Müslüm Yücel : Dil kirlenmesi, kayyum vs…  

Yazarlar

Toni Morrison (1931- 2019) öldüğünden beri kitaplarını okuyorum; bu kitapların çoğunu Can yayınları basmıştı ve bende bunları takip etmiştim. Ancak ölümü garip bir acı verdi, hiçbir şey yazamadım ama, Morrison’la ilgili durmadan düşündüm, tekrar tekrar kitaplarını okudum, çizdiğim yerleri tekrar çizdim. Bu kadının yazdıkları niçin beni bu kadar derinden etkiliyordu, hatta kitapların kimi yerlerinde ağlamak istiyordum. Kitaplarının yanında kimi fotoğraf ve belgesellere baktım, onlarda beni en az kitapları kadar etkilediler. Örneğin Barak Hüseyin Obama’yla çektiği fotoğrafa saatlerce baktım, ikisi de gülüyorlardı ama bu gülmeleri gülme değildi. Sanki ikisi de gülse, Morrison’un kahramanlarından biri çıkıp onların yüzüne tükürecekti. Tanrı Çocuğu Korusun (2015) romanın kahramanın şu sözleri, belki de ABD yasalarının çok ötesindeydi: “Annem zengin ve beyaz bir çiftin yanında kahyaydı. Annemin pişirdiği her yemeği yiyor, küvette oturup ona sırtlarını keseletiyor, Tanrı bilir ne mahrem şeyler yaptırıyor ama onunla aynı İncil’e dokunmuyorlardı” (s.,12).  

Tuhaf. Aynı kitaba inanıyorlar, aynı yemeği yiyorlar, sırdaşlar ama dokundukları kutsallığa, onları layık görmüyorlar. 

Morrison’un ilk kitabını (En Mavi Göz) 1993’te okudum. Burada, okuduğum kimi cümleler hala aklımdadır. Annesinin çirkin olduğunu düşünen bir kız vardır. Kız melezdir ve içindeki beyazlıkla övünür. Annesiyle görüşmez ama annesi öldüğü gün, ağlar (s., 65). Sonra kara derili biri daha vardır. Küçük, beyaz derili bir kızın mavi gözlerine özenir ve bu özen, bir süre sonra özünün karanlık girdaplarıyla buluşturur onu, sonra bu özenmenin kötülüğüyle yüz yüze gelir ama çıkışı, ancak kötülükle bulur. 

Kölelik, Morrison’un romanlarında en temel konu. Sevilen’de (2000) kölelerin hallerini okuruz. Burada köleler alınır, satılır, kiraya verilir, ipotek edilir, hatta, borç verilir. Kimi kadınlar vardır bu romanda, sekiz çocuğunun altı babası vardır (s., 36). Melez bir ırk! Bu romanda, aşk değil, tecavüzdür. Morrison’la ilgili daha çok yazacaklarım var, daha çok uzun düşündüklerim… Şimdi, bir okuru değilim onun, şimdi onunla ilgili düşüncelere dalacak ve bunlarla ilgili uzun felsefeler üretecek biri hiç değilim. Şimdi, onun sekiz çocuğunun altı babasına tahammül eden inanılmaz güzel ve büyük kahramanı Baby gibiyim. 

Morrison’la birlikte bir başka kadın var: Rosa Parks (1913- 2005). Morrison kadar soylu ve onun kadar yüce! 

Bütün dünyaya Rosa ya da Roza isimleri Rosa Lüksemburg’dan yükselir ama nedense Rosa Parks onun kadar dikkat çekmez. 

Parks, terziydi ve günün birinde bir an önce evine gitmek istedi. Otobüse bindi ve zencilere ait olmayan bir koltuğa (arka sıra) oturdu (1955). Beyazlar gelince kalkacaktı. Beyazlar geldi, hatta onunla konuşmak gereği bile duymadılar. Şoförle meseleyi hal ettiler. Şoför, otobüste tek yasa koyucuydu ve yasaları uyguladı. Kalk dedi, ama Rosa kalkmadı. Bunun üzerine Roza gözaltına alındı. Zenciler bunu kendilerine yediremedi.

Bu yüzyılda, bu olamazdı. Eylemler başladı. Zenciler, bu otobüs firmasının araçlarına binmediler. Kimi işlerine yürüyerek gitti, kimi arkadaşlarının özel otomobillerini kullandılar. O zamanlar siyah kalksın, burada benim oturma hakkım var diyen ipsiz beyazlar gibi burası benim hakkım, bende senin kadar insanım diyen ve Rosa’yla benzer yüreği taşıyan kimi beyazlar da vardı. Onlar, zencileri araçlarına aldılar, işlerine götürdüler ve sokaklarda “Siyah, beyaz elle ele” pankartları taşıdılar. İktidar pes etmedi, 383 gün süren eylemler sonucu Rosa, kazandı! Otobüslere, artık zencilerde isteği yere oturabilecekti. 

Yıllar geçti. Terzi kız, 2005 yılında öldü. Dört yıl sonra, Obama Cumhurbaşkanı seçildi. Obama’nın ilk yaptığı işlerden biri artık, Müze olan o otobüse oturmak oldu. Bütün dünya biliyordu; Rosa’nın oturmasına izin verilmeyen koltuk, şimdi Obama’nın oturduğu koltuktu. 

Bu arada, Aziz Nesin’i de anmam gerek; koltuk denilince onun yaktığı bir koltuk da var. Zübük romanı, tesadüf değildir belki, Rosa’nın oturamadığı koltuktan beş yıl sonra yazıldı. Rosa, korkuyu kırdı, Aziz Nesin, koltuğu yaktı. 

II

Biz küçükken bize korkuyu yenmemiz ve kötülükle baş edebilmemiz için bir dua öğretildi, Ayet-el Kursi; işte ben, ne zaman dara düşsem, ne zaman korksam bu duaya sığındım. Bu duanın mealini de bilirim. Tuhaftır, ne zaman okusam, içime bir ferahlık gelir. İlk uçağa bindiğimde bu duayı okumuştum ve hakikatten kazasız belasız yere inmiştim: “Allâhü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm…”

Kayyum ya da kayımı ilk burada duydum. Kayyum ya da kayyım sözlüklerde “başkasına ait bir işi görmek” ya da “başkasına ait bir malı idare için tayin etmek” anlamına geliyor. Kayyum, Türkçe bir kelime değildir. Arapça’dır ve “kama” sözcüğünden türetilmiştir. Kama, kıyam’dır. Kayım, kimi zaman gündelik dile yontulur ve tasavvufla karşı karşıya getirilir. Burada artık, kayyum ya da kayyım, “kamu görevlisine”  döner. 

Kayyum, Kuran’da, Hayy, yani ezeli, ebedi, diri olan, uyamayan, yorulmayan; var, diri, mükemmel- ismiyle birlikte üç kez geçer. Taha Suresi’nde, “Bütün yüzler o hayy ü kayyuma baş eğmiş ve bir zulüm yüklenen cidden perişan olmuştur” (Taha: 20/ 111) diye bir uyarıyla dikkat çeker. Çoğu kimsenin her gün okuduğu Ayet-el Kürsi’de ise korku bağlamında hep yinelenir. Surelerde hayy ve kayyum isminin tefsiri söz konusudur. Allah vardır ve Allah’tan başka Tanrı yoktur; daima yaşayan, duran, tutan odur, ne gaflet basar onu, ne de uyku; gök yüzünde hakimiyetini sürdüren ve her şeyi yerli yerinde tutan, her şeyi idare eden, hak ve hukuklarını eda edendir ve herkesin önünde ve arkasında olanları bilir; Kürsü- hakimiyetiyle yer yüzünü kucaklar O. 

Hayy ve Kayyum, özetle Sureler ışığında Hayy’ı ilim, Kayyum’u da kudretle açıklar.  Öte yandan Kayyum bir sıfattır ve sıfat, zatı içeren sıfatlar dışındaki sıfatlara işaret eden bütün isimlerin temelidir. Böylece Kayyum, kendi kaim, diğerine mukim (bir evde/ yerde oturan) ve dahası mukavvimdir (kıvama getiren).  Kıyam’a gelince. Kıyam genelde İslami bir aksiyon ve ağır bir fiil olarak işler, gerçek ise öyle değildir; İslami sözlük içersinde kıyam, bir tek Allah’a hastır… Bir tek Allah, kıyam edebilir. Kişilerin kıyam- kayım sahibi olabilmeleri de bir tek şartta bağlıdır, o da, onların Allah tarafından kaim kılmasıdır. Yok, eğer; Allah, onları kaim kılmıyor ve onlar bu hakkı kendilerinde görüyorlarsa, bu kaim değildir, şirktir.

Hükümdarlar, Krallar, devlet büyükleri, büyük yöneticiler kimi zaman kaim olmayı, memur olmakla bir tutabilir ve bunun şirk yanını göz ardı edebilirler. Burada da, memur olmak, ‘kendi nefsinin  ve kazancının peşine düşmek” söz konusudur. O zaman kaim olan, “nefsin kazancına düşen” kimseler, kayyum bir tek şey söyler: “(onlar) Allah’a şerikler koşuyorlar” ( Rad: 13/ 33). Çünkü Allah, “Ve ahsin kema ahsene’llahu ileyk” tir (ihsan edendir). İhsan, huşu ve ihlastır. İhsan’la birlikte, tasavvufta, Muhsin kavramı da vardır.  Sıkıntıya katlanan, fesat çıkartmayan kimselerdir bunlar.   

III

Kavramlar yanlış kullanılıyor ve Konfiçyüs’ün dile getirdiği gibi “dil bozulunca” her şey bir çırpıda bozuluyor. 

 Türkiye’de bir bilgi eksikliği var ve hemen her şey bir çırpıda yorumlanıp bir köşeye sıkıştırılıyor. Manevi dünyamız politize olduğu için de kavramlar bir çırpıda silkeleniyor. Müslüman cenah artık Türkiye’de bilincini kaybetmiştir. Kazanmak üzere kurduğu dünya için, tasavvufun ifadeleri politikanın malzemesi olmuşlardır. Yukarıda kayyumla ilgili özet bilgiler verdim ve bilgilerin hiç biri günlük siyasi dilin esiri ve emiri değillerdir ama, bugün, şimdi, bu sıfat çok hor kullanılmakta ve herkes tuzağa çekilmektedir. Son yılarda hayatımızda kayyum var ve artık kayyum, Allah’ın bir sıfatı olarak değil, siyasi bir gücün tezahürü gibi kullanılıyor: Kayyum atandı. Aktardım, diyor ki, “Bütün yüzler o hayy ü kayyuma baş eğmiş ve bir zulüm yüklenen cidden perişan olmuştur.” 

Yeni Şafak Gazetesi şu başlığı atıyor: Bakan Soylu HDP’lilere kayyum atanmasını değerlendirdi! Böyle bir cümle, böyle bir ifade çoğunluğu Müslüman olan gazeteyi hiç de rahatsız etmiyor.  Yani şu mu denilmek isteniyor: “Diyarbakır halkı, o hayy ü kayyuma baş eğmiş ve bir zulüm yüklenen cidden perişan olmuştur.”

Burada, bir ceza söz konusudur ama bu cezayı veren Allah’ın sıfatlarından biri olan kayyum değildir; dahası, birinin yerine bir başkası gelmiştir. Bir Vali gelmiştir ve bu Vali, siyasetten bağımsız bir vali de değildir. Doğrudan bir partiye bağlıdır ve doğrudan bir partinin sözcülüğünü üstlenmiştir ve ilk icraatlarda biri de Tayyip Erdoğan’ın portresiyle odasını dizayn etmek olmuştur. Burada Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı da bir harekâtın olduğu açıktır. Belediyelere vali atanmasının “kayyum” kavramıyla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

Bu doğrudan bir atamadır. Valiler olağanüstü hallerde, darbelerde doğrudan atanırlar. 12 Eylül’de bunu yaşadık. Belediyeler ya asker ya da Vali denetimindeydi. Göz ardı edilmeyecek bir kumpas var burada. Biliniyor, Vali atanacak ve oklar, doğrudan Erdoğan’a yöneltilecektir. Bunu nedeni de açıktır. Temmuz’dan beri Öcalan’la görüşmeler yapılıyor ve Öcalan, bir hafta içersinde Kürt meselesini çözeceğini söylüyor. Bütün bu operasyon, bu bir haftada çözülecek denilen meselenin önünü almak olarak okunabilir. Örneğin Öcalan (1?) Eylül’de silahlar susun diyebilir, süresiz ateşkes ilan edebilir, Suriye meselesiyle ilgili öneriler sunabilir… 

Bunu kim engelleyebilir! Açıkça görülüyor, bütün partilere sızan devasa bir güç var ve bu güç her gün biraz daha hissediliyor. Sözler açık, alenidir üstelik ve artık, hukuk değil, kişiler dikkat çekiyor. 

Örneğin Vali atamalarıyla ilgili olarak açıklama yapan Süleyman Soylu iki gündür ilginç açıklamalar yapıyor, şunu söylüyor: Bizim teröre müsamaha göstermemizi bekleyenler yanılır. Terörü ve terörizmi özellikle halkın helal oylarıyla belediyelerde merkez haline getirmeye çalışanlara da devletin, kuralların, hukukun ve Anayasa’nın sessiz kalmasını beklemek son derece yanlıştır.” 

Soylu “müsamaha” (hoş görme) diyor, yanılıyor, eğer bir hukuk devleti varsa, bu hukuk devletinde kimseye müsamaha gösterilmez; müsamaha yoktur, yasalar vardır ve herkes yasalar önünde eşittir. Diyor ki Soylu, belediyeler terörün merkezi olmuş… Burada yapılacak iş iddiada bulunmak değildir, varsa bir iddia, sırasıyla polise, sonra savcıya bildirmektir ve Soylu, iç işleri bakanı olarak, polisi harekete geçirmelidir, tam tersi, polisin ve savcının işini yapmamalıdır; suç, kanıtlanmadan, kimse suçlu değildir, yok eğer, suçlu, sizin ağzınızdan kimin adı çıkıyorsa ve adı çıkan, hemen derdest ediliyor, yerine sizin adamlarınız geliyorsa, burada köklü bir hukuk yanlışı vardır. 

Benzer açıklamalar, daha doğrusu kimi kahin görüşler Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek tarafından da (15 Ağustos) yapıldı. Perinçek’i 90’lı yıllardan beri takip ederim; yazıları, ilginçtir; saz çalması, gülmesi, şiire olan merakıyla şaşırtır ama şimdiki Perinçek bir korku senaristine dönmüştür. Her kelimesinin altında barut kokusu geliyor.  Perinçek, Euronews’e verdiği söyleşi aslında vali atamalarının sinyallerini verdi. Perinçek, Türkiye’de “tek çözümün silah olduğunu” söylüyor. Siyasi bir parti lideri ve bir hukukçunun siyaset yerine silah demesi dünyanın hiçbir ülkesinde yoktur. Perinçek’e göre Kürt Meselesi de 90’lı yıllarda kalmıştır ve şimdi, özelliklede “Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra” bölgede bir Amerika Sorunu’nun vardır. Siyasi olarak HDP’nin kapatılmasını öngören Perinçek şunu söylüyor: “HDP’ye yasal zeminde yaşama şansı tanımamak lazım.” 

İlginizi Çekebilir

Halil Dalkılıç : Kurd ê ‘diya xwe bibînin!..’
Temel Demirer : ‘Deli Kadın’; Ayşen Gruda

Öne Çıkanlar