teorisiyle çokça fiil konumlanmıştır. Ancak fiilde zengin olan dilin, göçebelikten kaynaklı nedenlerden kelime dünyası fakirdir. Bu yüzden olsa gerek mecaz, dilin can simidi olmuştur. Türklerin mecazla tanışmaları da 13’üncü yüzyıldır; bu tarihten itibaren Arapça, Farsça ve Kürtçeyle karşılaşmışlardır.

Mecaz, Arapça cwz (geçit/ köprü) kökünden geliyor. Aristo, mecaz anlamına gelen “metaforu” kullanıyor. Metafor: Sözcüğün gerçek anlamından uzaklaşarak yeni anlamlar elde etmek sanatıdır. Bu bazen anlamın bir tarafa itilmesidir, bazen anlamın renklendirilmesidir; bazen anlama derinlik katar, bazen anlam güç kazanır ama küfre gelince renk bozulur, derinlik/bilgi, kültür yerini aleni yüzeyselliğe bırakır, çünkü anlam gücünü kaybeder.   

Küfrün dayandığı nokta çoğunlukla cinselliktir. Cinsellikle ilgili ifadeler kimi zaman güldürür, kimi zaman hakaret içerir. Politik anlamda küfür 20-21’inci yüzyılda inceltilmiş, hatta liderin samimiyeti, imanı ve gücü ölçeğine bile indirgenmiştir. Unutsak dahi, ekşi sözlüğün unutmadığı kimi küfürler vardır. Tansu Çiller’in, Mesut Yılmaz’a atfen “iktidarsız” demesi, sonra başka bir yerde yine Mesut Yılmaz için “şerefsiz, onbaşı” tabirini kullanması. Elbette, Meral Akşener’in “döl” merkezli ifadeleri aklımızdadır. Bunlar küfür etmemişlerdir bize, bunlar dil bilinçlerini, dil kültürlerini sergilemişlerdir. Bu ifadeler küfür katmanı dışında değerlendirildiğinde bize kimi tragedyalar verirler. Örneğin iktidarsız bir adam, örneğin şerefi elinden alınmış kimse, örneğin savaşlarda ön safta duran, az mermiyle savaşan asker olarak onbaşı…  

Argo ve küfür karıştırılır; küfür galizdir, bu hiçbir koşulda edebiyatın dili olamaz. Dahası edebiyat ve küfür arasında, adına eleştiri diyerek bir ilişki de kurulmaz. Küfür hoş görülemez, çünkü küfür yineleyecek olursam hakarettir. Bir insan hayatında küfürbazdır, olabilir, günlük hayatını küfürle doldurmuştur, olabilir. Ancak, küfrü yazıya dökmek sanırım kabul edilemez. Bunu en iyi Cemil Meriç üzerinden okuyabiliriz. Meriç’in dili ve geliştirdiği tanımların çoğu küfür ve argo arasında gidip gelir. Küfür ve argonun halici laf ebeliğidir, hedeflenen yer, mali aristokrasinin kurum ve kuruluşlarıdır. 

Laf ebeliğinden kastım, hazır cevaplık değildir; kalıp söz ve deyimlerle, bir anlatım bulma çabasıdır. Takdir eden olabilir ama şayan değildir. Umberto Eco buna, “gereksiz şifreleme” diyordu ve bu şifreler, kimi zaman yersiz benzetmeler, abartılı fiil çekimleri ve sürekli ben demese de ben’in altını çizen kabalıkla bir tek tip çıkartırlar karşımıza: Lümpen.        

Lümpen proletarya, (sanırım ilk defa) Marx ve Engels tarafından tanımlanmıştır; Marx’ın Alman İdeolojisi (1845), Louis Bonaparte’ın 18’inci Brumeri (1850) ve Fransa’da Sınıf Savaşları (1852), Engels’in, Köylüler Savaşı’nda (1870) bu sıfata rastlarız. Aşağı yukarı kimi çevirilerden kaynaklı nüans farklarıyla lümpen proletarya, özetle yığınıdır.

Marx için bu yığını meydana getiren mali aristokrasidir ve bunlar, devlet yönetimini çekip çeviren, kamu güçlerini ellerine alan, basın yoluyla kamuoyunu ele geçiren kimselerdir;  dahası bunlar tatmini, zevkin rezilleştiği, altın, çamur ve kanın birbirine karıştığı yerde arar; bunlar, zevklerinde olduğu gibi kazançlarında lümpen proletaryanın burjuva toplumunun doruklarında dirilişinden başka bir şey değiller. Engels’de benzer şeyler söyler: “Lümpen prolaterya karargahını büyük kentlerde kurmuştur, bütün sınıflardan gelen en bozulmuş bireyler tortusu, olanaklı tüm bağlaşıklar içinde, en kötü olanıdır. Bu ayaktakımı, satılık ve küstahtır”(2).  

Engels’in “satılık” ve “küstah” ifadeleri de inceltilmiş küfürlerdir. Bu küfürler lümpeni tanımlamak içindir! Onları ifade etmek için onların kelimelerini kullanmak, tragedyadır. 

Buna göre lümpen toplumsal ve sınıfsal bir bilince sahip değildir. İçinde yaşadığı toplumun kültürüne yabancıdır; bazen bilgilidir ama bilgisi sözdedir, alaycıdır ama bu alayında da hoş görü yoktur ve davranışlarıyla iticidir; ancak bu tip kendini üstün görür; üstünlüğünün halesi geniştir, ulaşamadığına “yalakalık” eder, yanı başındakini küçük görür, düşürür, hatta, biraz daha ileri gider, ulaşamadığına kendini yakın göstermek için aşağıda gördüklerini küçümser… 

Son kavramımız obskürantizmdir.Meriç’in aralarda dile getirdiği, hatta şikayet ettiği bir kavramdır(3). Obskürantizmdir, Türkçeye, Fransızca’dan (karanlık) girmiştir, tercümesi, bilmesinlerciliktir

Buna göre egemenler, kendi hoş görmedikleri kavram ve yine kendilerine uymayan kişilere, giderek toplumlara karşı sistematik bir şekilde bilgiyi kısıtlar ve bilgiyi, olduğu gibi değil, olmasını istediği gibi kullanırlar. Bilgi onlar için tek şeydir: Gereklilik. Bize şunu söylerler, gerektiği yerde gerektiği kadar bilgi ve bu totaliter söylem, gerektiği yerde gerektiği kadar konuşa evrilir… Kürtler, Ermeniler ve Rumlar bundan çok muzdarip olmuş birer halktırlar.    

Mevzua gelebiliriz artık. 

II- EZBER İÇİNDEKİ HİKÂYE, HİKÂYE İÇİNDEKİ EZBER

Meriç, 1916 yılında Reyhanlı’da doğar, 1987 yılında İstanbul’da ölür. Meriç hakkında yazılan kısa biyografi ve tanıtım yazılarında üç şeyin altı çizilmiştir: Türk, düşünür ve çevirmen

Meriç, doğum yerini her zaman söyler ve burası üzerinden aşağıda anacağım tahliller de yapar. Bu haliyle Meriç kimliğini, doğduğu, büyüdüğü yeri, ailesini ve kendisinin sahip olduğu konumunu birey olmanın dışına çıkartır; giderek kendini ve toplumu inşa ettiğini ima eder. Böyle bir yerden onun gibi birinin çıktığına önce kendisi hayret eder, sonra da biz hayret ederiz adeta. 

Meriç’in bütün anlatısı boyunca dikkatimizi çeken iki şey vardır: İslamcılık ve Türklük; bunlar, kimi zaman Osmanlıcılık ve İslam olarak değişebilirler. Kılıçla Osmanlı, bir kalkan olarak İslam, her zaman ön plana çıkar, savunulur ama bu savunma, savrulmadan ileri gitmez; aşırı duygu yüklenir ikisine de, buradan bir bilinçte üretilemez. Meriç, bir yerde, yobazlığını gizlemez, yobazlığın “erdemlerini” sayar. Meriç’e göre “Yobazlık, Şark’ın nefis müdafaasıdır. Yobaz, samimiyet, yobaz kendini bir naas’a hapseden idrak; bir naas’a, yani sonsuza. Yobaza düşmanlık, tarihe düşmanlık. Yobaz biziz, en güzel tarafımızla biz.” (4). 

Tanımlar yapmaya gerek var mı? Yobaz, bağnaz demektir, kendi dinini başkasına karşı bir baskı gücü haline getirmektir. Bu baskı gücüne Meriç, “en güzel tarafımız” diyor. Doğru. En doğru tarafınız bu.  

İslam, Türk aydının omurgasıdır. Bunun nedeni, İslam’ın Batı’ya karşı bir kalkan, daha çok da bir tepkiyi barındırmasıdır. Türklük, Hıristiyan Batı’ya karşı 18’inci yüzyıldan itibaren zayıf bir halkadır;19’uncu yüzyılda, Batı ve Asya- başta Rusya ve İngiltere için Türk, “Hasta Adam” olarak bir karşılık bulmuştur(5). Bu yüzden Meriç, klasik Türk aydını formu içinde hareket eder, İslam’ı kucaklayarak, onun gömleği içinde pullarını ilikler, Batı’ya cephe alır; bu onu güçlü kılar. Süleymaniye’de kubbe, Itri’de nağme, Baki’de şiir olarak Türk ve İslam yorumlanır(6).

Ancak, bu onu güçsüz düşürmeye yeter; Süleymaniye, Kanuni değil, Mimar Sinan’dır; Itri, ezanı bestelemiştir evet, ama büyük maharetini köle pazarlarında sergilemiştir; Baki, burada bir hakkı vardır; Baki’de çan kuleleri devrilmiş, ezan sesleri yükselmiştir. Baki, kötü olanı- zalimi, güzel söylemiştir. 

Meriç dinin ne gerilim, ne bunalım, ne boğuntu, ne suçluluk, ne hüsran, ne uyuşturan, ne kızıştıran, ne kalpsiz olana kalp olan yanıyla ilgilenmez. İslam onun için geri değildir, bugün geri gibi görünüyorsa, bu İslam’ın değil, ulemanın geriliğidir. Meriç’in İslam için kullandığı dil ise oldukça tribüneldir; her kelime bir çalıma döner ve her hamle Türklük gıdasıyla alkış ister. Adeta bir amigodur. Ben yoktur, biz vardır; hatta ben, biz içinde öğütülmüştür: “Biz ki İslam’ın kılıcı idik, ‘hezar bütgedeyi mescid’ eylemiş,’nakus yerlerinde ezanlar’ okutmuştuk; biz ki salibe karşı hilal, küfre karşı hak, zulme karşı adalettik.” (7).

Dikkat edilirse bu cümlede bizden söyleneni saklanan ünlü bir mecaz-ı mürsel vardır; parça belirtilerek bütün, durum belirtilerek yer, yer bildirerek durum, sebep söylenerek sonuç, genel söylenerek özel, budur mecaz-ı mürsel. Tırnak içersine alınan yerler Baki’ye aittir, teslim edelim, doğrusu şudur: “Aldın hezâr büt-gedeyi mescid eyledin/ Nâkûs yerlerinde okuttun ezânları.” 

Baki, şunu söylüyor: “Binlerce put-haneyi alıp mescide dönüştürdün. Çan yerlerinde ezanları okuttun.” 

Konu elbette mecaz değildir, elbette Baki’nin tırnağa alınmış sözleri değildir. Bu abartılı söylem Meriç’ten önce İsmail Hami Danişment tarafından da sıkça dile getirilmiş, epey de alkışlanmıştı ve bir kuşak “Türk fetihlerini” (Dini asimilasyonu) bu mısra ile karşılamıştı(8). Bu mısrayla çünkü “kafire” gözdağı verilmiştir; bu mısra da Orhan Gazi’nin camiye çevrilmiş kilisede okunan fetvasının “erdemi” vardır!  Kiliseye çevrilmiş camiler yüzünden zenginlikler yok edilmiştir ve bugün, yiyecek bir şey olmayınca birbirini yiyen kalabalıklar kalmıştır. Bu kalabalıklar Baki’nin eseridir! Şair vicdandır ama Osmanlı’da kapıkuluna dönmüştür ve hala da kapıkulluğunu sürdürmektedir.   

Meriç’e göre Osmanlı ölçüdür, Avrupalı onu/ Türkleri- Meriç’i, Türk değil, Osmanlı olarak görür: “Bütün Kuranları yaksak, bütün camileri yıksak Avrupa’nın gözünde Osmanlıyız.” (9) 

Meriç’in milliyetçiliği muğlâktır. Bir tek Ziya Gökalp’e muhalefet eder. Bunun dışında onun için milliyetçilik toplum (Türkler) için bir aşamadır ama kimi zamanda milliyetçiliği batının “içimize soktuğu bir Truva atına” benzetir. Hatta bazen ne sağ ne de sol içinde görür kendini, yüzlerce yazı arasında derin bir süzme yaptığımızda insanı şaşırtacak düzeyde, “zıt kutupları birbirini tamamlayan iki büklüm olduğunu” bile söyler. Bazen, bir millet, başka bir milletle karşı savaşıyorsa, milliyetçilik vardır gibi sözler eder.

Meriç, milliyetçiliğin duygusal, yanıyla ilgilidir, Arapların İslam üzerinden kurduğu devletler bahsine girmez. Bu devletler olsa olsa, dağınık kabileleri bir araya getiren bir peygamberin mucizeleridir. Meriç, birden herkesin aza, Müslümanların çokluğuyla da ilgilenmez. Arkeolojisi olmayan bir kültür aforizmalarla yaşar. Bunu yapar. 

Meriç, Batı’yı bilmediği gibi İslam ve Arap dünyasını da bilmez; çok donanımlı görülür ama sadece görülür; bilgileri onu coşkuya boğar. Meriç’in, dillendirdiği irfan içinde bir ideolog olma isteği belki de bu coşkusu yüzünden gerçekleşmemiştir ve bir teori etrafında düşünceleri biçimlenmemiş, söz konusu ettiği her şey salt duyguya- coşkuya boğulmuş, istese de coşkusu teorisyenliğin önüne geçmiştir. Edward Said’in meşhur Oryantalizm’ini okuduktan sonra şunu söyler:“Said’in kaynaklarından çoğu benim de zaman zaman faydalandığım kitaplar. Ama böyle bir terkibi yine de başaramazdım.” (10). 

Kaynaklara ulaşıp dile getirememe Meriç’in toplumsal, sınıfsal bir bilince sahip olmadığını gösterir. Ancak burada dikkatimizi çeken Said üzerinden kendini sergileyen, üstünlüğünün halesini genişleten bir adam temasıdır. Said’in başardığını başaramayacağını söyleyen kişi bize kendini itiraf etmenin erdemini sunar evet, ama bu erdem, yanı başındakiler söz konusu olunca yerini küçük düşürücü ifadelere bırakır. Bu, ulaşamadığına mahfillerde kendini yakın göstermek için aşağıda gördüklerini küçümseme edasıyla açıklanabilir ancak. Burada Meriç, artık düşünce olmasa da, ruh olarak kendisini “efendi” olarak kodluyor demektir. Biz diyen adam, bir mağdur değil, efendidir; bu efendinin bizden istediği tek şey vardır, düşünce dediği şeylere köle olmak ya da köle aramaktır. 

Meriç’in Batıyı ele alışı da komiktir. Meriç, kültür diye sözlükler taramış, bir inceleme yapmış ve sonucu şöyle bağlayacak kadar gülünç bir duruma düşmüştür: “Gözümüzde o kadar büyüttüğümüz Batı’nın kültürce en gelişmiş saydığımız ülkesi Fransa, bir kara cahiller yurdudur. Oysa tanınmış Amerikan romancısı Upton Sinclair, bir Amerikalı, bir Avrupalının doğarken sahip olduğu kültürün elli yaşlarında elde edebiliyor diyordu. Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür. İnsanlığın bütünü aşağı yukarı aynı durumdadır ve az gelişmişlik bize mahsus bir vasıf olmaktan uzaktır.” (11). Meriç başka yerde, Fransa’yla ilgili şatafatlı cümleler kurar: “Bir 18. asır Fransa’sında şiir susar, hakikatin haşin sesi, şüphenin ve aklın çığlığı konuşur.” (12). 

Balzac’ı da yere göğe sığdıramaz: “Balzac’la yeniden doğarım ben.” Hugo yine öyle; hatta, Hugo ile ilgili Orhan Veli’yle tartışmaya bile cüret eder. Orhan Veli’yi, “Hugo’yu bir kalem serserisinin adesesinden göstermeye utanmıyor” diye haşlar. Orhan Veli, kibarca yanıt verir, kıyamam inceliğine: Serseriyiz! Öte yandan Meriç’in “Şiir susar” diye başlayan ifadesi Ziya Gökalp’in “Şuur devrinde şiir susar, şiir devrinde şuur seyirci kalır” (13) sözlerinin abartılı yankısı olmaktan ileri gitmez. Meriç, Gökalp’i zayıf bulur. Nedeni obskürasyonalist olmasıdır. Meriç söyleyecektir, Gökalp söylediğinde manası yoktur. Kendi söyleminde ise genel olarak iki şey vardır: Kompleks ve sızlanma.  

Kompleks ve sızlanma Türk aydının hastalığıdır. Bir bakarsın kompleksiyle bir bakarsın yarattığı yapay vicdanıyla bizi boğar. Aradığı zaferdir, kazanır, mutlu olur; bizden bin, ondan bir gider ama biri, bizim binimizden erdemli kılar, rahatlar. Aydın, ölü sevicidir, kahramanlık hikâyelerini, aşka kurban eder; alkışı sever ve dili, alkış makamındadır, dinleyen aramaz hiç; alkışlayan, ne derse desin hak veren bir kesim arar. Laf ebeliğini, alimlik sayar, kanon şairleri övmekle bitiremez; Namık Kemal Bey ve İbrahim Şinasi, onun için “düşünce dünyamızın en büyük fatihleridir.” Şairi fatihe indirgeyen bilinç saflıktır belki ama, aydınlık değildir. Şunu da aynı yerde demez mi: “Bir ülkede şair ne kadar çoksa, o ülke düşünce bakımından o kadar geridir.” Tam bir kamyon arkası yazısıdır bu. Meriç’in sosyolojiden anladığı da budur. Birde eklemez mi, demez mi,“İnsanlar ve milletler yaşlandıkça şiirin yerine nesir geçer.” (14).

Bunlar bize bir tek şey verirler: İndirgemecilik. Bilinç, fatih olarak şairi kodlarsa, edebiyat, elbette ki siyaset, sosyolojisi ahkam kesmek, felsefe dilenmek olur. Zor zamanlarda şairi fatih diye yorumlamak haine güvenmek, çürük dişe, sakat ayağa basmakla birdir; buradan, hiçbir şey üretilemez, çünkü sarf edilen sözler, söz değiller; sözler, yüksek ses tonu ve bildik isimleri sıralayarak bir şey bildiğini ima etmek, bilgi dolu gözeleri kapatmak üzerinedir. Burada insan bir şaire sığınabiliyor ancak: “Ey kötülük, iyiliğim ol” (John Milton). 

Şairi fatih yapan büyük ve zavallı kusur, en azından Turgut Uyar’ın, Orhan Veli’nin, Sait Faik’in, Oğuz Atay’ın, Halit Ziya ve Reşat Nuri’nin ve onlarca Kürt, Ermeni ve Rum şairin nefes aldığı bu topraklarda vatan denilen süzme keklik balını, şairlere verilmeseydi… Meriç, kimi yerlerde Türkiye’nin belki de en büyük şairini fesada çeker; Tevfik Fikret’in bilinen ve sevilen Han-ı Yağma şiirini Viktor Hugo’dan “aşırdığını” ima eder, şunu söyler: “Başarılı bir tercüme, daha doğrusu pastiş. ” 

Meriç, önüne geleni hırsızlıkla suçluyor. Mahirane külliyatına baktığımızda dikkatimizi “Hint Edebiyatı” çekiyor. Meriç’in ilk yazdığı kitaptır. Kitap 1964 yılında yayımlanıyor. İletişim yayınlarından (1994) çıkan baskı da bu abartı fark edilmiş olacak ki, kitaba mütevazı bir isim veriliyor:“Bir Dünyanın Eşiğinde.” Tarih nerde, eşik nerde? 

Yeni baskıya yazılan girişte Meriç’in 1958’lerde “Bir dünya edebiyatı yazma projesine” başladığı ve önce İran edebiyatını ele alacağı, sonra da Hint’e karar kıldığı belirtiliyor. Meriç, kitabı 59’da yazmaya başlamış, 1963’te kitabı bitirmiş, bir yıl sonra yayınlamıştır. Üç yılda Hint Edebiyatı! Meriç, Hintçe biliyor mu? Hayır. Hintçe bilmeden bir kitap yazıyor, büyük cesaret! Kitapta kaynak sayısı da 66’dır. Marat şairlerinden her hangi biri için bile bu kaynak sayısı ve kaynaklar yetmez. Sözlükler, ansiklopedilerle “tarih yaratmak,” trajedidir. 

Anlaşılan Meriç, kimi Avrupalı yazarların Hint’le ilgili kitaplarını okumuş. Bunlar arasında Romain Rollan’da var. Sonra da oturup yazmış. Diyelim “Avrupa kaynaklarına” dayanarak bir edebiyat tarihi yazılabilir ama Meriç, burada durmuyor, okumadığı bir kitabın tahlilini bile yapıyor, söz konusu kitap Manimekhale’dir. Kitapla ilgili Meriç şunu söylüyor: “Üçüncü ve dördüncü romanın asılları kaybolmuş. Elde yalnız özetler var. Onlarda birbirini tutmuyor.” Bir başka yorum: “Eserine ününü yapan: Dildeki ahenk, nefis tasvirler, iyi işlenmiş detaylar, kahramanların canlılığı.”(15).   Kitabın kaynakçasında bu kitabın adı yok, yazarı da yok. Ama yorumlar var! 

Meriç’i okuyanlar en fazla dile vurgu yaptığını söylerler. Meriç, Mağaradakiler adlı meşhur kitabında Halide Edip’i eleştiriyor:“Halide hanım romancı Zola’yı tanımamıştı, tanıyamazdı da. Çünkü Fransızca bilmiyordu.” (16). 

Zola’yı anlamak için Fransızca bilmek gerek, diğer yandan da şu var: Ben anlarım, benim Fransızcam var… Aynı şeyleri Meriç, kendisi için hiç düşündü mü acaba? Hintçe bilmeden Hint Edebiyatı kitabı yaz. Bir de kitaba çok güveniyor, övmekle bitiremiyor. Dahası! Bu kitabı elime alıp baktığımda, adı değişmiş olsa da cehaletten yüzüm kızarıyor.  

Meriç ve kitapları bize fikir diye sunuluyor. Benzer bir durum kimi fikri durumlar için de geçerlidir. Meriç, Muhammed’le ilgili bir şeyler söylüyor: “Muhammed, harp hiledir diyor. Muhammed’ de realisttir. Silahlı bir peygamber.” 

Bu düşünceler Meriç’e mi aittir, yoksa Maxime Rodinson’a mı? Rodinson, Muhammed’in “silahlı bir peygambere” dönüştüğünü ve bu felsefenin kabulünden sonra da “yürürken, yokuş aşağı iniyormuşçasına kuvvetli ve sert adımlarla yere basar. Hangi yöne dönerse dönsün, bütün gövdesi ile yön” (17) alan biri olduğunu söylüyor. 

Meriç’i eskiden sağ sahiplenirdi, anlardım, tutunacak dal ararlardı. Sanırım 12 Eylül hala sürüyor, solda tutunacak dal arıyor. 

Meriç’in hayatının en dokunaklı kısmı sağlığıdır. Bütün ağrılar kötüdür ama göz ve kulak ağrısı hiçbir şeye benzemez. Bilirim. Hatta alay konusu bile olabilir insan, itilip kakılır. 

Meriç, küçük yaştan itibaren miyoptur, ilerleyen yıllarda bu miyop artar. Daha sonra bir kaza geçiren Meriç tedavi olmak istese de başarılı olamaz. Görmesi azalır, dostlarının yardımıyla kitap okur. Bu ne kadar yeterlidir? Hiç! Bu yüzden miyop kendini görmeye bile açtır. Sözlerine kulak arar. Kapılar çalar. Meriç’in dostlarına yazdıkları, bir davetten ötedir; bir kulak arama ihtiyacıdır. Bu yüzden çevre bir tek şeyle ifade edilir: Kalabalık, nankördür. Gözden mahrum olmak, “öldükten sonra yaşamak gibi bir şeydir.”  Bir şey söylüyor Meriç, duyulmasını istiyor. Meriç’in göz ve okuma üzerinden söylediği hiçbir şeye itirazım yoktur. Aynaya doyasıya bakamamak zulümdür. 

Meriç’in maddi anlamda bir tragedyası yoktur. En kötü zamanlarında köy öğretmenliği yapmıştır. 

60’lı yıllardan sonra Meriç’in Türk ve İslam düşüncesi görülmeye başlanmış, sığ sağın önemli “fikir adamı” olmuş ve “milli” diye başlayan mercilerce sıkça ödüllendirilmiştir: 1974’te Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü, 1981’de Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Fikir Eserleri Ödülü, 1983’te Türkiye Milli Kültür Ödülü ve 1985’te TC. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü almıştır. Burada kimi aforizmalara sığınabiliriz. Komünizm iyi bir şey olsa onu da biz getiririz diyen bir anlayışın ödülleridir bunlar. Sol mu? Onu bizim, sağımızdan okuyacaksınız!

Ancak Meriç’in sağ yorumu sağ değil, sol yorumu sol değildir. Sağı ve solu kendisinde görür. 

Meriç’in kitaplarının yayınlandığı yayınevlerine baktığımız zaman doksanlı yıllara kadar Ötüken ve İnsan gibi Türk ve İslam merkezli, doksandan sonra da sosyalist çizgide yayın yapan İletişim yayınları tarafından kitapları bir külliyat olarak yayımlanmıştır. Türk ve İslam kültürü üzerine yayın yapan Ötüken ve İnsan yayınlarında Meriç pek fazla ilgi görmemiştir. İletişim yayınları tarafından yayımlanan kitaplar bütün kesimlerce benimsenmiştir; örneğin Kırk Ambar/ 1980’de tek baskı yaparken, İletişim yayınları arasında çıkan yeni baskı bu yazı kaleme alındığı tarihte dokuzunca baskısını yapmıştır. 

Bu ülke, Şerif Mardin, Murat Belge, Hamit Bozarslan okumaz, gerçeğe kapalıdır. Orhan Koçak’ın Cemil Meriç’le ilgili yazısı ilgi görür ama Akıl Tutulması’na yazdığı önsöz birden unutulup gider, ya da Moskova Günlüğü’ne ulak olan devasa yazı… 

III- ÇEVİRİLER AMA NASIL BİR ÇEVİRİ

İletişim yayınlarının sitesinde Meriç’in çeviri kitapları bulunuyor; Balzac’ın Altın Gözlü Kız, Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti, Otuz Yaşındaki Kadın ve Ferragus. Meriç’in ayrıca Viktor Hugo’nun Hermani piyesinin nesir olarak çevirisi de biliniyor. Başka çevirileri var mı? Bilmiyorum. Bende Balzac çevirileri var. Bir de Meriç’in kimi çevirilerinin kayıp olduğu yönünde efsaneler de vardır. Dücane Cündioğlu, iki çeviri kitabının kaybolduğunu belirtir. Doğrudur. Yine Sefiller’i çevirdiği aralarda söz edilip hep. 

Meriç’in çevirilerini bizim kuşak severek okudu. Bizden sonrakiler de çevirilerini sevmiş olmalılar. Okurken Meriç bunları çevirmiş midir, bizzat kendisi yazmış mıdır duygusuna bile kapılırdık. Ölesiye kendini çeviriye kaptırdığından yanlışlarını görmezden gelirdik, sevdik. 

Meriç’in Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti’nde bölüm başlıkları geçirdikleri “evrim” boyunca birer tragedyadırlar. Kitabın 1946’daki ilk baskısının bölüm başlıkları bile bize kimi ipuçları verir. İlk bölüm, 1946’da Fahişeler Nasıl Sever, 1976’da Yosmalar Sevince’dir; ikinci bölüm, İhtiyarkarlıkta Aşk Nelere Mal Olur, 1976’da İhtiyarlıkta Aşk; üçüncü bölüm, Fena Yolların Sonu Nereye Varır? 1976’da bu, Kötü Yolların Sonu diye çevrilmiştir. 

Meriç çevirilerinde sonradan düzetmeyle, keyfine kelimeler üretmek arasında kalmıştır. Söz gelimi Türkçede, Meriç dışında “ihtiyarkarlık” diye bir ifadeyi kullanan olmamıştır. Belki vardır ama benim haberim yoktur. Meriç çevirilerinde anlam bozuklukları da başlı başına bir çalışmadır. Yosma argodur, Türkçede hoş karşılanmaz. Ayrıca anlam olarak fahişenin karşılığı da değildir. Yosmanın Türkçe anlamı genç, güzel, şen ve baştan çıkarıcı, genç kızdır. Hatta oyun havaları ve türküler bile vardır: Yosmalarda gözün. Bir başka türkü, efelerin yaktığıdır: Yosmam geliyor. Yosma genç, güzel, şen, beklenen, özlenendir. Balzac’ın bahsettiği doğrudan fahişedir. 19’uncu yüzyıl romanında iki şey kaçınılmazdır: Fahişe ve katil! 

Büyük ihtimal ve bütün iyi niyetimle diyebilirim ki bu karışıklıklara mahal veren Meriç’in gittiği yayınevleridir.

Söz konusu ettiğim kitabın ilk baskısı İnkılâp Yayınları, ikinci (1976) baskısı Ötüken yayınları arasından çıkmıştır. İnkılâp yayınları baskısında doğrudan Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti denilirken, Ötüken baskısı İhtişam ve Sefalet- Vautrin olmuştur! Kötü olan, kitabın adından fahişe sıfatını kaldırdığımızda bir iktisat kitabının adını anımsamamızdır. Bu da edebiyata Meriç’i tenzi ederek söylüyorum, ayıp olsa gerektir. İletişim Yayınları, ilk baskıyı esas almıştır. Meriç’in bir tarafın değil, herkesin okuduğu bir yazara dönmesinde bunun payı olmalıdır. 

  IV- MERİÇ’İN ÖLÇÜTLERİ

Cemil Meriç, bir Cumhuriyet “münevveridir” ama kendisi Cumhuriyet’i bir yönetim olarak benimsese bile dil ve kültür olarak benimsemez. Hatta, Cumhuriyet Türkçesini “ahmaklığın piçi uyuz bir dil” diye niteler. Burada dikkat edilirse Meriç bir şey söylemiyor, sadece “piç” diyor. Yani, bugünkü Türkçeye çevirdiğimiz zaman “anne ve babası belli olmayan bir dil olarak” Türkçeden söz ediyor. Tezine tarihsel bir arka plan da arıyor; bunu “Selanik’in İstanbul’a isyanına” bağlıyor. Biraz daha sadeleştirirsek, bu, şu anlama geliyor: Selanik’in, İstanbul’a isyan etmesiyle Türkçe, “piç” oluyor. Burada İstanbul ve Selanik, iki şehir değiller, iki farklı kutbu dile getirirler. Selanik, seküler bir hayatı ve inancı, İstanbul, Osmanlıcılığın simgesidir.

Ayrıca İstanbul, sarayla birlikte entelektüel bir çevrenin oluştuğu bir merkezdir ama Selanik taşralığını kırmış, azınlıkların geliştirdiği eğitim sistemiyle (idadi, lise) başta İstanbul olmak üzere pek çok merkeze örnek olmuştur. Bunun yanında Padişah ve efradına bağlı İslam’da yine burada çözülmüştür. Bu çözülme Türk ve İslam’ın da çözülmesidir. Çözülmenin mimarlarından biri olarak Mustafa Kemal’de Meriç’in eleştirileri oklarından nasibini alır. Meriç’in Mustafa Kemal eleştirisinde konu Mustafa Kemal mi Atatürkçülükler midir bilinmez, ikisini de birbirine karıştırır. Mustafa Kemal öldükten sonra kimi çevrelerin Kuran yerine Nutuk’u öncelemelerini eleştirir. Çok geçmeden bildik Meriç eleştirisi başlar. Meriç’in ırza dayalı eleştirisinde bu sefer süslü “edebi!” ifadelerin yerini hastalık alır. Meriç şunu söyler: “Hazret sirozdan kıvrandığı yataktan bir tanrı olarak kaldırıldı.” 

Meriç’in önemle ifade ettiği siroz da bir hastalık değildir, açıktır; bu, radikal İslamcı ve sağ kesimin Mustafa Kemal’i bel altı vurma biçimidir, kasıtta her zaman karaciğeredir; buna göre Mustafa Kemal içki içen biridir, Müslüman değildir gibi imaları barındırır; habis. Tek kelime, habis! 

Meriç’in pek takılmasam da hayal ettiği ülke Türk ve İslam’dır ve o bu ikisinden de taviz vermez. Bu Ülke’sinde kaçış imgeleriyle kimi zaman dikkat çeken, ilham veren Meriç, Tevfik Fikret’in oğlunu eleştirilir: “Haluk bir cins isimdir artık, tarihten kaçanların ismi.” Buna göre, “kim tarihten kaçtıysa adı Haluk’tur.” 

Meriç’te bir eleştirmen dozu olmadığından birkaç sayfa sonra Celal Sılay için, “Celal, Türkiye’nin Oscar Wildi” deyiverir. 

Meriç için kimi garip, edebiyatla ilgisi olmayan ölçütleri vardır. Yazarlar, şairler, din adamları sevdikleri ve sevmedikleri diye adeta ikiye ayrılırlar. Ölçütleri zayıftır, bunlar kimi zaman din, kimi zaman Türklük şuuruyla dile getirilir. Sezai Karakoç onun için “Camiden çok kiliseye yakın” biridir. Bu kadar basit bir anlatımı vardır. Bununla kalmaz, kendini abartmak için Karakoç’a yüklenir. Konu da, ölçü de Meriç’e göre büyüklük ve küçüklüktür. Karakoç, Meriç’in dişine göredir, böyle görür, böyle düşünür: “Dosttur, mademki İslam’ı müdafaa ediyor güzeldir, iyidir. Alkışlanmaya layıktır. Ama benim adamım değil. Ben Karakoç’tan daha büyüğüm; yaş olarak, kültür olarak büyüğüm, yani Sezai Karakoç benim için mühim bir adam değildir.” (18).

Mühim adam kimdir? Kendisidir! Büyük, yine kendisidir. Oysa dini çıkarları için kullanan kimseler bile büyük olanın Allah olduğunu söyler ve buna inanırlar. 

Dedikodu Meriç’in yazım tarzıdır, söylemidir: “Proudhon da sosyalisttir ve Marx onu kıskanmaktadır.” Mehmet Akif, “şair bile değildir.” Dahası “Akif, Tanrı tanımaz Zola’nın coşkun bir sevdalısı.” “Abdullah Cevdet’in pisliği bu.” “Kafka kadar adi bir adam gelmedi edebiyata. Pis, adi, imanını kaybetmiş, pısırık, ezik bir adam.” Bunlar, bizzat Meriç’in sözleridir ve bilgisi de bu minval üzerine yükselir. Küfür, argo, amigo birbirine girmiştir. 

Meriç’in yazımında sevgisizlik ve hor görme vardır. Ama sevgisizlik ve hor görmenin altında yatan kendi büyüklüğüdür. Kendini büyük görmek bir hastalıktır. Kendine sevdalı olmak narsizmdir, herkesi yerer, yerin dibine sokar ama her yerden alkış bekler. Onun dili üstündür, onun dini büyüktür, onun ulusu yücedir ve her dil onun diline muhtaç olmalıdır, herkes onun dilini kabul etmelidir ve herkes onun ulusuna ya boyun eğmiş ya da boyun eğecektir. 

Meriç, yerlidir ama onun yazdıklarını başka bir dile çevirdiğimiz zaman hiçbir karşılığı yoktur, hatta hiçbir yayınevi kitaplarını basmaz. Komik bile değildir; çünkü komik ciddi bir şeydir, her satırı gülünçtür… 

Öte de şöyle bir gerçek vardır, ulusların ruhu olgunlaşmamışsa, elbette şarlatana ihtiyaç duyar. “Petrolü Kürtler” buldu, “atı Kürtler evcilleştirdi” sözleri ne kadar Türk entelektüelleri için komikse Meriç’in edebiyat anlayışı da sosyolojisi de komiktir. Ona alkış tutanlar, bir edebiyat bilgesine alkış tutmuyorlar. Bir stand-up’çıyı alkışlıyorlardır. Bir de acil çıkış kapıları bulmak için çırpınmalar vardır; bazen işi ileri götürür, Baudleaire sayfalar ve seneler harcayan Walter Benjamin’le, Meriç’i bir paragrafta gösterirler. Benjamin, Kafka’ya pis diyen birine ne derdi acaba? 

Meriç, Orhan Veli’yi sevmez, hatta her fırsatta küçük görür. Orhan Veli’yi sevmediği gibi Garipçileri yekten “kanatsız” sayar, daha ileri gider, onların yazdıklarına “cüceler edebiyatı” der; hakaret ve eleştiriyi karıştırır, (bunlar der), “kümes hayvanıdırlar”, asla kartallar gibi yükseklerde uçamazlar. 

Meriç, Nazım Hikmet’i de nereye koyacağını bilmez. Kimi zaman iyi der, kimi zaman şiirini bilinmesine neden, fikirleridir der. Kantarın topuzunun kaçtığı yer ise şudur: “Marksizm sert bir içki gibi başına vurmuştu.” Bu bir eleştiri cümlesi midir yoksa meyhane muhabbeti midir bilinmez. Sonra devam eder Meriç, her cümlede Batı’yı bildiğini, sindirdiğini ifade etmekten geri kalmaz: “Nazım’ın, Resimli Ay’daki Putlara Deviriyoruz tefrikasını karalamak için şairane kabiliyet, Batı estetiği ile bir miktar yatıp kalmak yeter de artardı.”  

Batı edebiyatıyla yatıp kalkmak ne demektir? Batı estetiğinden kastı nedir Meriç’in? Greko Romen mi? Yoksa düalist, analitik ve mekaniği mi kast ediyor? Yoksa olay ve olguları birbirinden ayırmaktan mı söz ediyor. Laf kalabalığı, kibir dolu bir anlatım, hepsi bu! 

Meriç, Nurullah Ataç’ı değerlendirirken de garip ifadeler kullanır ve bu ifadelerin hiç biri masum değildir. Hatta “sevmiyor Ataç’ı” türünden açıklamalar bile Meriç’in bu derin açığını, kapatmaya yetmiyor, şunu söylüyor: “(Ataç) Her değere düşmandı. Tırnaklarını kemirmekten ve liyakatsiz bir takım oğlanlara dalkavukluk yapmaktan başka marifeti yoktu.” 

“Oğlanlara dalkavukluk etmek” ne demektir. Birileri bana birileri çıkıp bana “yılbaşında doğan çocuklara oğlan” denir ya da TDK sözlüğünde, “Oğlan: Erkek çocuklara denir” gibi yanıtlar verebilirler. “Dövmenin” bile “okşamak” diye anıldığı bir dildir ne de olsa Türkçe, boynumuzsa kelimelerden incedir. Dikkat edilirse, artık Meriç’i kaynak göstermek bile içimden geçmiyor. 

Meriç avamdır, kuşandığı dil avamın dilidir. Söyledikleri ne düşünülmüş şeylerdir ne de yazıyı hak edecek niteliktedir. Defteri yoktur, okuduklarını abartır, çok okuduğunu ima için boyuna isimler sayar. Kafka’yı okumadan eleştiren belki de tek adamdır. Anlatısında Kafka’yla ilgili hakaretler vardır ama eseriyle ilgili bir bilgi kırıntısı bile yoktur. Yukarıda andım, diyor ki “imanı kaybetmiş.” Meriç’in imandan anladığı, İslam’ın altı şartıdır ama pis, pısırık vs gibi ifadelerle onları bile hiçe saymıştır. 

Meriç’in edebiyat üzerinden söylediği hiçbir şeyin karşılığı yoktur. Balzac çevirmeni, Viktor Hugo hayranı ve İstanbul’a geldiğinde kendini Stendhal’in kahramanı Julien Sorel’e benzeten Meriç, romanı “daha dişi, daha kaypak, daha geveze bir toplumun” ürünü olarak görür ama bu iddianın başlığı da oldukça abartılıdır: “Romanın Romanı!” 

Bu Meriç’in edebiyat ölçütüdür: Kaypak, dişi, geveze. Bunların tersi Meriç’tir: Mert, erkek ve suskun… 

Meriç’in anlatılarının çoğunda eril öğelere bir sığınma, buradan kendini var etme kavgası dikkat çeker. Erkekliği var, yok tartışması diline siner: Bu Ülke’nin bir yerinde yazı yerini bir söyleve bırakır: Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.  Yine zavallı bir kitap olan Bu Ülke de telefon defteri olan hafızasından Meriç, Marquie de Sade değerlendirir: “Şımarık, küstah, edepsiz. Evlenir. Baldızına balta olur. Sokak sürtükleriyle hayâsız maceraların kahramanı. Hapse tıkılır, kaçar, yeni rezaletler icat eder…” (19). Hayasız ne demek, şu: Erbezi. Cümle yanlış aslında: Bir yanda balta oluyor, diğer yandan hayasız! 

Jurnal’in bir yerinde de Meriç, seksüel hayatıyla ilgili kimi notlar düşer: “Belki çocukluktan bu yana karşılaştığım bütün krizlerin kökü, seksüel. Evet, seksüel. Tabii şartlar bu insiyakı azdırıyor. Galiba normal bir cinsi hayat, kabusları dağıtan gün ışığı gibi bütün endişeleri silip süpürüyor. Ama nasıl şey bu normal cinsi hayat? Mümkün mü? Ölmek veya öldürmek. Bu ne rezil kanun?” (…) “Ne var ki, insan herşeyi söyleyemiyor. İnsan olduğu için söyleyemiyor. Ve çile burada.” 

Sormadan edemiyor insan, Meriç’in söyleyemediği ne var? Kadın mı, ölüm mü? Yoksa kadın ve ölüm bir mi? Yoksa ulaşamadığı cigere cimri diyen bir kedi mi karşımızdaki. Eril tahakküm deyip bir yana bırakabilir miyiz?

Sonra birden hey heyler içinde dile geldiği için içimizi ürperten ama gerçekte düpedüz bir kadın düşmanın şu ifadeleri: “Sen ıstırabı kitapta gören kadın! Istırabı ve hazzı. Sen kabak çekirdeği ile oyalanan çocuk. Ama bu, oyunun kaidesi. Belki işitmişsindir, Alman şiirinin Goethe’den çok daha büyük bir yaratıcısı vardı: Hölderlin. Delirdi. Sana ne Hölderlin’den? Hölderlin’i kaç çağdaşı tanıyordu? Bir marangoz evini açtı ona. Hölderlin neden delirdi bilir misin? Karşısına sen çıktın. Nietzche delirdi. Clotilde herhangi dişiydi. Kibar bir kerhanede kaç sene çalışabilirdi? Bilinmez. Auguste Comte var olduğu için Fransa’da da var. 19’uncu yüzyıl Comte’un yüzyılı. Clotilde, Comte’u ne kadar anladı? Bu bir trajedidir. Yalnız benim Hölderlin ve Comte’dan farklı taraflarım var. Büyük ve küçük taraflarım.” (20)

Buradaki ifadeler masum değillerdir. İsim sıralayıp kendini kodlamanın altında yine kendini güçlü, katı, bağımsız, ulaşılmaz, z-alim ve çok sesli, çok eşli bir adamın şiddeti vardır. Açıktır, bilgi diye sunulan isimlerin altında altı önemle çizilen erkeklikler vardır ve kendini “büyük ve küçük taraflar” diye sunan güç tek şey söylüyor bize: Hegemonya. Ben, senin egemenim diyor, hatta biraz daha ileri giderek sevgisini- varsa aşkını bir lütuf gibi sunuyor. Ben ve sen diye sahte bir trapez kuruyor. Meriç bu hamlığıyla Goethe, Hölderlin, Nietzche, Comte’yle karşılaştırıyor kendini. Kadın ise Clotilde’dir ama Clotilde, bir sevilen değildir, “herhangi bir dişidir,” dahası “kibar bir kerhanede kaç sene çalışabilirdi” sorusunun tek muhatabıdır. Bugün seviliyorsa ya da kerhanede çalışmıyorsa Comte/ Meriç’in sayesinde olmalıdır.

Comte, 19’uncu yüzyıldır ve Meriç’de bizim “Yirminci yüzyılımızdır.” Kadın bir dizi sıfatla anılmıştır; ıstırap veren, haz veren bir nesnedir, “kabak çekirdeği ile oyalanan çocuktur.” Yani cahildir, akıldan yoksun bir tabiatı vardır; bu iyi niyetli bir yorum olur ama bunun yanında oyalanma denildiği zaman salt aklımıza zamanını boşa geçiren biri de gelmez. Kadın, Meriç’in bildirisinde hafiftir, çarkı felektir; ya düşmüş ya da düşürülmüştür. Meriç’in dili boyunca gördüğümüz sıkı bir mizojin (kadın düşmanı) vardır ve dil edebi sözlerle, büyük düşünenlerin düşünceleriyle, başka adlarla kendini deşifre ediyor. 

Meriç, kadına yaklaşımı elbette ki bunlarla sınırlı değildir. Bunlar sadece devede kulak kimi örneklerdir. Bir yerde, “Kadın agoraya indi, para kazandı, çalıştı, erkeksileşti.” En sevdiği ve hepimiz büyük kıymet verdiği aşk mektuplarında da yine bu hampallık devam eder: “(Onu) tanıdıktan sonra bütün kadınlar tenekeden, tahtadan, topraktanmış” duygusu yaşar. Övdüğünü zanneden kimseler olacaktır, sevdiğini söyleyen kimseler olacaktır. Değerli eşiyle ilgili de şunu söyler: “Hayatımı bir zebaniyle birleştirecek kadar yalnızdım.” Zaten severek evlenmemiştir. Her taraf “Sibirya” kesildiği için evlenmiş, böylece “ısınmıştır.” 

Kalabalıklardan söz ederken, onlar için şunu söyler: “Kalabalık her yerde ırzını teslim edecek bir kahraman arıyor.” Sonra devam ediyor: “Musolini’yi asanlar yıllarca taşaklarını yaladılar.” Bu dil böyle sürer ve birileri buna kültür, birileri ilham der, bu cümlelerle bir bilinçaltı okuması yapanlar bile vardır. 

Meriç’in dili bir sürü erkeğin bir araya gelip erkekliğin doruk noktası olan futbol dilidir. Tek şeyde- gol sırasında kendinden geçen, çalım sırasında içi burkulan bir ruh hali vardır. İsimler- rakipler üreterek de bir güç, bir cesaret, giderek bir rekabet üretme söz konusudur. Bu bir mağdurun değil, bu payitahtın dilidir. Değerli hocamız Hilmi Yavuz, çok sevdiğinden ve belki de dostluk babından dolayı Meriç’in bu halini Pavese ve Althusser arasında bir yerlere oturmaya çalışır.

Bilirim, şair ruhu Meriç’i ezmeye yeltenmez. Ama yine de bilirim, büyük şairler, küçük filozoflara tahammül de etmezler. Althusser “öldürür,” Paseve kıyamaz, kendini öldürür ama ne Althusser ne de Pavese’nin arasında yer alır Meriç; çünkü ikisi de asla sevdiklerine “dişiydi” demediler, “Kibar bir kerhanede kaç sene çalışabilirdi” gibi ifadeler de kullanmadılar; biri yazmayacağım dedi, diğeri o başaramıyordu dedi. Pavese ve Althusser bir araya gelse Meriç’in şu sözünü söylemezler:“Her kadın bir Messalina’dır, yumurtalıklarıyla düşünür.”  Erotizm, ciddi bir yazındır, bu kadar aşağılara çekilmez. Erkekler için bu cümleyi kursak, neler neler söyler bize aklı evveller. 

Kim bu Messalina? Çirkin ve komplocu; kocasını devirmek isteyenlerin yanında yer alan ve bu yüzden asılan biri! Tarihsel, siyasal, hatta edebiyatta şöhreti cinselliğinden geliyor. 16’ıncı yüzyılın erotik gravürlerine çiftleşmesi bile bir alayiş! Bir dizi Kurt kız efsaneleri onun için dizilmiş. Hatta bir süre genelevde çalıştığı bile söyleniyor! Fahiş! Tatminsiz! Romalı politikacılar onunla yatakta baş edemedikleri için, o politikacıları avucuna alıyor! Daha neler neler vardır. Dünya her yerde aynıdır. Aynı şey erkek için söylenirse, bu gurur payesidir; Mevlana’nın bilmem kaç beygir gücünde olduğu bir süre tarışan bir toplumuz. Bu da egemen olanın/ erkeğin inanılmaz dilidir. Hiçbir zaman erkek/ Meriç kendini suçlu da bulmaz. Suç hep kadındadır. Fedekar olan erkek edebiyatı sular sebil akar.

İhanetine bile Meriç, kılıflar bulur. Çünkü kılıf aşksız ilişkiler için geçerlidir. Seviyorum dediği anda, bitmeyecek kavga yoktur ama Meriç, suçlar, iter, iteler; kendi basitliğine suç aletleri arar: “Deniz dalgalanmışsa suç rüzgarındır.” İhanete, böylesi bir erdem, sadece “haini” mutlu eder… Oysa, yaşadığına aşk dese, belki toplum ve kimi ahlak kurumları ayıplayacak ama kalbi olanlar, alkışlayacaktır. Sessiz ses, büyük erdemdir ama Meriç, gürültü, salt gürültü!

Meriç’in cinsel dünyası umurumda değildir. Bunun bir edebiyat bilinci ve bir edip olarak Meriç’in trajik ya da mağdur görülmesine itirazım vardır. 

Meriç bir yerde şunu söylüyor: “Ben göt korkusuyla yaşadım.” Demek ki birileri sormuşlar. Cemil demişler “sen neden korkarsın.” O’da açıklamış: “ Orada (…) herkes ibnedir.” Meriç, Ataç’ı değerlendirirken de benzer ifadeler kullanır “Oğlanlara dalkavukluk etmek!” Meriç’in oğlancı takıntısı vardır; başlığa bakıldığında ciddi gibi görünen bir jurnalinde “Halkçılık halkın sırtına binen bir avuç aydının uydurduğu bir mit. Oğlancı gibi.”  

V- SONUÇ

Meriç, diliyle ve yaşadığı aşkla, aşkla ilgili yorumlarıyla bizi tek kelimeye götürür: Düzen. Düzene/ devlet ve devletin bütün aygıtları erildir, burada var olmak- ödüllendirilmek isteyen herkes, sindirilmiş dahi olsa ona- devlete benzemek zorundadır. Virginia Woolf, “egemenliğin hipnotik (bir) gücü” olduğunu söylüyordu; buna göre egemenler cehaletlerini bile söyleve dönüştürürler, hatta hatırı sayılır bir alkış tutucu kesim de bulurlar, köşeli sözler, kendini itiraf gibi görülen belden aşağı küfür dolu ifadelerle bu hipnoz işler. Üç tek tanrılı din, Habil mitine dayanır ve bu mitte, kendini öldürmek yoktur, kardeşini öldürmek vardır. Dilini bunun üstüne kurar, yalnızca o vardır, ondan başkası yoktur.

Kimi Türk aydınlarına bu, ödev gibi verilmiştir; önce er, sonra erkek olacaklardır; erdemin anahtarı budur; er ve erkekliktir. Cinsel kudret, eşit bir birliktelik değildir; bir gösteri alanıdır, diliyle, bedeniyle erkek kendini göstermek zorundadır. Çünkü erkek- erin bilincinde rahim bile yarılmış/ ters çevrilmiş penistir; kızlığı bozan, kızı kadın eden odur, zürriyeti veren odur. Rıza yoktur, emir vardır ve inceltirse, rıza ancak iki şeyle mümkündür; ikna ve baştan çıkartma, ikisi de ikiyüzlücedir. Bir yanda aşk mektupları ve çocuklar, diğer yandan aşağılanan bir kadın vardır. (21)    

Meriç’le ilgili yazıyı bitirirken Christian Frierich Hebbel’in Genoveya oyunu aklıma geldi.  

Bu oyunda genç bir adam vardır, tanırız. Deli gibi aşık olur ama aşkına karşılık bulamayınca sevdiğine her türlü iftirada bulunur, en akla gelmez hilelere başvurur. Sevmek yerine, iftira etmek daha kolayına gelir. Sabahattin Ali, bu delikanlıyı değerlendirirken şunu söyler: 

“Halbuki Genoveya’yı sahiden sevse, onu rezalete, azaba, işkenceye ve nihayet ölüme sürükleyeceğine, kendisi mahvolup gitmeyi tercih ederdi. Onu kadına bağlayan şeyin sadece şehvet duygusu olduğunu kabul edersek, bu sefer dram bizim gözümüzde bütün büyüklüğünü ve kıymetini kaybedecektir.” (22)

Meriç, bu delikanlının aşkta bir reenkarnasyonudur ve biz onu bu haliyle kabul etsek, dram dolu bir aydın tarihi sanki bizden alıkonulacaktır. Bir dram bulmadan, aydının olmayacağını sunan bugünkü bilgi… Orda, kal!

NOTLAR

1- Aktunç, argoyu altı başlık etrafında toplar: Suç dünyası, (hırsızlık, dolandırıcılık, uyuşturucu, kumar, kabadayı, serseri ve dilenci); Kapalı Dünyalar, (hapishane, yatılı okul, kışla, denizcilik); Azınlık Dünyası, (göçmen ve azınlıklar); Cinsel Dünya, (eşcinsel, fuhuş, genelev); Alışveriş Dünyası, (esnaf, şoför, eğlence yerleri) ve Spor Dünyası (sporcu, taraftar- amigo). Argo üzerinden hatırı sayılır bir edebiyat yapmak mümkündür ama küfür üzerinden bir edebiyat üretmek mümkün değildir. Hulki Aktunç, Büyük Argo Sözlüğü, YKY, İstanbul 2019., s., 9; Osman Cemal Kaygılı, Argo Lugatı, Selis Kitaplığı., İstanbul 2003.

2-Marx, Alman İdeolojisi, Sol yayınları, Ankara 1976, s., 64; Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları, Sol yayınları, Ankara 2003, s., 42,  Engels, Köylüler Savaşı, Sol yayınları, Ankara 1975, s., 13.

3- Cemil Meriç, Kırk Ambar, s. 293; Cemil Meriç, Bu Ülke, s., 93- 96.

4- Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim yay., İstanbul 1993., s., 89,

5- Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü (YKY, 2005) adlı iki cilt halinde Türkçeye çevrilen yapıtında Türkler için ağır hakaret içeren sözler sarf
eder. Türklerin, Bulgar, Sırp kadın ve çocuklarına ağır işkenceler yaptıklarını anlatır. Rus askerlerine de aynı işkenceler yapılmıştır. Bir
Yazarın Günlüğü, I. Cilt, s., 414.

6-Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim yay., İstanbul 2011., s., 228.

7- Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim yay., İstanbul 2010., s., 165. Bu Ülke, Meriç’in en çok tiraj yapan kitabıdır; bugüne kadar 60 baskı
yapmıştır.

8-İsmail Hami Danişment, Tarihi Hakikatler, Timaş Yayınları, İstanbul 2007., s., 599-600.

9-Cemil Meriç, Jurnal, Cilt I. İletişim yay., İstanbul 1995., s. 384.

10-Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İletişim yay., İstanbul 2019., s., 96.

11-Cemil Meriç, Kültürden İrfana., s., 71.

12-Cemil Meriç, Bu Ülke., s., 26- 27.

13-Ziya Gökalp, Ziya Gökalp külliyatı şiirler ve Türk masalları, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 1952., s., 109. Meriç’in şiirle ilgiliyorumları için ayrıca bkz., Ekrem Güzel, Şiir Üzerine Düşünceleri ve Dikkatleri Bağlamında Mukayeseli Bir Wilhelm Dilthey ve Cemil
Meriç Okuması, Folklor/ Edebiyat, Cilt: 24, Sayı: 95., s., 117- 133.

14-Cemil Meriç, Sosyoloji Notları, İletişim yay., İstanbul 1993., s., 26.

15-Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde, İletişim yay., İstanbul 1994., s., 290.

16-Cemil Meriç, Mağaradakiler, Ötüken yay., İstanbul 1978., s., 169.

17-Rodinson, Muhammed, Doruk yayınları, İstanbul 1998., s., 154

18-Mustafa İslamoğlu, Bahtımca, Düşün yay., İstanbul, 2012. Ayrıca bkz., Hece Dergisi’nin (Sayı: 157, 2010) Bir Entelektüel Tedirgin: Cemil Meriç adlı dosyasında seviyor- sevmiyor babında pek çok yazı vardır. Adına da eleştiri diyorlar.

19-Cemil Meriç, Bu Ülke, s., 326.

20-Cemil Meriç, Jurnal., s., 266.

21-Pıerre Bourdıeu, Eril Tahakküm, Bağlam yayınları, İstanbul 2014. Yazı boyunca içimde bu kitap bir hayalet gibi dolaştı, hakkını veremem korkusuyla alıntı yapmaktan çekindim ama bağlarken, kitapta adı geçen Virginia Woolf aklıma geldi, onun “Egemenliğin Hipnotik Gücü” (s., 12) diye adlandırdığı şey, kaç haftadır yazdığım şeydi…

22- Christian Friedrich Hebbel, Gynes ve Yüzüğü, YKY., İstanbul 2018., s., 21.

İlginizi Çekebilir

Hasip Kaplan: Partiler Mezarlığı Türkiye
Günay Aslan: Palme’yi NATO Gladyosu’nun öldürdüğü kesinlik kazandı

Öne Çıkanlar