Hüseyin Rahmi Gürpınar, Türk edebiyatının kendine özgü yazarlarındandır. Bir edebiyat akımına bağlı olmamıştır. Genel anlamda natüralizme dâhil edilir ama bu akımla kurduğu ilişki yazınsal düzeydedir. İlk Romanı Ayine “Şık” önce Tercüman-ı Hakikat gazetesinde (1888) yayımlanmış, daha sonra Kırkambar Matbaası tarafından kitap haline getirilmiştir. Gürpınar 80 yıllık hayatının 68 yılını yazarak geçirmiş, toplam 41 romana imza atmış; yüzlerce kahraman yaratmıştır.
Gürpınar’ın mekân olarak romanlarında İstanbul vardır ve burada pek çok ulus yaşar; Türkler, Rumlar, Ermeniler içiçedir ve hepsi, insan ulusuna bağlıdırlar. Doğasıyla çok kültürlü bir şehir hayatından kesitler verir; dünyanın farklı ülkelerinden insanlar da ya burada yaşar ya da bir süreliğine buraya gelmişlerdir; İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler, Almanlar, Ruslar gibi. Biri diğerinin dinine ve diline müdahale etmez. Birini iyi yapan dini, dili değil, karakteridir.
Gürpınar’ın romanlarında dikkatimizi çeken kesim savaş zenginleridir. Bunlar yağmur yağarken küplerini doldurmuş kimselerdir. Savaş sırasında acıyı paraya çevirmişlerdir; sandıklarda ekmek arası katık olsun diye saklanılan kuru incir ve üzümlerin bile çamura düştüğü zamanda bile onlar, yağ, şeker, pirinç ve buğdayı ambarlarda saklamışlardır (stokçuluk onlarla başlar). Kendi aralarında konuşurken gülerek, bulgurculuk yaparak voleyi vurduklarını söylerler.
Bu adamlar başkasının yaşadığı savaş anılarını anlatır, bu anılar sırasında karşıdakine sanki kendisi yaşamış duygusu verirler.
Bu adamlar genelde kısa boylu, tıknaz, şişman, yüzleri kanlı canlı ve hareketlidirler. Yanakları, elini uzatsan kan fışkırır. Genelde üç erkek, bir kız kardeştirler; ağabey şişman, ortanca tıknazdır ama, en küçüğü tedbir niyetine zayıf bırakılmıştır. Hatta onu usulünce derdest edip bizim de bir fakirimiz var havasını verebilirler. Cimridirler. Kentin en ucuz lokantalarını onlar bilerler. Koca koca donları vardır, eşleri elleriyle dikmiştir. Yamalı çorapları vardır. Hatta bunların yıkanıp bahçeye asılması onları mutlu eder. Para yoksa insan hiçtir.
Bu adamların geldiği yer vurgunculuktur. Kızların el işlerini köylerde ucuz fiyata alıp şehirde “kültürümüz” diye pahalıya satarlar. Kültürlerine dikkat ederler. Bu yüzden yoksul yakınlarını kenar mahallelere yerleştirirler, arada yanlarına gidip pirinç bırakır, hasta biri varsa, yastığının altına cep harçlığı bırakırlar. Yoksul her zaman iyidir, sırası geldiğinde alacağı almak için, alacak kadar önemlidirler. Siyasete girmek isterler. Ev içinden birinin siyasete girmesi mutlu eder onları. Siyasetle, iki şey yapmak isterler: Saygı ve paralarını güvence altına almak. Bu adam-lar martıyı kesip tavuk, kediyi kesip tavşan diye insana yedirebilirler. Hep yaşarlar.
Bu Bu adamların dinleri, imanları, vicdanları, ideolojileri çıkardır. Ama bir parti başkanı ile arayı iyi tutarlar. Bir din adamına gönül verirler. Eşlerini bir tekkeye gönderirler ya da eşleri bir tekkeye gider. Evleri Kâbe’ye bakar zaten. Komşuları ile çok konuşmazlar. Fazla söz, duaya katran gibidir. Onlardan bir tek, remil ve cifir ustaları para sızdırırlar. Bir de el yazmaları satanlar.
Bu adamlar için kadının önemi yoktur. Bunlar için kadın ve çorba birdir, ikisi de kaşık içindir; ahlak ve açlık birdir.
Bu adamlar kızlarını ve kızkardeşlerini subaylarla evlendirir ve derler namusumuz vatanı koruyanlara teslimdir. Oğullarını ise kendilerine benzer biriyle evlendirirler ya da
bir gazi yakının kızı- kızkardeşi. Garip olan Bu adamların eşlerinin onları sayması ve sevmesidir. Sıkıntılı zamanlarda bu kadınlar faizle para bulurlar. Satılacak mal biriktirir ve bu malı bir kenarda saklarlar (altın), ayrıca gizli paraları vardır. Bu kadınlar hesap vermezler. Hesap soranlar onlarda ikiye ayrılır: Soyunurlar onlara, düşman olurlar onlara.
Bu adamlar çocuklarından dolayı eşlerini bırakmazlar (çocuk yatırımdır); sadık eş rolünü alırlar. Eşlerini her gün yenen bala benzetirler. Çocukları yaşındaki kızlara zarf atarlar, hatta birini bulurlar, soran ya da ayıplayanlara “emektar eşimde iş kalmadı” diye karşılık verirler. Onu cami hocası bile anlayışla karşılar: Atar bir nikâh. Ne de olsa nikâhı imam, aşkı şeytan kıyar. Dertleri evlenmek değildir zaten, tek kelime ile eğlenmektir. Bu yüzden genç kızların gözlerini boyar, ayıptır yazıktır diyenlere de “acıya acaya zakkuma döndüm” derler. Gerçek ise şudur: Eşi yaşlanmıştır ve kendisi de bu yaşlanma korkusundan bir sevgili bulmuştur. Bu yüzden eşleri kahırdan ölür. Bu mahluk romantik olabilirler bazen; ölen eşinin eşyalarına dokundurmaz mesela ama aynı şeyi metresi için de yapar; naziktir, şen, şakacı, hatta bu hallerin birbirine katılmış hali olan garip bir sevimliliği bile vardır. Bazen metres ya da sevgiliden korkar, çünkü soyarlar; bu yüzden zarar vermeyen aşklara yönelir, kerhaneleri sever, kerhane patronu ile araları iyidir zaten.
Bunlar ar, haya, haçça, gurur, iffet, şeref, haysiyet, adap, gelenek, merhamet, sevgi, saygı nedir bilmezler.
Bunlardan biriŞıpsevdi’nin(1911)kahramanlarından biri olan Kasım Efendi’dir. Onun karşısında da Meftun vardır. Meftun, Paris’te kalmış, daha sonra memleketine dönmüş biridir. Burada bir süre yaşadığından dolayı züppe diye tanımlanmıştır. Meftun,faizci Kasım Efendi’ninçirkin ve cahil kızı ile evlenir. Diğer yandan da kendi kız kardeşini de babam ölsün de yerine geçeyim diye düşünen Kasım’ın oğlu ile evlendirmek ister. Plan tutar. Çok geçmeden Meftun, kayınbiraderini babasının senetlerini çalmaya ikna eder. Bunu bir hırsızlık değil, hak sayar:
“Çok safsın Mahir, çok (…) Çünkü saf adamlar, bir takım hile yapan insanları zengin etmek için çalışırlar (…). Sermaye ve akıl sahibi olmayı hak sayarak yüzlerce kişiyi çalıştırıp onların emeklerinin gelirini bir veya bir kaç adamın kendi kasalarına indirmeleri gibi adaletsiz bir usül sürüp gittikçe bu dünya düzelmez. Demek ki sen hırsızlığa aşağılık halkın verdiği anlamı veriyorsun. İnceleyelim. Milyonlarca lirası olan bir adam bu zenginliği nereden kazanmış. Dünyada bulunan parayı ve geliri nüfus başına bölersek herkesin payına büyük bir şey düşmüyor. Nasıl olmuş da o milyoner, o bir tek adam, binlerce insanı kendi paylarından yoksun bırakarak kasasına, yahut imzası altına o kadar zenginliği koymuş. Bunu kazanç adı altında insanlardan çalmış”(İstanbul 1946, s, 394)
Gürpınar halkçılıkla sınırlı kalmayan tipler yaratarak “ekonomik adaletsizliğe, sermaye ve sömürü düzenine” değinen (iki sayfalık bir metin de olsa) bir ilk yazardır. Meftun’un kayınbiraderine yaptığı “nasihetlerinde” Gürpınar bir yandan Pierre- Joseph Proudhon’un (1809- 1865) mülkiyet kavramına (Mülkiyet hırsızlıktır), diğer yandan halkçılığa dayalı bir sınıfsallıkla bize sosyalizmin işaretlerini verir.
/Nupel/