“Sihirli bir biçimde birleştirilen iki parça hem bir teklik olmuştur hem de hata, duraksama, bunalım ve bekleyiş kaynağı” (George Perec, Yaşamı Kullanma Kılavuzu, YKY1996/ arka kapak)
Gandi, dünyanın önemli liderlerinden biridir: Çıplak bir adamdır. Ruhundan başka bir elbisesi yoktur. Çıkrıkla ip örerkenki fotoğrafı hepimizin belleğindedir. Bu yalnızca bir foto değildir; bu, doğadan aldığını tekrar doğaya vermedir. Bu çıkrık ona hapishanede verilmiştir. Çıkrıkla Gandi, bir yanda kendi elbisesini örüyor, diğer yandan yaptığı meditasyonla sanayinin ona verdiği gürültüden uzaklaşıyor, ruhuna çekiliyor ve bizi bu yarı çıplak adam bir sınava davet ediyor. Çıkrık yıllar sonra bir tüketim nesnesi olarak karşımıza çıkıyor: Mullock Müzayede Evi’nde yapılan açık artırmayla 80 bin dolara satılıyor. Buna kader dememiz gerekiyor. Gandi, çalışma olmadan servet, bilinç olmadan haz, karakter olmadan bilgi, ahlak olmadan ticaret, insanlık olmadan bilim, özveri olmadan din ve ilke olmadan siyasetin insanı günaha çağırdığını söylüyor. Öcalan buna hakikati de ekliyor. Ona göre “hakikat, varlığın özgürleşmesidir” ve “özgürlüğü olmayanın kimliği, dolayısıyla anlamı ve hakikati de olmaz.”
Öcalan’ın hakikati, bir ada hapishanesinde, tecrit altında olmasıdır ve özgür olmamasıdır. Türkiye yasalarına göre Öcalan suçludur, yargılanmıştır, yargılama sonucu ömür boyu hapse mahkum edilmiştir. Ancak ilerde geleceğimiz bir umut hakkı vardır; umut, kendimizle ilgili olandır, geleceğe ilişkin arzularımızdır, bu olmayınca, bu birilerinin eli altında tutulunca bizi bekleyen şey, korkudur, korku huzursuzluktur ve bu gün tecritle yalnızca Öcalan huzursuz değildir, Kürtler huzursuz değildir, komşularımızda huzursuzdur.
Oysa çalışma, bilinç karakter, ahlak, insanlık, özveri, ilke, hakikat; özetle, pek çok şey umutla elde edilir, gelecek umutla inşa edilir. Bugün bu meseleye sahip çıkmak, insan onuruna sahip çıkmaktır. İnsan onuru, İonna Kuçurdi’nin dile getirdiği gibi “sizin başınıza gelen değil, başkasının başına gelen bir olay karşısında, sizin nasıl bir tutum sergilediğinizle ilgilidir. Biz, insan onurunu uğradıklarımızla değil, yaptıklarımızla koruruz.”
Gandi, 1930’da Tuz Yürüyüşü’nü yapıyor. Hindistan’ın sahillerindeki tuzun Hintlilerin üretmesine, satmasına İngiltere izin vermiyor ve dahası, ağır bir tuz vergisi alıyor.
Gandi yürüyüş öncesinde İngiltere Valisi Lord Irwin’e mektup yazıyor: “Neden İngiliz egemenliğini lanet olarak görüyorum? Çünkü gitgide artan bir sömürü sistemi ve ülkenin dayanamayacağı kadar yıkıcı, pahalı askeri ve sivil yönetimle suskun milyonlarca insanı yoksullaştırmıştır.”
Mustafa Kemal, aynı yıl şunları söylüyor: “Milli his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin inkişafında başlıca müessirdir.”
İki yıl sonra dil devrimi oldu; bu Türkiye’de Türkçe dışında bütün dillerin yasaklanmasıydı. Bu anlamda Kürtçe hasara uğruyor, konuşan cezalandırılıyor: 5 Kuruş! Kürtçe konuşan biri, dilinden çıkan bir kelime için ceza ödüyor. Celadet Ali Bedirxan, 1933’te Mustafa Kemal’e mektup yazıyor: “Türklüğün en büyük peygamberi Ziya Bey, bu itibar ile Kürtçe hakkındaki hükmü sureti mahsusada kıymet ve ehemmeyeti haizdir.” Ama, dil yasağı kalkmıyor. Yıl: 2024. Kürtçe yasaktır. Öcalan, tecrit altında ve cezaevlerinde yüzlerce hasta tutuklu var…
GANDİ VE ÖCALAN
Gandi, tarih ve edebiyatla ilgileniyor; Tagore ve Tolstoy’a ayrı bir önem veriyor. Tagore’un şiirlerini, Tolstoy’un romanlarını okuyor, fikirlerinden etkileniyor; Tolstoy’un “Tanrı’nın Egemenliği İçimizdedir” metni Gandi’nin biyografisini yazan Romain Rolland’a göre Gandi için en önemli referanslardan biri oluyor. Bunun yanında, Tolstoy’un “Hindu’ya Mektup” (1909) yazması, Hindistan’ın sömürge olmasından duyduğu utancı dile getirmesi dikkate şayandır. Mektubun hikâyesi şöyledir: Free Hindusthan Gazetesi’nin sahibi Taraknats Das, Tolstoy’a bir mektup gönderiyor: “Açlık çeken milyonlar adına, Hıristiyan duyarlığınıza sesleniyorum, Bu davaya sahip çıkın.” Tolstoy, yanıtlıyor. Mektup, İngilizceye çevriliyor, Gandi tarafından yayımlanıyor. Mektupta protestolar, grevler; şiddet içermeyen her türlü eylem destekleniyor, bunların şiddet içeren devrimlere alternatif olduğu vurgulanıyor. Gandi, Tolstoy’a yazıyor, verdikleri kavgadan, kavgalarına dünyanın sessiz kalmasından söz ediyor, Tolstoy’dan yardım talep ediyor (Tolstoy, Gandhi, Mektuplaşmları, Vakıf Bank Yayınları, 2018).
Gandi, Tolstoy’un ölümünden yıllar sonra yazarın 100’üncü doğum günü münasebetiyle bir konuşma yapıyor. Tolstoy’un tarıma dayalı komünler oluşturma, toprağın işlenmesi, meyve ve sebze bahçeleri ekerek, bataklıkların kurutulması, böylece doğayı yüceltmesi, kölelik ve köleliğe bağlı mülkiyet anlayışını ret etmesi Gandi’yi etkiliyor. Tolstoy, bütün bunları kendi hayatında denemiş biridir; komün kurmuştur, burada eşitlik vardır, yemek bedavadır, çalışma saatleri vardır, mülkiyetin duygusu bile yoktur. Ayrıca etyemez, sigara içmez, küfür etmez.
Gandi, ilk yıllarda İngilizlere uyar. İngiliz kumaşlarından elbiseler giyer, saçlarını İngilizler gibi tarar, şık şapkalar olmadan sokağa çıkmaz, İngilizce öğrenir, bu ona ayrıcalık verir, böyle düşünür. Sonra bir gün, bütün bu görünümleri bir yana bırakır, içine yönelir. Öcalan’ın birinci dereceden şakirtlerinin bu benzerlikler üzerinden çok şeyler söyleyebileceklerinden buraya hiç girmiyorum.
Gandi, nasıl Tolstoy üzerinden bir şeyler söylüyorsa Öcalan’da Murray Bookchin’i (1921- 2006) dikkate alıyor; özgürlükçü sosyalizm, sosyal ekoloji, radikal antikapitalizm, toplumsal özyönetim, nükleer karşıtlığı gibi fikirleri benimsiyor ve en önemlisi, silahsız felsefeyi ön plana çıkartıyor: Komünalizm, herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre bir hayat.
Öcalan’da doğal toplumu ortaya çıkartmak istiyor, tekelci olmayan esnek, çok kültürlü, çok dilli bir dünya, ülke. Türkiye, bu fikirlerden uzak duruyor. Otellerin yapılması için ormanların yok edilmesi, kadınların eve hapsedilmesiyle bir yuva inşa edilmesi, kapitalizme iman eden kimselere cazip geliyor. Çevre denilince, mahallelerde kışın yağan yağmurla su altında kalan parklar akla geliyor; doğa, onlar için bir amaç değil, bir araçtır. Ne kadar çok elektrik santrali ne kadar çok gübre… Bu birilerini zenginliği anlamına geliyor. İnsan yaşadığı eve, kentte bile bir anda yabancılaşıyor. Öcalan, anladığım kadarıyla canlı, cansız her şeyde, insanın kendini eşit görmesini istiyor; insan kadar doğanın önemini söylüyor, türlerin sürdürülmesini öneriyor ve ihtiyaç fazlası tüketimin, insanı da tükettiğini ifade ediyor, özgür topraklar, özgür insanlar ve sade bir yaşam öneriyor; ne alt, ne üst, tek kelimeyle eşit ve özgür bireylerin bir araya gelerek mutlu olmalarını diliyor; doğaya müdahale edilerek, insanın geleceğine müdahale edildiğini dile getiriyor, teknolojinin yanlış kullanımıyla toprağın çoraklaşmasına itiraz ediyor, evlerin, apartmanların yükselmesiyle insanın yalnızlaştığını, yabancılaştığını söylüyor.
Ekoloji, sadece çevre ve onun korunması değildir; insandır. Sanayileşen devletler, doğaya böyle bakmazlar, doğa onlar için ekonomi üreten bir güçtür ve bu güç daha ileri gider, “beyaz adama” döner, onun fabrikasının dumanın verdiği zararı düşünmez, kanalizasyonların nehre akıtılmasından bir rahatsızlık duymazlar; mesele onlar için kendi ekonomileridir, tek amaçları kazanmaktır; doğa ve insanın ne kaybettiğini düşünmezler; mesele onlar için malidir ve bunun insanlığa maliyetiyle ilgilenmezler.
Öcalan, Türkçeyi, ilkokulda öğreniyor. 70’li yıllarda, bir üniversite öğrencisi olarak büyük kentte geliyor. Eğer okulu bitirirse, ona açılmayacak kapı yok ama Deniz asılıyor, Mahir vuruluyor, Kürtçe konuştuğu için insanlar aşağılanıyor; Kürtler ya doğulu ya şarklı ya da ezberletilmiş tarih kitaplarına göre kart kurt sesleri çıkartan Türklerin dağda unuttukları; Kürt büyükleri de ya şaki ya vatan haini; Şeyh Said, Seyit Rıza ve daha niceleri ilk akla gelenleri… Tarihe girecek değilim burada, 1978’de, 22 arkadaşıyla partileşme kararı alıyor, 20 yıl, silahlı mücadele veriyor, bu arada Kürt sorunun çözümü için 1993’ten itibaren çözümler öneriyor; 2013 yılında çözüm süreci başlıyor; süreç, kibre yeniliyor.
Bugün her yanıyla tıkanmış bir yönetim var. Öcalan, tecrittir; tecrit, ekonomiden siyasete, hayatın her alanını etkiliyor. AKP, bir arayışa girmiyor. AKP, ilk başlarda çözümden yana tavır aldı. Ancak giderek MHP’lileşti ve bu MHP’lileşme, onu bitme aşamasına getirdi; son anketlere göre AKP eriyen bir partidir. İlk kez iktidardan daha güçlü bir muhalefet var ve bu muhalefet, Kürtlerle bir yere geldi ama şimdi Kürtlerin sorunlarından özellikle uzak duruyor.
Hafıza çok şeydir, tazelemek gerekiyor. Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği günlere dönelim. İlk dikkat çeken kişi Hasan Uğur’du; Uğur, Öcalan’ı ilk sorgulayan kişiydi ve Öcalan’ın söylediklerini, infial yaratımı için kullandı, ilk görüntüleri Ulusal Kanal’da yayımlandı. Uğur daha sonra tutuklandı; cezaevinde “Abdullah Öcalan’ı Nasıl Sorguladım” diye bir kitap yazdı. Kitap, Kaynak yayınlarından çıktı. Uğur, 2014’te siyasete girdi, kazanamadı, 2018’de Vatan Partisi’nin genel başkan yardımcısı oldu. Görüntülerin yayılmasının, kitabın aynı merkezden olması tuhaf değil mi?
Talat Şalk, Öcalan’ı sorgulayan savcıydı; 2002 yılında, DYP’den siyasete girdi. Mehmet Ağar, DYP’nin genel başkanıydı. Şalk, “İmralı’da Öcalan’a Sorulu” adıyla bir kitap yazdı. DYP, Tansu Çiller’e ve sağa dönük bir partiydi ama Şalk’ın kitabı Cumhuriyet Gazetesi’nin yayınevi olan Cumhuriyet yayınları arasından çıktı; CHP, Cumhuriyetle iç içe değil mi?
Öcalan’ı yargılayan hâkim Turgut Okyay, emekli olduktan sonra siyasete girmek istedi, ilk çaldığı kapı CHP’ydi. Onun deyimiyle CHP, “Apo’yu yargılayan hâkimi partiye alırsak, Kürt oylarını böleriz” dedi (Sabah, 13 Mart 2006) ve onu vekil yapmadı. Okyay, 2015’te Vatan Partisi’ne geçti, başkan yardımcısı oldu. Okyay, kitap yazmadı ama çok eski yıllarda bir şiir kitabı var: Sevgi Doruklarında. Kitap için “şiir kitabı” deniliyor ama okuduğum birkaç şiir, şiirden çok bildiriler: “Körpe zihinleri körelten/ Çağ dışı gerici eğitim/ Yobaz din adamlarına/ Dur diyebildim mi?/ Kendi dilimle ibadeti sağlayabildim mi?”
AK CHP’NİN TECRİTLE İLGİLİ DÜŞÜNCESİ NE?
Öcalan’a uygulanan ve üç yılı aşan tecrit HDP ve DEM dışında hiçbir partiyi ilgilendirmedi. Ne insan hakları bağlamında ne de tecrittin yarattığı kriz bağlamında. Bir zamanlar Öcalan’la görüşme yapılmıyor diye soranlara, “Mehmet görüştü” diye yanıt veren Erdoğan’da hiçbir şey söylemiyor. Erdoğan, çözüm süreciyle en önemli tarafıydı ve şimdi, suskun olduğuna göre o da başka bir tecrit altında olmalı; bu, kitle tecridi de olabilir, muhalefet tecridi de. İlginç olan CHP, Erdoğan’ı sürekli “bölücü başıyla masaya oturmakla” itham etti. Şimdi ekselansları AKP’nin yanında duruyor, evet dediğine evet, hayır dediğine hayır diyor.
Geldiğimiz noktada ise Kürt Sorunu, tecrit, sınır ötesiyle ilgili çözümlerin adresi yalnızca AKP değildir, hatta CHP, çözüm noktasında ve güç açısından AKP’nin ilerisindedir. CHP (Özel, İmamoğlu, Yavaş) bir hafta tecridi dile getirsin, hatta kendileri “biz görüşelim” desin, ısrar etsin, sorun çözülmese bile, çözüm için adım atılmış olur. Hiçbir şey olmazsa moral bir değerdir. CHP bunu yapmak istemiyor mu? Hayır, bir emare var mı? Yok!
31 Mart Yerel Seçimlerinden önce, Kılıçdaroğlu’da bir dizi kumpasla derdest edilince CHP, herkese ve her kesime mavi boncuk dağıttı. Genel seçimleri kazanabilirlerdi ama ekonomiyi düzeltecek kadrosu yoktu, ikincisi Kılıçdaroğlu’nu elemek gerekti, bunun için de İmamoğlu ve Yavaş kartı oynandı, Akşener sahneye çıkartıldı; Kürtlerden uzak duruldu, hatta Kürtlere “nasılsa mecbursunuz” muamelesi yapıldı. Sahne İmamoğlu, Özer ve Yavaş’a kalınca sıkı bir AKP karşıtlığı yapıldı, yerel seçimleri kazandılar ve şimdi, Kürt meselesi, Suriye ve tecrit konusunda en sessiz parti durumundalar. Özel Erdoğan’la görüştü ama bu görüşmelerde ne konuşulduğu hakkında bilgi alınamadı. Seçimden sonra DEM’li belediyelere kayyum atandı ama CHP, kayyumla ilgili çok mahalli davrandı, ziyaretleri, altın günleri gibiydi. Kayyum eylemlerinin hiçbirine katılmadı, şöyle bir usulen kayyuma karşı olduğunu bildirdi, AKP’yle görüşmeleri sırasında bunu dile getirmedi.1 Mayıs’tan itibaren de iktidar ortağı olduğunu adeta deklere etti, muhalefet yerini, perde arkasında iktidarla koalisyona bıraktı. CHP’nin tecrit politikası, Suriye politikası, Irak politikası, kayyum politikası nedir? İktidarla aynı fikirde değilse, gerekli duyarlığı niçin göstermiyor, tecritle ilgili bir fikri niçin yok?
CHP büyüyor, anketlerle de bu dile getiriliyor; anketlere göre DEM’de oy kaybına uğruyor. CHP, Kürtlerin hayati meselelerinden uzak duruyor. Bir zamanların AKP’si gibi davranıyor; AKP, Kürt sorunuyla ilgileniyordu, Erdoğan belediye başkanıyken danışman ve müdürlerinin çoğunu Kürtlerden seçiyordu, zamanla bu eğilim, yerini “Kürdünü yaratmaya” bıraktı. CHP daha kötüsünü yapıyor, ayakkabılarına ayak arıyor. Bir yandan kendine Kürt arıyor, diğer yandan DEM’i marjinalleştiriyor. Zaten sinirli ve asabi olan DEM’den kim kopsa, kapısında bitiyor, son seçimlerde zarını Diyarbakır’da attı, şimdi de bu arayışını güncelliyor.
Elbette bir parti güçlenmek ister ama bunu programla, icraatla yapması gerek; CHP, bir şey söylemeden, bir şey yapmadan kendini var etmek istiyor. Buna siyaset dilinde, güç deniliyor, sanıyor ki güçlü olsa, yanına gelecek herkes, sanıyor ki Kürtler, yığınlar!
YALNIZCA TABLO OLMAYAN BİR TABLO
CHP, İmamoğlu’nun belediye başkanı olmasıyla yükselişe geçti. İmamoğlu, kendisinin de sıkça söylediği gibi tek başına kazanmadı; AKP karşıtı bütün partiler, İmamoğlu’nda birleşti ve en büyük katkıyı da Kürtler yaptı. Ama İmamoğlu, Kürtleri, Kürtlerin o zaman oy verdiği HDP’yi telaffuz etmekten çekindi. Konuşmaktan ziyade, görselle dayalı eylemlerde bulundu; Batman’a “Bir Kürt arkadaşının” kirvesi oldu, Diyarbakır’a gitti, burada kral gibi karşılandı. İmamoğlu, Diyarbakır’a eli boş gitmedi, bir armağan/ hediye götürdü. İmamoğlu, Büyükşehir Belediyesi duvarlarından indirilen bir tabloyu HDP’lilere hediye etti. Tablo yüzlerce Mustafa Kemal tablosundan, birkaç küçük farkla, biriydi. Bir tablo da görülen kadar, gizlenenler şeyler de önemliydi ve tablo armağan edilince bunda tablodan ziyade, mesaj da dikkat çekti, yoksa bile bir mesaj, bu verildi. Armağan amaç taşır; yüreklendirir, korkutur, motive eder, bazen, bir özür dileme, bir ödüllendirmedir, siyaset söz konusu olunca armağan kendini gösterme, büyük bir etkinlik alanı olarak dikkat çeker.
İlk armağanı düşünelim: Tanrı, Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a Pandora’yı gönderir. Prometheus, kardeşine “armağanı kabul etme” der ama Epimetheus, Pandora’nın güzelliğine dayanaman, kutuyu açar; kutunun içinde hastalık, keder, ızdırap, yalan, riya, şehvet vardır ve bir anda, bütün bunlar “kuş gibi” uçmaya başlarlar. Kitteki kuş imgesi her zaman dikkatimi çekmiştir. Söz edilen kötülüklerin tümünün tersini söyler. Mitte, kutunun içinde başka bir şeyin olduğu da söylenir, bu da umuttur ama, diğer şeyler o kadar baskındır ki umut bir türlü kanatlanamaz.
Marx, Londra izlenimlerinin birinde mağazalara bakar, vitrinler cam gözlerinin gerisinde bütün zenginlikleri sunurlar. Ama bu mallar, kısa ve özlü etiketlerle onurlandırılmışlardır: Sterlin, şilin, peni… Marx, kederlenmiş olmalıdır: Malların üzerine kazılı olduğu rakamların “beyaz etiketleri” garip bir “alın yazısı” gibi dururlar. Ya alınacak ya armağan edilecekler.
Baudrillard’ın hınzırca “artı zevk” dediği şeyin belki de ilk gözlemleridir: Burada ve her yerde armağan verenin ayrıcalığını korumasından kaynaklanıyorve tek çözüm öneriyordur: “Karşılık vermenin ya da yanıtlamanın imkansızlığı.”
Armağan güç bir şeydir, kimi bağları, ağ haline getirir, duygusal ve düşünsel bir şantaj alanı açar; anılar ve kişilerle ilişki kurulduğunda kederi de sevinci de yanına alır; çünkü almak ve vermek söz konusudur. Marcel Mauss’a göre eski toplumlarda armağan verenin ruhundan bir parça taşırdı ve verilen nesne karşı tarafın ruhuna da işlerdi; ruhun taşıyıcısı eğer armağana karşılık veremezse ölümüne bile neden olur.
Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt’te armağan vermekten asla geri durmayan ve bunu bir çıkar, karşılık beklemeden yapan Zerdüşt, sadaka ve yardımın, armağanın karıştırılmaması gerektiğini söyler. “Çünkü acı çekenleri acı çekerken gördüğümde onlar adına utandım, onlara yardım ettiğimde, onların gururunu fena incittim. Büyük iyilikler, şükran borcu değil, intikam duygusu yaratırlar ve küçük bir iyilik unutulmadığında, kurt gibi kemirmeye başlar, iyilik görenin içini. Alırken kırılgan olun! Alıyor oluşunuzla gösterin kendinizi”
60’lı yıllarda Georges Bataille, armağana geri döner; Lanetli Pay’da “armağan” ve “fayda” üzerinde durur; Buna göre “Homo Economicus” kendi çıkarını düşünen egoist, hedonist bir bireydir ve bu birey armağanla, verilen nesneyle liderlerin çıkarı için başlatılan bir döngüyü hedef alır. Derrida döngü üzerinde durur, “armağanın” karşılılıktan muaf tutulması gerektiğini söyler, çünkü dolaşıma giren nesne tekrarı yinelemekten ileri gitmez: Reçete, hiçbir ekonomik çıkar gözetmeden yapılan, “koşulsuz misafirperverlik.”
Tablodan devam delim mi? Tabloda altı kişi var; ikisi siliktir, dördü ise ayan beyandır. Altı kişiden her birini CHP’nin bir oku olarak düşünebiliriz miyiz? Evet. Altı kişinin kıyafetleri ve ifadeleri üzerinden de bir şeyler söyleyebiliriz. Tabloda dikkatimizi çeken oldukça besili ve şık olan iki kişinin önünde Mustafa Kemal ve yoksul, zayıf, yalvarır gibi konuşan bir adamdır, derdini anlatamıyor. Mustafa Kemal’in bakışları burada da çok önemlidir; doğrudan, adamın gözlerinin içine bakıyor… Adam konuşuyor, dili yetmiyor, kamburuyla konuşuyor, elliyle konuşuyor. El, Sokrates’ten bu yana, dışarı uzanan beyindir, adamın elleri, sözlerine tercüman olamıyor, elleri halini anlatmaya yetmiyor.
İmamoğlu, geleceğin Cumhuru olabilir ama ben, bu tablodaki adam değilim. O adamın kim olduğu, hangi milletten olduğu da önemli değildir; adamın şimdiki hali kötüdür; ekonomisi çökmüştür, kıyafeti kötüdür, ev kirasını ödeyemiyordur, Kürt’tür belki, dilini de konuşamıyor, halayını çekemiyor, o adam, bütün ezilenlerdir ve hala, ağzına kulak, kalbine sevgi bulamıyor, şunu söylüyor: Sen dilimi konuşmadıkça, senin dilinle bile sana bir şey anlatamıyorum ben! Dertlerim var? Nedir ki derdim? İster Osmanlı üzerinden konuşabiliriz, istersen Cumhuriyet üzerinden…
AK CHP’NİN UFKU
CHP, DEM’le hareket eden bileşenlere de göz kırpıyor; Genel ve Yerel seçimlerde gördük, TİP, bileşen olmasına rağmen, ilk açıklamayı yaptı, CHP’den yana tavır aldı. Hatta ergen bir vekilleri Kılıçdaroğlu’nun bile kabul etmediği Kürt ve Aleviliğine dikkat çekti, buradan bir cumhur çıkmaz dedi. Şimdi temenni edilen manzara şudur: Sol,70’lerde olduğu gibi CHP’de bir araya gelecek, Kürtler zayıflatılacak, hatta Kürtler, kullanışlı bir iç politika malzemesi olarak kalacaklardır.
Halkın içindeyim, unutulan bir şey var, o da şu: DEM bile buna tahammül etse, Kürtler izin vermeyecekler. Nedeni, Kürtler artık kendilerini oy olarak görmüyorlar, hatta “Kürt oyları” lafından nefret ediyorlar. Kürtlerin çıkarları yok, fikirleri var; fikirlerinin mimarlarını da tanıyorlar.
AKP bitiyor, CHP büyüyor! CHP, eğer Kürt meselesine samimi yaklaşmasa, yine yüzde 12 civarında bir partiye döner. CHP, üç isim üzerinden dönüyor: Ekrem İmamoğlu, Özgür Özel ve Mansur Yavaş. Bu üçü de cumhur adayı olarak gelecek zaman diliminde yine karşımıza çıkacaklar. Ancak bu üçü, üç parti gibi… İmamoğlu, Kürtlere “dostum” diyor, Özgür Özel, hiçbir şey demiyor, sürekli iyi dileklerini, temennilerini iletiyor, iktidarın danışmanı rolünde; Yavaş, her konuda açık ama Kürt meselesi söz konusu olunca Bahçeli’den eksik kalmıyor, hatta kimi zaman Ümit Özdağ ve Meral Akşener’in gözbebeği olabiliyor. Denklem kuracak bir potansiyeli var: MHP ve CHP’deki ulusalcıları, milliyetçi partileri yanına alabilir. Her şey Kürt karşıtlığı üzerine değil mi zaten? CHP, Kürtlerin desteğine rağmen, hatta göz bebekleri dedikleri DEM’i bile zayıflatma adına CHP’ye güç verdiler, Kılıçdaroğlu’nu desteklediler ama CHP, hala Yavaş’ı Kürt meselesinde ikna edememişse, Kürtlerin gelecekle ilgili derin kaygılar duyması gerekir. Yavaş, bir kişi değildir, bir kesimdir; milliyetçi kesim şu an ona odaklanıyor.
Bağlarken, acil sorunlar var: Tecrit, Suriye Savaşı, kayyum ilk akla gelenler ki bunlar çözülmeden ekonomi de dibe vuracaktır. CHP, iktidarı hedefliyorsa ve sahici refahı vaat ediyorsa, kitlesini ikna etmeli; Türkler, Kürtlerin haklarını savunmalı, dillerini öğrenmeli; genel affı dillendirmeli, hasta tutukluların tedavisiyle ilgilenmeli, sahici bir dış politikası olmalı; komşularıyla ilişkiler kurmalı; İran’da Kürtler asılıyor, kadınlar başörtüsü takmak istemedikleri için sokak ortasında infaz ediliyor; Suriye, üçe bölündü ve en büyük parça da Kürtler, Türkler, Ermeniler, Araplar bir arada yaşıyor, bu kardeşliğe komşu olarak omuz vermeli, tecride dur demeli. Niye mi? Çalışma olmadan servet, bilinç olmadan haz, karakter olmadan bilgi, ahlak olmadan ticaret, insanlık olmadan bilim, özveri olmadan din ve ilke olmadan siyaset, insanı günaha çağırır. Öcalan buna hakikati ekliyor: “Hakikat, varlığın özgürleşmesidir” ve “özgürlüğü olmayanın kimliği, dolayısıyla anlamı ve hakikati de olmaz.”