Müslüm Yücel: Derkenar ederim: İnce, Davutoğlu, Babacan ve Kürtler

Yazarlar

Şu dünyanın gidişine akıl sır erdirmek mümkün değil. Canı sıkılan Kürtleri kendine kalkan ediyor, öyle sahaya çıkıyor. Kürtlerin kendini yeterince anlatamadığı, Kürt siyasetinin bir yerde daraldığı ve iktidarın Kürtleri dar bir çembere alıp sıkıştırdığı bu günlerde, aşağıda anacağım kişilerin Kürt meselesinden söz etmelerinin acaba Kürtlere bir faydası var mı?

Kendi adıma zarara bile razıyım; zarar, siyaset felsefesinde kendini toplama şansı verir; kriz, çelişkileri derinleştirir, yüzeysellikleri ortadan kaldırır vs. Çok değil, son birkaç aydır üç siyasetçiyi takip etmeye çalıştım: Muharrem İnce, Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan. 

Bu siyasetçileri takibimin nedeni can sıkıntısı; istiyorum ki biri şöyle bir elini taşın altına koysun, istiyorum ki biri benim yaramdan önce, kendi yarasını açsın, öylece bir konuşma başlasın, yargı kalksın, birbirimizi anlayalım, ayrıldığımız yerde duralım. 

Muharrem İnce parti kurmuyor, şimdilik kendine “hareket” diyor. Hareket, durumunu ve yerini değiştirmektir; İnce’nin nereye devrileceği bilinmiyor. Devlet Bahçeli, bu “hareketi” Mustafa Kemal’in hareketine benzetiyor. Böylece CHP’de gedik açtığını düşünüyor. Ahmet Davutoğlu, başbakanlık yaptı, sonra ayrıldı, parti kurdu.

Davutoğlu, yazar olarak da dikkat çekiyor. Babacan ise bugünlerde sahaya çıktı. Önce Abdullah Gül’le birlikte adı geçiyordu ama şimdi, tek başına gibi görünüyor. Bu üç yeni liderin çıkışı, kamuoyunda kendilerini sunuşları da tuhaftır, tek bir mesele üzerinde dönüyorlar: Kürtler ve Kürt meselesi. Bunu şahsi bir mesele haline getirdim, ne diyor bu adamlar, benimle ilgilerinin altında ne var, bunu dert ettim. Baktım!   

Bu üç yeni lider için Kürtler bir varlık değiller sanki, bir kendini gösterme yeri. Kürtler iyidir, güzeldir edebiyatı da artık insanın sıdkının sıyrıldığı raddede. Kim bir adım atmak istiyorsa Kürtlerden başlıyor. Bu, birilerini belki mutlu edebilir ama benim gibi oldukça sıradan, sığ düşünen kimseleri rahatsız ediyor. Kendimi iyi hissetmiyorum. Dahası bir kullanılmışlık duygusu veriyorlar, ekmeğini alıncaya kadar enseme vurma hakkını sanki her adımda saklı tutuyorlar. Doğru dürüst, artık bu da nasıl olacaksa bilmiyorum, itinayla kullanma hakkına dahi razıyım ama bunu da izin vermiyorlar.

Beni öyle ulu orta konuşmalarına da bir anlam veremiyorum. Had diye bir şey vardır. Türkiye’de baskın kültürler vardır ve baskınlık bir süre duyguların bile yapımını üstlenebilir, ancak bu yapımın temeli sadakat, borçluluk, aidiyet ve biraz da olsa utanç üzerinedir. Duyguların yapımı, bende bir yaptırım halini alacaksa, kendi adıma bundan korkarım. Çünkü burada artık sahicilik yoktur, bir süre sonra duyguların yerini damgalama ve yaftalama alabilir. Bu anlamda aşağıda anacağım gibi Babacan bana korku veriyor. Türkiye kavramların konuşulmadığı, konuştuğun an insanların mahkeme edildiği bir ülkedir; örneğin “terör” tanımını bilmeden, yapılan tanımlarda, kalp kırmalar vardır.

Sonra bu üç lider de daha önceki hayatlarında/ siyasetlerinde, siyasetleri içersindeki varlıklarını/ duygularını yeterince ifade edemiyorlar; korkularını, pişmanlıklarını, kaygılarını, suçluluk, utanç, sıkıntı vs şeyleri ifade etmiyorlar. İyi ve doğru olduklarını söylüyorlar ve beni de küçük görüyorlar, beni de şimdi içinde oldukları hale çekiyorlar… Oysa bilmiyorlar devler devlerle, cüceler cücelerle uğraşırlar… Bir güç değiller, üçünü toplasan, bir güç edebiliyorlar, yüzde beş altı gibi…    

İlginç olan, nasıl oluyor da benimle ilgili konuşma hakkını kendilerinde buluyorlar, kim ve ne olduklarını daha beyan etmeden, benim kim ve ne olduğum üstünde pazarlık yürütüyorlar. Kürtler iyidir! Kedi köpek sever gibi, Kürtleri severim ben! Ne kadar büyük bir aşağılamadır bu; yani, benim iyiliğimin ölçüsü, onların bunu tescil etmesidir. Kürtler güzeldir, çirkindir! 

Önce şunlara yanıt verilmesi gerekmez mi? Kim olduklarını, ne olduklarını ve benden açıkça ne istediklerini söylemeleri gerekmez mi? Sıradan biri olarak ben pazarlık etmem, rekabet etmem, bir uzlaşma zemini aramam; benim fikirlerim vardır ve bu fikirleri basit çıkarlara asla alet etmem. Siyasal geleneğim, bir yerde aile terbiyemle burada birleşir. Birde sıkıştıklarında benim kapımı çalıyorlar, bir kardeşlik şarkısı başlıyor, bir süre sonra o bildik dizge, o yaban sözler; sıkılmadıysanız, ben açıkça söyleyeyim, sıkıldım sizden.

Yavanlık öyle bir canımı sıkıyor ki, hoş bir seda bile bırakmadınız bende. Benim Türklere ihtiyacım yok mu? Var! Benim bu memlekette Türklük ölçüm Sırrı Süreyya’dır; canım da, köyde üç incir ağacımda ona yaşadığım değil, öldükten sonra da helaldir, bu bugün için değil, otuz seneden beridir de böyledir ama İnce’ye, Davutoğlu’na, Babacan’a köydeki bir kesek toprağımı vermem, hatta kış günü fıstık ağaçların kuru dallarını bile üşürlerse ocaklarına sürmem. 

Niçin mi?

İnce kantardan inmiyor

İnce’nin, Cumhurbaşkanlığı adaylığının sakızı hala bitmedi. Maşallah bin batman, çiğne çiğne bitmiyor. Birde kantara çıktın, boyunu, kilonu öğrendin, daha ne istiyorsun. Bir de seçim gecesi çıkıp tek kelime konuşmadın, kabul ettin ve şimdi de tutup, yok efendim, kongrede tuvalete yakın yerde oturttular beni diyorsun. Ne yapayım, gitmeseydin, oturmasaydın, sana git diyen mi oldu ya da her hangi bir Kürde sordun mu, ben kongreye gidiyorum… Sorsaydın, söylerdiler; derlerdi, gitme, yerin… 

Arkadaşlarına kızan, kabağı Kürtlerin başına kırıyor, bu ne siyaset bilmezlik… İnce, şunu söylüyor, Kürtlerle belediyeleri aldık, doğru ama bu doğrunun bugün bir anlamı var mı ve dahası, zamanında niye söylemedin? Kürtlerin belediyelerine kayyum atandığı zaman doğru düzgün bir twit bile atmadın, çekip Diyarbakır’a gitmedin ve hala, cezaevinde onlarca Kürt siyasetçi var, günün birinde bu hapisteki kimselerin yakınlarına gidip hal hatır sormadın, onlar için kavga etmedin.  Kürtler size ne yaptı?

Kürtler size devasa belediyeler verdiler, ilk kez sizi iktidar karşısında güçlü kıldılar, evet bu doğru ama siz ne yaptınız, üç beş gün sonra Suriye için teskere verdiniz. Ayasofya için davet beklediniz. Namaz, dua, ibadet, din; bunlar ciddi şeylerdir, öyle fotoğraf çektirmek için değildir. Hangi kumaştansınız kuzum be, ona göre terzi bulalım, yani artık kimseye bir şey bırakmadınız, Alevilik dendi mi siz, camii dedi mi siz, her boşluğa sızarak iktidar olunmaz ki. Hem güç dediğin, kendi doluluğunla ayakta kalmaktır. Ne Kürtler senin derdin, ne Aleviler, ne de camiiler; bunları reklam aracına dönüştürdünüz, yazık ya.  

İnce Kürtlerle ilgili zamanında hiç konuşmadı. Çünkü konuşsa yeri sallanacak. Yeri sallanan herkes, Kürtlere sarılıyor. Şimdi niye Kürtlerden söz ediyor? İnce’nin kendisi açıklıyor: Beni tuvaletlere yakın oturttular. 

Bundan dolayı konuşuyor. 

Bunun kavgasını vermek Kürtlere mi düştü? Bana ne? Biz sizin ördekçileriniz miyiz? Kendi işimiz gücümüz bitti, CHP kongresinde İnce’nin nerde oturtulduğunun hesabını soracağız! Ayıp denilen bir şey vardır, kendi iç işlerini bile bizim üzerimizden çözmeye çalışıyorlar. Diyelim ki sahiden dostuz, arkadaşız o zaman, bunu zamanında göstereceksin; zamanında sen bizimle dosdoğru olsaydın, kimse seni şikâyet ettiğin yere oturtamazdı? Siyaset, her zaman sırt sıvazlayıp oy almak değildir.

Erdemdir, İnce Bey! Kürtlerin bugün en büyük iki sorunu vardır, biri savaş, ikincisi de hapishanelerdir. Buyurun İnce Bey, bu iki konuyla ilgili çözüm önerileriniz neler? Selahattin Demirtaş üzerinden bazen hapishanelerle ilgili sözler söylemiyor değilsiniz, söylüyorsunuz, bu da bir reyting aracı olmaktan öteye gitmiyor. İnanın, yapmacık halinizle komik bile değilsiniz… 

Ne diyeyim artık, Kılıçdaroğlu’na mektup mu yazsam, şunu mu söylesem, Kemal Bey, İnce Beyi tuvalete yakın oturtmuşsunuz, mutfağa yakın bir yer yok muydu? Bunu yazarım ama Kemal bey, bana nasıl yanıt verecek, “Sayın beyefendi, teknik bir hatadan dolayı özür dilerim, bir dahaki sefere, beyefendiyi uygun bir yere oturtacağız…”  Gündemimiz bu olacak yani. 

Halk Partisi’nin kurulduğu günden beri bir dil sorunu vardır. Kekremsidir dili, bir âlim dili yoktur. İmamoğlu’nu hatırlıyorum seçimlerde HDP dememek için çırpınıyordu. HÖDEPE diyordu. Bir iki defa Kürt münevverlerinin eşleriyle, halk partili kadınlar pasta kestiler diye ölünceye kadar size biat edecek değiliz. Bizim burjuvazimiz daha tekstil üzerinden düşünme gücünü göstermedi. Ne zaman ki bizim bir iktisat kongremiz olur, merak etmeyin bizde size pasta börek ısmarlarız. 

Yazar! Davutoğlu, stratejik yüzeysellik

Ahmet Davutoğlu’na gelince, başbakandı ve Diyarbakır’da ben Kürtçe öğreneceğim dedi… İnandım. Akademisyen adam, isterse altı ayda öğrenir; üstelik akademik bilgi için bile olsa, muhatabın dilini bilmek şarttır. Dilini bilmiyorsan, yapacağın tek bir şey vardır, kendi dilini doğru konuşmak… Araya epey zaman girdi, Davutoğlu, “ Kürtçe öğreneceğim” sözünde durmadı. İki kelime konuşması, ya da “roj baş” demesi de pek inandırıcı değil. Bu kadar zamandır eğer öğrenemiyorsa, o zaman destek alması gerek; sosyal destek, psikolojik destek; örneğin ben İngilizce kursunda yazıda iyi ama konuşmada sıfırın altındaydım, psikolojik destek aldım ama yine de konuşamadım… My heart is problematic!

Bugüne kadar Davutoğlu’nu izledim. Köklü olarak kendi başbakanlığı dönemiyle ilgili tek bir özeleştiri vermedi. İnsanlar bodrumlarda nefesiz kaldı, cenazeler buzdolabına saklandı, tek bir kelime bile etmedi… Utanç, Türk kültüründe ahlakla ilişkilendirilerek açıklanır. Ayrıca utanç estetiktir de. Şiddete uğramış kimseler içinse utanç tarif edilemez, yalnızca acıyla açıklanmaz. Çünkü genellenmiş bir utanç, genellenmiş bir öteki söz konusudur. Kürtler, başkasına yapılan bir şiddet eylemini bile kendi içlerine atar; içte, onunla bir ve beraber olur, bunu yaşar. Öyle bir mendil verip göz siler ki, karşıdaki bunun farkına bile varmaz. Türk ve İslam dünyasında ise çok diplerde, bir Arap ve Türk çatışması vardır; bu, tamamlanmamış benliğin doğmasına neden olmuştur.

İslam, Türk’ün dinidir ama Kültürü değildir, örnek Türk, İslam’ı kabul etmiş olandır gibi paradoksları vardır. Büyük Türk, fetih edendir, cihat edendir; ama bu iki kavram da Arabi’dir. Türk, “cihat” etmez, Türk “fetih” etmez, kıyam yoktur; Ötüken’den gelirken de şunu söyler: Yetmiş iki millete aynı nazarla bakar. Arabizmi benimsedikten sonra başlar fetih, cihat, kıyam vs. Öncesinde bir yer arayışındadır. Bir çadır kurma derdindedir. Bundan sonra başlar Abbasi taklitçiliği; saray, saltanat, adam kayırma, işgal, kıyam, fetih, cihat ve nur topu gibi bir alperen!      

Şimdi Davutoğlu, Kürtçe üzerinden bir şeyler söylüyor, Kürtçenin yasak olduğunu dile getiriyor.  O zaman Kürtçe konuş, bir metin yazdır ve Konya’da bu metni oku, Yozgat’ta oku… 19’uncu yüzyılda, Konya’da Kürt ve Türk nüfusu eşitti, Davutoğlu’nun sorması lazım, nereye gitti bu insanlar, nasıl dillerini unuttular; şimdi sağlık bakanı olan Fahrettin Koca’nın dedesi vardı, Haci Boğırci, kimdi bu adam, buradan başla mesela, niye bu adamlar tek parti rejiminden hep korktular… 

Bu gün bu üç lider de sözde bir Tayyip Erdoğan “karşıtlığı” üzerinden siyaset yapıyorlar ama üçü de Erdoğan kadar cesaretli değiller. Erdoğan, Necmettin Erbakan karşısında ayağa kalktı, söz için parmak kaldırmadı. Kürt meselesinde de Erdoğan’ın bir adım önüne geçti. Bunda hiç kuşku yok, Abdullah Gül ve eşinin payı da büyüktü. Hatırlarım, ikisi de başörtüsü eylemlerine gelirdi; başörtüsü, Müslüman kesimin değil, bizim de asıl meselelerimizdendi ve biz onlarla el ele tutuşunca, onlara bir güç gelirdi. Salih Mirzabeyoğlu’nun şakirtleri vardı, koltuk altlarında bizim gazetemizi taşırdı; göstere göstere vapurda okurlardı. Kürt meselesinde söz değil eylem gerekli. Erdoğan, sonu gelmedi belki ama Kayseri, Yozgat vb yerlerde çözüm sürecini, Kürt sorununu anlatıyordu. Bu dönem dört başı mamur bir şekilde tartışılmamış, konuşulmamıştır; Kürtler yazmaktan, AKP’liler konuşmaktan korkuyorlar.   

Davutoğlu, bize, bana kendini ödül gibi sunuyor, bir efendi- köle diyalektiği yaşıyoruz sanki. Tarih, acı bir şeydir. İnce gibi, Davutoğlu gibi “düşünce” demokrat olanlar yüzünden öyle bir canımız yandı ki artık sahiden bize dost görülecek kimselere de itimadımız kalmadı. Biraz da olsa sahicilik istiyoruz, böyle içten bir kucaklaşma, gözlerimizin içine bakarak, alnımızın ortasına mermiye bile razıyız, yeter ki yürek olsun. Manda gönünden yüreklerle bu mesele hal olmaz.  

Davutoğlu’nun bir de çok baskı yapan (100’ün üstünde), bir dönem bütün AKP’lilerin elden düşürmediği, sağın Nasıl Yapmalı’sı (Lenin’e atfen) diye karşılanan bir kitabı vardı: Stratejik Derinlik… 

Davutoğlu madem ki yeni parti kurdu, madem ki Kürtçe eğitim dahil pek çok şeyden söz ediyor, o zaman bu kitaptaki tezlerine neden yanıt olarak bir kitap yazmıyor? Zannediyor ki Diyarbakır’a gidecek, her şey çözülecek. Kabul ve ret bağları, yürekle olur ve yürek sakini, akıldır; bunu baş içinden sürgün edilmesiyle bir şey elde edilemez. Nedir Stratejik Derinlik!

Bu kitabın temel tezi Osmanlı ülkesi ve onun “hayali” sınırlarıydı. Abdülhamit’le başlayan Pan- Türklük- pan-İslamizmdi. Amaç da sınırları genişletmekti. Sınırın uçları- sinir uçlarını da çok kültürlü olan bu topraklardaki halklar ve kültürler değil, Türklerdi ve Türkler, Arap- İslam ideolojisiyle karşılanıyorlardı. Davutoğlu’nun tezi hâkim millettir ve bu millet, Türk milletidir, bu millete hiç kimse eşit olamaz. 

Davutoğlu’nun kitabında, eşitlik yoktur, kimse hakim olan Türk/ İslam’a yek tutulamaz. Bu kitapta Kürtlerin bahsi olmaz. Davutoğlu, başbakan olduğu zaman bu kitapçıkla övünüyordu; şimdi sıra, bu kitabın devamında, bu kitapta Davutoğlu’nun unuttuğu bir şeyler vardı, o da kendisiydi; kendisi, harcanandı! Bu topraklarda yüz yıldır kardeş kavgaları var, bu kavgaların nedeni harcananlardır; Kürtlerdir, Türkmenlerdir, Ermenilerdir, Rumlardır. 

Kitabın nihai hali AKP idi ve onun zaferleriydi ama bu zafer, Davutoğlu ve Babacan gibi iki kol daha üretti, şimdi soru da şudur; Ya Davutoğlu’nun söylediği stratejik derinlik, devasa bir yüzeyselliktir, ya da Kürtçe eğitim diyerek, Kürtlerin çanağından bir kaşık bal almadır. Bu bal, acıdır ama!

Kazananlar ve büyük güçler üzerinden söz söylemek kolaydır. Bir partiye, bir yere bağlı büyük sözler söylemek kolaydır; çünkü bu yerler, sigortadır. Bazı arkadaşlarım “biz” diye cümleler kurar, aman Allah’ım elim ayağım titrer… “Ben” demek, zordur; Davutoğlu bunu bir bilse… Biz diyor herkes ama bu biz içinde, ben öğütülüyor! 

Davutoğlu, Diyarbakır’a gitti, iki kelime de olsa Kürtçe konuştu. Bilenler bilir kimseye öyle kolay kitap konusu vermem ama Davutoğlu’nun iki kelimesiyle, ödeşmek adına ondan küçük bir kitapçık yazmasını diliyorum, adı şu olmalıdır belki: Stratejik Derinliğin Paradoksları. Bunun, hesabını vermeden oy istemek, il, ilçe başkanları aramak, davetler, küçük mitingler yapmak, ayıptır, yazıktır, günahtır.  

Öte de güç, yani Türk/İslam şahsi olarak bile kırılınca, nasıl da kıymetli oluyor Kürtler, nasıl da Ermeniler değere biniyor, nasıl da Katar’dan başka bizim Araplar akla geliyor…

Çok garip ve tuhaf egemen bir Türk aklı var, hala zannediyorlar ki, Kürtleri ancak ve ancak kendileri ifade edebilirler. Bunu söyleyerek, dostluğun, arkadaşlığın, kardeşliğin önüne geçtiklerinin farkında bile değiller. Kürtlerden sadece iktidar olma ya da iktidara karşı söz söylemek için güç istiyorlar, Kürtleri istemiyorlar. Bunu bari fark ettirmeseler! Çok sırıtıyor, çok. 

Kürt sorunu ayrı terör ayrı

Babacan ise genç biri olarak dikkat çekiyor ama umut vaat etmiyor. Küçük bir kardeş gibi görünüyor ama ağabeylik yapmaya soyunuyor. O da kendi geleneğiyle hesaplaşmadan bir şeyler söylüyor. Parti kuruyor ama farkını belirtmiyor; bir partinin devamı ya da ayrışanı olarak dikkat çekiyor. Partide olduğu zaman dilimiyle ilgili özeleşti vermiyor. Alanı olduğunu düşündüğü ekonomiden söz ediyor: Üç ayda çözerim! 

Babacan, ya kendini ifade edemiyor ya başka bir partiden gelmiş havası veriyor; yıllarca ekonominin patronu olan bir kimsenin bunu söylemesi ihtimal bir dil sürçmesidir. Üç ayda, İstanbul’un küçük bir su sorunu bile çözülmüyor. Babacan’ın üç ayda çözerim ifadesi, Berat Albayrak, “dolarla ne işiniz var, siz Türk parasıyla maaş alıyorsunuz” sözüne benziyor, aynı bıçaktan kesilmişler sanki, cümleler bile daha değişmemiş.  

Öte yandan Babacan’ın kültür, ekonomi ve terörizm alanında biraz da olsa okumalar yapması gerek. Örneğin İngiltere için İrlanda Halk Kurtuluş Ordusu teröristi ama bu siyasal yapı garip bir şekilde Sultan Abdülhamit’i seviyordu ve dahası Sultan’da arada onlara yardım ediyordu. Engin bir çelişki! Dahası hepimizi çok etkileyen Bobby Sands’ta bu partidendi, “teröristi” ama Margaret Teatcher’den fazla oy aldı. Teatcher, unutuldu, gitti ama Hücremde Bir Gün (Metis yayınları, 1984) hala duruyor bir yerlerde ve Sands’ın en az birkaç şiiri benim yaşımda olan pek çok kimsenin ezberimdedir. Kendi çocukluk arkadaşlarım gibi onu tanırım. Biri eski, diğeri yeni sayılan iki örnek.

Türkiye’deki siyasetçiler oy peşindedirler, kitap takip etmiyorlar. Babacan’ın okuma imkânı var daha. Derrida ve Habernas’ın “Terör Günlerinde Felsefe” (YKY, 2008) konuşmaları bu anlamda ona yardımcı olabilir. Bu kitapta küreselleşme, iletişim, konukseverlik, ev sahipliği gibi bir dizi konu tartışılır. Buna göre “terörist” diye bildiğimiz kimseler, özünde, adını, sanını, ne için, nasıl yaşadıklarını bilmediklerimizdir; iletişim kurmadıklarımız, konuğumuz olmayanlardır; bunlar, büyük öteki’nin, derin parçalarıdır; baştan beri bir im koyup, kabul etmediklerimizdir.

Batı, “terörist” diyor ve altını teknik ve politikayla dolduruyor. Derrida, terörizmin kaynağının batı olduğunu söylüyor. ABD’nin kuruluşu, Sanayi Devrimi ve büyük sömürgecilik ağlarıyla, evet! Ancak, Doğu’da terörizmin tarihi de azımsanacak gibi değildir. Dinlerin yayılmaları ve kendilerini kutsal kabulleriyle başlayan, Allah’ın diliyle kuşanan o büyük dinler de göz ardı edilemez. 

Benim sorum ise şudur: Silahı kim üretiyor, kim satıyor. Silah fabrikaları, silah ürettikçe, elbette birileri terörist olacaktır. İnsan ve hakları bile sanki bir icatmış gibi sunuluyor. Bir yanda silah ve uygarlık arasında bağlar kurmak ve öte yandan silahı kullanan kimselere terörist demek, çelişki bile değildir, kullanım, tanım olarak, terör ve cihat büyük sözlüklerde birbirine yakındır. Fetih ve işgalin biri birine yakınlığı kadar da arada ince çizgiler vardır. 

“Terör” sanırım ilk defa Jakobenler (1789) tarafından kullanıldı, benimsendi; onlara göre yaptıkları şiddet eylemleri barış içindi; amaç da halkın refahı ve mutluluğuydu. Kral öldü, yaşasın kral bile bu eylem ve barışın bir biçimiydi. Günümüzde terör tanımı (FB) daha çok sivil kimselere dönük eylemler silsilesi olarak kullanılıyor. Bu tanım pek çok ülke de kabul görüyor. 

Son aylarda George Floyd’un bir polis tarafından öldürülmesini konuşuyoruz ama asıl konuştuğumuz, tartıştığımız siyahî bir adamın, bir beyaz polis tarafından öldürülmesiydi. Polis, teröristti, dahası ırkçıydı. Bunu çok rahat konuşuyoruz. Afgan ve Filistinlilerin silahlı güçleri için Türkiye’de “mücahit” ifadesi sıkça kullanılır ve bu sempatiden dolayı bir sürü çocuğa Mücahit ismi verilir. Ama bu ifadeler İsrail için aynı anlama gelmez. Kimileri için mücahit, teröristtir.  

Terörün dünya ölçeğinde sağlıklı bir tanımı yoktur. Bana göre, sana göre diye naif olmayan ve temelinde iktidarın bir gücü olan tanımlarsa artık pek geçerli olmuyor. Eskiden derlerdi tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan. Basit bir dizgeydi bu; çünkü biri biçim, diğeri özdür. Günümüzde terör tanımlarında hep biçim vardır, öze ise dokunulmamaktadır. 

Sorun ise silahlar ve onları üretenlerdir. Silahlar yasa dâhilinde üretiyor. Hatta Türkiye’de reyting alan dizilerden biri (Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz) bir silah fabrikasının sahiplerini anlatıyor; bunlar, Laz bir ailedir, gelenekleri de vardır, sırasında köylerde demir eritip namlu dövmüşlerdir, kaçakçılık yapmışlardır, bu dizinin bağlantı, kişileri bir yere oturtma derdidir ama bir süre sonra dizi komikleşir, her bölüm başı en az beş kişi öldürüyor; sloganları da şudur: Yerli ve milli! Dizide millici ve ABD’ciler var. İki bölüm izledikten sonra gülmekten yere yıkılıyor insan. Yerli ve milli bir mafya olabilir mi? 

Milli, mafya demek değildir. Milli olanın mafyayla bir ilgisi olmaz. Milli kendi değerleriyle evrenseli birleştirmek, aramaktır. Mafyaya kalan millilik, bitmişliktir. Mafyanın böyle estetize edildiği, alkış tutulduğu başka bir ülkede yoktur. 

Terörizm ciddi bir meseledir ve temel anlamda bugün onu karşılayan tek örgüt küçük, büyük ölçekli mafya yapılarıdır. Bunlar, siyasileri kimi zaman eleştirir, kimi zaman onlarla bir olur, kimi zaman devletin içine sızar, kimi zaman, sızıntılara kaynak sağlar ama her koşulda yedek bir güç olarak kalırlar ve en savunmasız kimselere en ağır darbeyi vururlar. Vurmak sadece silahlı bir eylem değildir, yoksul kesimleri vaatlerle kandırmak, silah kaçakçılığından, dev uyuşturucu pazarlarına adam devşirmektir.  

Suç, onun yaşama yeri ve müdafaası vatandır! Bütün mafya vatansever ve ne yapsalar, bu vatan için yaptıklarını söylüyorlar. Türkiye’nin en iyi gazetecisi Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu terörizm ağlarını ortaya çıkarttılar. İpekçi’yi öldüren adam, Türkiye’de bu cinayetten dolayı alkışlandı! Şimdi basın açıklamaları bile yapıyor. Terörizme karşı olmak gereklidir, kimsenin terörizmi savunacak ne hali ne de gücü vardır. 

Her gün, siyasiler konuşur, derler Kürt sorunu ayrı, terör sorunu ayrı. Bu şu anlama geliyor, terörist denilen kimseler, Kürtler arasından çıkıyor. Yine her sene Kürtler, Karadeniz’e gider, orda Kürt oldukları için dövülür ve halk tarafından terörist ilan edilirler. Aynı şey Türkler ya da Araplar, Çerkesler için söylenmez: Sol, sağ ya da İslamcı olarak bilinen ve yasalara göre terörist olarak tanımlanan herhangi bir yapıda Türk adı geçmez; Türk halkı suçlanmaz. DEAŞ ve Türk halkı, DEAŞ ve Araplar arasında bir ilişki kurulmaz; dini hassasiyeti bilinen Konya, bu konuda uyarılmaz. Diyarbakır’a giden herkes, burada terör konuşur. Temel atma yeri ise Konya’dır! 

Diyarbakır’ın kültür sanat ve bütün dinler açısından tevekkül tarihi eskidir. Diyarbakır’ın en az bilinen iki bin yıllık şiir tarihi vardır. Bütün dinlerin en güzel mabetleri buradadır. Kimse buradan bakmaz, bakmak da istemez; Diyarbakır’dan herkes oy devşirmek ister. Bu ne kadar yaralayıcıdır. 

Ayrımlar doğru yapılmadığından, her ima yaralayıcı olur. Sol bir örgüt için, terörist ve Türk aynı başlık altında görülmez. 

Baştan beri de bir hata vardır ve hata sürdürülür. Kürtler için “bölücü”, Türk örgütleri için “yıkıcı” denilir: Bölücü terör, yıkıcı terör. Bölmek ve yıkmak arasındaki fark nedir? 

Bölmek, vatanı bölen kimsedir. Yıkmak, sadece bugünkü nizamla uyuşmayandır; çok ilerisi, onlar bizim çocuklardır. Menderes yıkıcı biridir, Deniz yıkıcıdır, Mahir yıkıcıdır. Yani bunların hükümetleriyle bir sorunu vardır; istedikleri rejim değişikliğidir, bir tık ötesi bizim çocuklardır. Demirel, Denizler asılırken, şunu söyler: Üçe üç! Yani yıkıcı, bir süre sonra bir ödeşme aracıdır, asılsa bile bir süre sonra bize ait olandır. Daha eskilerden Şeyh Said’in bugün bile mezarı bilinmez ama aynı tarihte asılan İskilipli Atıf Hoca’nın hayatı dizi filmlere konu olur, mezarı ziyaret işlevi görür. Bölücü, namazı kılınmaz biridir. Vatan kutsaldır ve o bu kutsala el atmıştır. “Bölücü Türk” yok denecek kadar azdır. Bölücü genelde iki kalemdir; Ermenidir, Kürt’tür. 

Yok, böyle bakamayız, evet böyle düşünmek, yazmak bile suçtur ama Kürtlerinde bir kalbi vardır, kırılabilir. Menderes’i büyük yapan Mustafa Muğlalı hakkında tahkikat başlatmasıdır; CHP’yi küçük yapan Muğlalı’yı göklere çıkartmasıdır. Hala, 33 kurşun, bir yaradır ve bunun şiirinin yazan Ahmet Arif, en çok Cem Karaca’nın seslendirmesini beğenirdi. Bir bilinçaltı dayanışması; Kürtleri en iyi, Ermeni anlardı. Cem Karaca, vurun ulan vurun derken, hakkaten yara sarardı. 

Ölçütler olmalıdır. Ölçüt terörizmdir. Terörizm bahsinde sorun ise silah fabrikalarına karşı olmaktır. Silah fabrikalarına herhangi bir parti açıklama dahi yapamamıştır. Oysa dünyayı siyasiler değil, silah fabrikaları yönetiyor. Atılan her mermi de fabrikaların arazilerini biraz daha genişletiyor. Giderek, toplumun tamamı silahlanıyor. Garibim bir sürü hayvan sırf bir zevatın keyfi için canından oluyor, adına avcılık deniliyor, spormuş! Böyle bir spor olmaz. Spor, kurtlarla, ceylanlarla, ayılarla birlikte doğayı paylaşmaktır. Atalarımız avcılıktan başlamışlar ve biz de bunu sürdüreceğiz diye ısrar varsa, buna ne diyebilirim ki? Öldürün! 

Babacan, genç biri, bilmesi gerek, ekonomi; doların yükselmesi, inmesi öyle sihirli bir değnekle üç ayda düzeltilecek gibi değildir;  ekonomi ve silah iç içedir; yükselmek isteyen siyaset adamı en başta silaha ve silahla önerilen çözümlere karşı olmalıdır. Eritilmiş bir tankla kaç ailenin mutfak gereçleri karşılanır, şahsidir, derkenar ederim!

İlginizi Çekebilir

Hasip Kaplan Mecliste İlk Kürtçe Konuşma
Muhittin Beyaz: CHP’nin Kürt yaklaşıma karşılık İYİ Parti’ye ‘eve dön’ çağrısı

Öne Çıkanlar