Müslüm Yücel: Dişin edebiyatı 

Yazarlar

İnsanın neresi ağrırsa canı da ruhu ordadır. Mesele şu;  bu yaz yeniden “devrimci romanlar” okuyacağım dedim ve Maksim Gorki’den başladım. Çok eskiden Gorki’nin dişleri ağrıyan bir adamın hikâyesini okumuştum, sevmiştim, hala aklımdadır; hikâyenin kahramanı, ayakkabı tamircisiydi, dişleri ağrıyordu, göne vurduğu her çekiç, başının içindeydi. Hikâyenin adı neydi? Hatırlamıyorum. Bazı şeyleri yerinde hatırlıyor insan. Gorki’yi Urfa’da okumuştum, oraya mı gitmem gerek… 

Urfa’da dişçi sayısı çocukluğumda çok azdı. Altın diş yapan Çingeneler vardı; bunlara Urfa’da “karaçı” derlerdi. Hoş adamlardı, biri diğerine hakaret etmek isterse, birden onlar üzerinden vururdu: “Sen karaçıların kucağında mı sünnet oldun.”   Bunlar kahve yapar, dağıtırdı,  köyde, kadınları arı gibi çalışırdı, buğday zamanı, buğdaya en iyi eleği onlar vururdu; erkekleri mertti, bilgeydi, bir sürü aşk hikâyesi bilirlerdi;  Siyabend’i, Mem u Zin’i ezbere bilir, sırasında oyun gibi sahneleme gücüne de sahiplerdi. Pekmez zamanı da bunlar boş durmazdı, kalay işleri yaparlardı ve bütün işler bitince, bunlar diş yapardı, fal bakardı. Bu iyi insanlar bir sonraki seneye gelmek üzere gidince, yaramazlık yapanlar, küçük çocuklar şuna dönerdi: Seni karaçı çadırlarında kaldırdık ya da sen, sen karaçı çadırlarında büyümüş sen. Bu genelde bendim tabii… 

Ama kendi dünyamda karaçıların ayrı bir yeri oldu; filmlerini severek izledim, edebiyatlarını takip ettim. İlk izlediğim film, Michelangelo Antonio’nin 1967’de Cannes Filmi Festivali’nde ödül alan “Ah Bu Çingeneler” filmiydi. Filmin en ünlü cümlesi de şu olsa gerekti: “Mutlu bir Çingene’ye rastladım.” Tabii bu film, ilkti; en iyi film ise kuşkusuz Kustarica’nın Çingeneler Zamanı’ydı. Bu filmi sevmeyen ölsün! Türk sineması da bu iki filmden feyiz alarak birden Çingeneleri keşfetti, biri diğerinden vasat filmlerdir bunlar; Türkan Şoray’ın hatırı olmazsa tek karesine bakmam. 

Bu filmlerin ve hatta romanların tümünde iki şey dikkatimi çekti. Çingeneler iyi diş yapıyor ve sonra iyi at besliyorlar.  Keklik besleme ise ruhlarında var; ruhlarının bir parçası hatta. 

Atları, at arabalarından dolayı seviyorlar; atları, şarkılarla, şekerlerlerle besliyorlar. Diş işlerini bizzat görmedim ama Urfa’da altın dişli kimseler vardı; bunlar, ikiye ayrılırdı tabii; dişleri kavgada kırılan erkeklerin altın dişleri ve ağızlarını açtıklarında bir anda gülmeleri gerekmiş gibi parlayan kadınların iki altın dişi…  Türk folkloru ve şiiri bunu çok hor kullandı: Altın Dişli Hayriye!  Zeki Müren bile söylese kötüdür. 

Altın diş, zenginlik demektir. Bir de hikâye var aklımda: Biri küçük kız kardeşini dövüyor, dişini kırıyor, sonra gurbete gidiyor,  yetmişli yıllar, para biriktiriyor, dönünce kız kardeşine altın diş yaptırıyor. Böyle belalı bir kardeşlik işte! Ama kızda hala övünür, “abim” diye elini göğsüne vurup kocasını korkuturken, “benim abim dişlerimi altın yaptı, ya sen!” 

Son bir aydır dişlerim ağrıyor. Çalışamadım. Oyalanmak için diş edebiyatına verdim kendimi. İlginç resimler buldum. Bir minyatür ilgimi çekti. Bir adam, dişi ağrıyan bir adamın iki kolunu tutuyor; arkadan kancalıyor, dişçi de elinde pensemsi bir şey, dişi çekmeye hazırlanıyor.  Bu sahne aklıma babamı getirdi, arka dişlerinden biri ağrıyordu; babam ellerini arkasına bağladı, bir adam, kızgın bir iğneyle babamın dişlerini dağladı. Batı resminde de birkaç tablo dikkatimi çekti, bunlardan bir tanesinde adamın her bir kolunu bir adam tutuyor ve bir adamda çeneyi tutuyor; diş mi çekiliyor, işkence mi ediliyor, bilmedim… Tabii bütün bunları bende var eden, kendi diş hikayemdi…

Yaklaşık yirmi dört dişim kaplamadır, kendime ait dişlerimin sayısı çok azdır ve aklım fikrim dişlerimdedir. Dişlerimin benim için uzun bir tarihi vardır. Urfa’da, ortaokuldayken dişlerimi masaya vurmuştum. Bir kavga anıydı. Ağzım eğri kaldı. Lise bitince bizim Bozan, amcaoğlu diş hekimi çıktı, epeyce ilgilendi. Sonra buna polis, bekçi dayağı eklenince ağzımın şirazesi kaydı; bende vazgeçtim ama seneler sonra burnumu bir kaşıntı tuttu. Ne yapacağımı bilmedim. O zaman, Hayat Hastanesi’nde iyi bir diş hekimi vardı; bir arkadaşım beni götürdü, meğer ki bu dişim, seneler önceye gidiyormuş- dişin bir parçası yukarı çıkmış, zor bir ameliyatla çıkardılar. Doktor nasihat etti, her gün en az üç kez fırçala. Birkaç gün yaptım ama sonra vazgeçtim. Diş fırçalamak gibi bir alışkanlığım yoktu zaten. Mehmet abimin diş fırçası ve macunu getirdiği bir zaman vardı, sanırım hepimiz aynı fırçayı kullandık; mesele dişlerimizin sağlığı değildi, beyaz görünmesiydi. Yalnızca bu bizde böyle değildi. Çoğu kimsenin durumu böyleydi. Dişler kitap sırtı gibidir oysa, biri değerini izler, biri diğerini dinler ve yavaşça hepsi ağızdan sökün ederler. Kendime ait diş fırçası İstanbul’a gelince oldu.  

Diş ağrısı bitti mi? Bitmedi. Araya seneler girdi. Ağrılarım arttı. Arada diş doktoruna gittim. Her guruptan doktor arkadaşım vardı ama diş doktoru arkadaşım hiç olmadı. Bir arkadaşın arkadaşı üzerinden bir diş doktoruna gittim. Adam hiç dinlemedi, “estetik çok önemli” dedi ve benim, bir sürü hikâyesi olan altı dişimi çekti, takma diş yaptı; biri diğerini izledi, dolgular, takımlar. O zaman fark ettim, araba yedek parçacılarıyla tamircilerin ortak çalışması tıpa da sirayet etmiş. Ön dişlerimi masaya koyarken, ağlamasam da, tarihimin bir parçasının silindiğini fark ettim.  O gece yeniden Gorki’nin Ana’sını da okudum, baktım; dişle ilgili ne bulmuşsam altını çizmişim, dişle devrimcilik arasındaki bir ilişki de kurmuşum!  

Romanın ana kahramanı Ana’nın bir pencereye yaklaşması vardır, hala gözlerimin önündedir, sonra kollarını göğsünün üzerinde kavuşturup, gözlerini boşluğa dikmesi vardır; kaşlarını yukarı kaldırır, dudaklarını büzer… Ve nihayet çenesini sıkar, dişleri ağrır! Bir dişi diğerine meydan okuyordur. Pavel’in annesi, böyle olacaktır. 

Sonra işçiler vardır romanda, biri diğerinden yakışıklıdır, sonra birden “yüzleri isten kararmış” olan bu işçiler “aç insanlara özgü parlak dişlerini göstererek”  sokağa dalıyorlar. Sonra kötü adamların “iri ve sarı” dişleri var; dişleri gür kılların ortasında parıldıyor. Sonra sinirli olan kötü bir adam var, “ dişlerini gıcırdatıyor.” Sonra, sinirli olan Viasov var, “dişleri arasından” homurdanıyor.  Bu adamı hiç sevmedim. Hala da sevmiyorum. Bizim Urfa’daki, çoğunlukla Kürt bekçilere benziyor. Başka bir sinirli adam var romanda, dişleri, gücünü gösteriyor, dişleriyle konuşuyor, “saldırırım” diyor, “dişlerimle parçalarım onu.” Ve en sinirli olan puantör İsai Gorbov, ki bu adam, Ana’yı hasım biliyor, namussuzun önden gidenidir, dişlerini sıkıyor, “Vali ben olsaydım astırırdım oğlunu” diyor.  Oğlunu, astırırım sözü karşısında Ana’da diş kalmaz, sıkar, kelimeleri boğazında düğümlenir.  Hiçbir şey söyleyemez. Sonra en gıcık, sürekli sırıtan, sırım gibi olan da Ana’ya bakıyor, dişlerini sıkıyor. Dişlerinde inanılmaz bir alay var; gözlerini dikiyor, acı bir gülümsemeyle dişlerini gösteriyor; biliyor! Başka biri var, o da çok kötü bir adam; Vesovşikov, dişlerini göstererek bön bön bakıyor. Dişlerini göstererek, “size daha neler yapacağım” diyor. 

Romanda, dişler arasında konuşma da yok değil, var. Andrey kolunu uzatıp, sıkılı yumruğunu sallıyor. “Yasa hizmeti” diyor dişleri arasından. Devrimci romanlarda, sevimli sahneler de yakalamak mümkündür: Ribin’in dişleri beyaz ve sağlamdır; sivri uçlu bir çöple beyaz dişlerini karıştırıp durur; Urfa’da süpürge sapının bir dalı olurdu bu. Diş, yüzü ele veriyor bir başka yerde: “Geniş bir gülümseme vardı yüzünde. Beyaz dişleri görünüyordu. Sesi tatlıydı. Yüzü kaybolmuştu sakalın altında.” Ve burkan sahneler, komiser vuruyor. Adamın bütün dişleri kırılıyor. Adam kan tükürüyor, katı bir kan, hem de simsiyah… 

Ana’yı diş üzerinden okurken aklıma, bizim cezaevi edebiyatı da geliyor.  Her ağzını açtığında bir dişi dökülenler… “Dişim ağrıyor” diyerek annesiyle Kürtçe konuşamayanlar… Pislik yedirildiği için bütün dişlerini çekenler.  Nerden okursak okuyalım, halkımızın tarihi… 

Dişi en fazla takip eden cinsel organlardır tabii. İktidar dişe ve cinsel organlara düşmandır. İktidar Kürtlerin iki şeyini sevmez; dişlerini ve kuşlarını. Filmlerde bile sevişmesini bilmeyen, gülmesini bilmeyen, dişleri kötü kimselerdirler Kürtler. Bu yüzden gözaltına alınan herkes, iki elini hayâlarında tutar, sorulsa adı utançtır ama altında devasa bir hayat suyu akar. Erkeklik acıları, başkadır. Kadınların da elleri göğüslerindedir; süt. Bedenin ağrıları, acıları değildir, bunların bilinmez bir tarih oluşlarıdır…

Stoacılar, felsefenin köşe taşlarıdır. Çoğu intihar etmiştir. Diş iltihabından intihar eden stoacı filozoflarda vardır. Senaca, insanın, yaşaması gerektiği kadar yaşaması gerektiğini söylüyordu, ekliyordu: “Yaşayabildiği kadar değil.” Nedeni de şunda saklıydı: Gereğinden önce çekilen acı, gerektiğinde çekilen acıdan daha fazladır.   

İlginizi Çekebilir

Temel Demirer: Kadınlık Hâl(ler)i ve Mücadele Militanları
Hakan Tahmaz: Helalleşme İçin Kritik Eşik

Öne Çıkanlar