Devlet Bahçeli, bir yere geldi, buraya tek başına gelmedi, onu buraya biri getirdi ve bu biri içinde büyük bir biz vardı. Biz onu buraya getirdik. Eni sonu, sağ/ sol, eni sonu Kürtlerin var ya da yokluğu, eni sonu devlet olma ve olmama, birlikte yaşama ya da tek başına devlet olma ve en nihayetinde, birlikte yaşayacaksak, bu nasıl olacak sorusu etrafında bir adım atıldı ve bu adım bana göre geri atılmamalıdır.
Türkiye devlet olarak yüz yıldır, birden mürekkeptir, iki diye bir şey yoktur: Herkes Türk’tü. Bahçeli, bu biri kırdı, var olan ama görmezlikten gelinen ötekini/ yetmiş iki millettin bir arada yaşayabileceğinin ipuçlarını verdi ve eğer adımlar çoğalırsa tekbenci kapanmanın kırılacağını dile getirdi. Onu buraya, hiç komplekse girmeden söylemek gerek, Kürtler getirdi; Öcalan ve PKK getirdi. Bahçeli’de doğru söyledi: Öcalan gelsin, Meclis’te konuşsun ve umut hakkından istifade etsin.
Burası, gelinen bir yerdi. Burası doğru bir yerdi. Doğruyu söylemek, sadece sözlerin doğru olması değildi, konuştuğu, seslendiği kimselerin de bunu doğru anlaması, katlanabilecek bir yerde olması demekti. Doğru söylemenin kökeniyle ilgili ilk çalışmayı Foucault yaptı. Onun üzerinden sürdürecek olursam. Doğru söylemenin kökeninde her şeyi (Parhesia) söylemek vardır. Söyleyen kişi de aklına gelen her şeyi söyleyendi. Kişi doğruyu söyler, karşıdakilerin bundan ne anladığı beklenir, böylece söyleyen, bir kenara çekilir, seslenilen kimse ya da kitle de bunu düşünür; çünkü burada açık bir gönderme, açık bir eylem vardır; söylenen, kişinin kesin ve açık fikirleridir ama Bahçeli’nin bunu dile getirmesi apayrıdır; Bahçeli, burada salt konuşmacı değildir, salt kendi fikriyle ortaya çıkan biri değildir. Burada Türk ve Türklükte vardır. Bahçeli, Türkler, bu kanıdadır ve Bahçeli, söylediği şeyin öznesi konumundadır: Bu güne kadar söylenmemiş olanın dile getirilmesidir…
Bahçeli, aynı sözleri, bir dizi eylem sonrasında yine söyledi. Tekrar pekiştirmedir. Tekrar, “ben bunu düşünen kişiyim” demektir; tekrar “biz (Türkler) bunu düşünüyoruz” demektir. Tekrar kendini büyülemektir ve bu büyüyü sürdürmektir. Tekrar duadır, niyazda bulunmaktır. Bahçeli elbette sözün etkinliğinin farkındadır, nerelere gittiğini bilmektedir: Söz yalnızca bir söz değildir, taahhütte içeriyor, “ben” diyor, açıkça taahhüt ediyorum.
Nedir taahhüt?
Bahçeli, iktidar ortağı olarak taahhüt ediyor, toplumsal konumuna göre taahhüt ediyor, asker ve polisin bile yer yer partili olduğu bir ülkede, dinleyicilerine ve muhataplarına risk (radikal Türkçüleri karşısına alarak) alarak bu taahhütte bulunuyor…
Burada sınanmayacak bir şey vardır: Doğruyu söylemek sınanacak bir şey değildir. Burada ispat edilecek tek şey, Bahçeli’nin söylemindeki cesaretidir. Bahçeli cesareti kimden alıyor? Söyledikleri inandıkları mıdır? Söyledikleri, bu koşullarda mantıklı mıdır ya da koşullar mı onu, bunları söylemeye itmiştir. Burada yine taahhüt karşımıza çıkıyor; Bahçeli bir şeye inanıyor ve inandığı için beni ikna etmesi, bana cesaret veriyor; ben bu cesaretten güç mü alacağım, yoksa cesaretine cesaretle yanıt mı vereceğim?
Yanıt şu olabilir mi?
Bir insan niye doğruyu söyler. Doğruyu söyleyerek niçin risk alır ya da bir risk altındadır ve bu yüzden mi doğruyu söyler?
Nedir risk?
Bir şeyi söylemenin, yapmanın her zaman karşılığı varlık ya da yokluk/ ölüm ya da yaşam değildir. Risk, sorumluluk almaktır: Bahçeli, ben sorumluluk alıyorum demektedir. Buna Bahçeli’nin ve Türkçülüğün siyasal kariyeri de eklenebilir. Bahçeli, kendini tehlikeye atıyor, kendisiyle ilişki kurarak, Öcalan’la da bir ilişki kuruyor. Öcalan’a iki şey vaat ediyor; ilki umut hakkı, ikincisi, gelebilecek olan tehditlere karşı güvence veriyor. Bahçeli, doğruyu söyleyerek, ölümü göze alıyor. Ötelenin yanında yar almak, bizzat hemfikirleri ve kardeşleri tarafından öldürülmektir; Türk tarihi bunlarla doludur ama Bahçeli, göze alıyor. Sonuçta, bu göze almanın sonucunda kendisine bizzat şakirtleri tarafından tehditlerde savruldu; Ümit Özdağ’dan, Türkeş’in çocuklarına kadar tehditler geldi. Bahçeli, tehditlere yanıt vermedi, demin söylediğim gibi, doğru söyledi, bu engellenmek istendi ama ikinci kez, yine söyledi, söylediğimin arkasındayım dedi…
Bahçeli bu gücü bana göre, karşısındaki hakikat arayıcısından, Öcalan’dan aldı. Öcalan’da kısa mesajında kudretinin olduğunu söyledi.
Bahçeli, doğruyu söyledi, bir kelimenin altını çizdi: Meclis’te konuşsun. Doğruyu söyleyen kişi, doğruyu söylemek dışında, iki şey yapıyor; ilki, herkese bir adres veriyor; iki, herkese bir ödev veriyor. Adres: İmralı. Ödev: Kürtler ve Türklerdir. Öğrenciler, siyasi partiler, buna PKK dâhildir.
Adresin doğru anlaşıldığından eminim. Ödevini herkes yapacak mıdır? İlkokuldan beri bilinir. Kimi çalışır ödevini yapar, kimi ödevini başkasına yaptırır, kimi hastadır, rapor alır, ödevini erteler. Şu an bir sessizlik vardır. Doğruyu söylemek karşısında kendini sürgüne gönderen vardır, ceza alan, ceza veren vardır; bütün kesimler, doğruyu söyleyen, bunun için hiçbir zorlama duymayan kişi karşısında sessizdir.
Ödev aşamasında DEM Parti süreci yakından takip etti ve en son MYK’dan bir açıklama geldi, öneriler sundu: “Öcalan’ın konunun muhatabı olarak rol almasının önemi, kalıcı bir barış ve demokratik çözüm için temeldir (…)Kürt halkının hak ve özgürlük talepleri ise, bir ayrışma özlemi olarak değil Türkiye’nin demokratikleşmesinin, ortak ve eşit bir yaşam amacının bir parçası olarak görülmelidir (…) Öncelikle bu ülkeyi yöneten iktidara somut adımlar atma ve tecridi kaldırma çağrısında bulunuyoruz (…) Muhalefet, iktidardan daha ileri tutum almaktan ve cesur adımlar atmaktan uzak durmamalıdır.”
Son talebin muhatabı büyük oranda AKP olduğu kadar CHP’dir. Bu ortaya çıktı. CHP ilk başta elini şöyle bir kaldırmış ama daha sonra bir kenara çekildi. Öcalan bağlamında sessizliği tercih etmiş, Öcalan adını telaffuz etmedi, kayyumla birlikte CHP’li Küçükçekmece ve Şişli belediyeleri Kürtçe konserleri yasakladı. Özgür Özel’in bir masa etrafında bir araya gelip “meseleyi çözme” talebi, el kaldırması yarıda kaldı. Son sözü söyleyen/ söylemesi beklenen AKP’de somut bir adım atmadı. Anlaşılan AKP ve CHP eğer meseleye eğilmese, Bahçeli’nin doğru söylemesi ve Öcalan’ın “kudretim var” demesi boşa düşecektir.
Gelenin noktada elbette siyasilerin verecekleri hükümler önemlidir. Ancak, halkların da bir söyleyeceği vardır. Sanırım Cannetti’ydi, bir yerde şunu söylüyordu: “Gerçek cellât” diyordu, idam sehpası etrafında toplanmış kitlelerdir: Cellât Öcalan’ın canını almayacaktır, Öcalan’ın canını alacak ya da onu İmralı’da ölüme kadar tutacak olan Kürtler ve Türklerdir. Hal böyle olunca Öcalan, Marquez’in kahramanı gibi Kürtlere ve Türklere ihtimal şunu diyecektir: “Ben sizden de değilim, diğerinden de, ben ölüme dair yemin etmeyenlerdenim.”
Kürtlerinde doğruları vardır ve doğrulara kulak verilmelidir.
Kürtçeyle ilgili yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Kürtçe mahalli bir dil değildir. Farsça ve Arapça kadar zengindir. Kürtçe önündeki engeller kaldırılmalı, Kürt olmayanların Kürtçe öğrenmesi teşvik edilmelidir. Bu bir dildir, politik malzeme değildir. Kardeşlik birbirinin dilini bilmektir. Kürtçe salt edebiyat dili değildir. Kürtçe fen bilimleri alanında gelişmelidir. Devlette bu konuda seferber olmalıdır. Kürtler, Türkçeyi nasıl ana dili gibi sevip sayıyorsa, devlette, Kürtçeye, “dilimiz” demelidir; kültürümüz, tarihimiz demelidir. Üniversitede tezler Kürtçe yazılmalıdır, hiçbir kibre kapılmadan eğitim dili olarak Kürtçe yaygınlaştırılmalıdır. Gücümüzün belgesi silahlar değil, dillerimizdir; dillerimizle ürettiklerimizdir. Aynı hassaslık yalnız Kürtlere değil, diğer halkların dillerine de gösterilmelidir.
Cezaevlerinde siyasi tutuklular için genel af çıkartılmalıdır, hasta tutukluların tedavisi sağlanmalıdır. Buna bir kompleks değil, bir insan hakkı gözüyle bakılmalıdır. Uzun yıllardır hapiste kalanlara, çıktıkları zaman psikolojik destek verilmelidir; iş bulunmalı, yaşadığı uzun hapislik hayatının travmalarından kurtulması için yardım fonları oluşturulmalıdır. Af bu güne kadar, başbakanların eşleriyle anıldı: Rahşan affı gibi. Burada vicdan, kişide can buluyor ama gerçek af, hukuksuzluğun telafisi niteliğinde olmalıdır: “Sonsuz sayıda zorbamızın/ Gölgenin dibinde birinin kıpırdadığını anladıkları gün” (Viktor Hugo). İşte, o gün bugün olmalıdır. Hak aradığı için, kimse suçlu olmamalıdır. Hakkını aradığı için bir araya gelen ve hatta örgütlenen kimseler suçlu değildir. Bu toprağın insanları Yedi Askı şairlerinden Antere’yi sever, nedeni şu iki mısradır: “Açıktan belime yapışsa karnım/ El açmam aç yatar aç kalkarım.”
Seçimle iş başına gelenler, seçimle gitmelidir. Halkın seçtiklerini, halk götürebilir; halka bu güç verilmeli, halka güvenmelidir; halk, iktidarla zayıflatılmamalıdır. İktidar bir yükseklik değildir, iktidar yukarıdan bakma yeri değildir, burası, bir tehdit vermemelidir, yükseldikçe, Allah’a yakınlaş diyen sese kulak vermelidir.
Güçlü ve kabul edilir bir müzakere dönemi başlamalıdır: Af dile, boyun eğ ya da yasal olarak insan gururunu inciten itirafçılık gibi şeylerin yerini, güçlü fikirlerin ifadesi almalıdır. Onurdan, adaletten, özgürlükten, temiz ruhtan yüce bir değer yoktur; gerçek kadar acımasız, adalet kadar ödünsüz olmak gereklidir. Devlet aklı, anneleri bir araya getirmektir. Bir ülkenin yasa koyucuları kadınlarıdır; kadınlar, ülkenin farklı yerlerinde bir araya gelip ağlıyorlarsa, burada akıl yoktur, sadece devlet vardır ve bu devlet, erildir; sadece hükmeder. Dünyanın bütün sularının birleştiği bir okyanustur insan, imkânsız değildir hiçbir şey, ortak ufuk diye bir şey vardır, korkarak, bir birine boyun eğerek, sular bile birbirine karışmaz. Kant’ın Ebedi Barış’ta söylediği gibi, kararlı barışın şartı, “içinde gizlenmiş yeni bir savaş vesilesi bulunan hiçbir anlaşma geçerli” olmamalıdır.
Türkiye’nin Bulgaristan ve Yunanistan sınırları dışında kalan bölgelerin ağırlıktaki halkı Kürt’tür. Türkiye, komşu ve akrabalarıyla ilişkilerini geliştirmeli, savaş durumunun bitmesi için barış gücü olmalıdır.