Lisede roman hastasıydım ki halen öyle, aklım fikrim roman; yazarların hayat hikâyeleri ve siyasal düşünceleri de buna eklenince, roman, yazar ve kahramanlarıyla birlikte hayatın içinden bir kahramana dönerdi, o zaman her şeyin yalan olduğuna kanaat getirirdim; her şey yalandı, hiçti; onlar, yazarlar ve kahramanları zaten benim, bizim yerimize konuşuyorlardı, benim, bizim konuşmamızın ne anlamı vardı!
Ve kavga, yazarların kavgaları müthiş bir keyif verirdi, edebiyat öğretmenlerinin Mehmet Akif- Tevfik Fikret kavgasını anlatmaları, eğer öğretmen solcuysa Fikret’i, sağcıysa Akif i tutması güzeldi; bunun devamı belliydi: “Nazım Hikmet ve Peyami Safa” kavgası!
Edebiyat kavgalarına yıllar sonra iki isim daha eklendi: Albert Camus ve Jean Paul Sartre!
Camus ve Sartre kavgası, Camus’nün ne kadar Cezayirli olduğuyla sınırlı kalması babında hâlâ günceldir; sözgelimi Edward Said, okurları ve eleştirmenleri yerden yere vurur, ona göre Camus’nün yapıtlarını “insanlık durumuna ilişkin yapıtlar olarak yorumlayıp işin kolayına kaçmamak gerekir.”
Camus ve Sartre edebiyatı kavrama bağlamında güzel birer imkândırlar; Sartre salt edebiyatçı kimliğiyle dikkat çekmez, önemli bir filozoftur da; Nobel’i reddetmiştir, dahası, sömürgeciliğin bir sistem olduğunu söylüyordur, Fransız askerinin tecavüz ettiği Cemile için de “Cemile, Fransız, aydınlarının namusudur” diyordur
Köyler boşaltılıyor, kadınlara, erkeklere tecavüz ediliyor ve bir adam “Copla tecavüz ediyorsunuz” sorusuna hiç utanmadan “Bizim taş gibi taş gibi askerlerimiz var,” diyor ve pek az kimse sesini çıkartıyor. Yıllar sonra, çalıştığım gazete yasaklandı, muhabirleri öldürüldü, kimi aydınlar dayanışma olsun diye gazeteyi caddede sattı ve akla gelen ilk kişi Sartre oldu, onun tavrı…
Bir tavır olarak Sartre, hayatın sözlüğünde yer alırken Camus bütünüyle Batı’nın vicdanı ve bilinci olarak karşımıza çıkar. Öldüğü zaman- ki bir trafik kazasıdır, çantasından yazdığı romanın dört ayrı şekilde yazılmış nüshaları kaldırıma yayılır, bu bir şiirdir ve bu adam, pek iyi bir tanım olmasa da, faşizmin bir veba gibi yayıldığını söylemektedir: Yabancı diyerek, Başkaldıran İnsan diyerek, Mutlu Ölüm diyerek.
Hem Sartre hem de Camus iki göz gibi, insanın beyninde açar, garip bir şekilde insanı etkileri altına alırlar. Bu etki, bizden önceki kuşakta, 70’li yıllarda daha belirgin bir şekilde görülür. “Kaçtım, tazeliğini yitirmiş sevimli çocuk rolümü ışıkta yeniden oynamaya gittim. Boşuna. Ayna ne zamandan beri bildiğim şeyi öğretmişti bana: Korkunç derecede doğaldım. Bir daha hiç toplayamadım kendimi.”
Bu sözcükler ne kadar şiire yakındır ve kim bilir kaç şair etkilenmiştir bundan. Alıntıdaki maksat, etkidir, sözcüklerin büyüsüdür, sözle oyun değil, sözdeki insan varlığıdır. Bu varlık kuşkusuz cezp eder, kuşkusuz beynin içinde eriyen bir kalbin atışlarını söyler. Şiirsel dil, her zaman direniştir. Bunları söyleyen adam, bir süre sonra kendini hırpalamaktan da çekilmez, dükkanda kalmış, satılmayan bir mal olduğunu söyler. Bununla daha bir etkiler ve ardından, kendi kendine duyduğu büyük ihtiyacı doyurabilmek için doğduğunu ekler. Görüntü acımasızdır, sanki insan dünyanın yüzünde bir lekedir ve lekeyi ancak bir leke temizleyebilir, ki bu leke insandan başka neyle açıklanabilir? Dahası bu temizlik, güvenle kendini açığa çıkarır ve yine şiirsel bir dille açımlar; çölün üzerinde bir inilti gibi dolaşan kayaya, şunu söyler kurna, biri eksik burada: Sartre.
Sartre, babası gibi çelik üretimi için gerekli biri değildir, kısaca, “Ruhum yoktu benim,” der, ruhum yok. Sözcükler’de Sartre çocukluğuna atıfta bulunur, ama canlanan, ruhunu açımlayan, bizim bilmemiz gereken bir çocukluk değildir bu, bir boşluğa dikkat çeker, yazının ve hayatın dolduramadığı bir boşluğun huzmeleri: Boşluk bir egemen olma halidir, kendine egemen, başkasına karşı bir rica ve rica kalpte ayrılmış küçük bir arsa; arsa, hayatla ölümün, artık hiçbir çelişkisinin olmadığı toprak. Sartre sembollerle, bir bakıma şairin diliyle konuşur, eylemlerinin çocuksu bir yanı vardır, ancak bu çocukluğun arkasında, hayat hikayesine benzer bir boşlukla da karşılaşırız. Öğretmendir ama işçilerle birlik olma ruhunu kravatında görür, kravatı boynundan çıkarıp atmakla işçi sınıfına yakın olmayı bir tutar.
Bu iki isme zamanla Simone de Beauvoir’ın da adı eklenir kaçınılmaz olarak; Camus’ya karşı, Sartre’ın yanında yer alan biri olarak ilginçtir ve ilginçlik bununla sınırlı değildir asla, kadın hareketinin bizde ilkin sokaklar ve üniversitelerde, sonra gerilla bağlamında yükselmesi, özellikle 8 Mart’ta yapılan kimi gecelerde Simone de Beauvoir’ in adının anılanlar listesine girmesi ilginçtir, çünkü Simone de Beauvoir, İkinci Cins’in ilk cildinde, feminizm tartışmasının (1949) artık bittiğini söyler, dahası “bundan söz etmeyelim” der; derdi erkek söylemidir, edebiyatta gürleyen erkek sesi, karakteri, ruhu…
Camus ve Sartre ‘Dostluğu’
Camus ve Sartre’ın dostlukları ya da birbirlerine cephe almaları sonuçta hep aynı yere dökülür: Varoluşçuluk. Sartre’ın bir varoluşçuluk tanımı var mıydı, kuşkusuz var, ancak o, hep varoluşçuluğun özelliklerini sayar, varoluşçulukta özne önce gelir, der ve bu ne demektir sorusuna örnekler vererek açıklık getirir; böylece, tanım yine kişiye kalır. Felsefe alanında verilen örnekleri bir yana bırakarak, edebiyat alanında Sartre’ın üzerinde durduğu iki örneği vermekte yarar vardır; bunlardan ilki George Eliot’un “Floss’taki Değirmen”, ikincisi Stendhal’ in Parma Manastırı adlı romanlarıdır.
Floss’taki Değirmen’de altı çizilen bir eylem ve soyut olarak dikkat çeken bir duygu vardır, tutku; Maggi Tulliver, Stephan’ ı tutkuyla sever, etinde duyar; Stephan başka birini seviyor mudur belli değil, ancak başka biriyle nişanlıdır. Tulliver, Stephan’dan vazgeçer. Parma Manastırı’nın kahramanı Sanseverina tam tersini yapar, tutkusu uğruna gerekirse kendini bile feda eder. Sartre, bu iki örnekten hareketle şunu söyler: Özgür bir bağlanma alanında insan her şeyi seçebilir. Sartre, ki tavrını Stendhal’den yana koyduğu açıktır, bir roman düzeneği içinde böyle bir sonuç çıkartmak da mümkün, ancak genel anlamda bir Stendhal düşünüldüğünde durum hiç de iç açıcı olmayacaktır, der; Stendhal için sevgi ya da aşk düş ürünüdür; düş, körlükten doğar, gerçeğin yerine bir gerçekliğin peşinde koşar hep ve dahası, Stendhal, hiçbir zaman gerçek bir sevgi bulamamıştır; sevilmemiştir de, gebe olduğu aşklar, doğuştan sakattır ki bu kendi varlığını, başlıcasında var etme değildir, salt eritmektir, eritmek bedende kazanılmış ya da kaybedilmiş zaferdir.
İlerleyen zaman diliminde Sartre’ın görüşleri taraftar ve karşı cepheyi de oluşturur; Camus saçma ve başkaldırı üzerine dokunaklı ifadelerde bulunur, ona göre başkaldırı olumludur, çünkü insanda her zaman için korunması gereken öğeler; ortaya çıkartır. Sartre’da benzer düşünceleri savunur, ona göre de değerler önceden var olmamıştır, bir değer varsa ve olacaksa, bu insan eylemlerinin sonucudur, ancak yine aynı sonuca ulaşmazlar ve bu ulaşmazlık, Sartre’nin Bunaltı ve Duvar kitaplarının yayınlanması ve Camus’nün yönelttiği eleştirilerle doruğa çıkar.
Burada durmakta ve başta biraz bahsettiğim çocukluğa dönmekte yarar var. Sartre, ünlü Sözcükler adlı otobiyografik eserinde, babasız büyümenin kendisi için ne olduğunu anlatmaya çalışır; babasını kaybetmiştir ama sözcükleri bulmuştur, deyip kesip atabiliriz, ancak eksik kalır, çünkü “bir babanın anısıyla yaşamak zorunda” kalmamıştır Sartre; babasızdır ve o, bunun bir ayrıcalık olduğunu söyler; babasızdır, bu, “kendi kendini yaratmaktan geri durmamaktır”; babasızdır ve bundan böyle kim-senin oğlu olmayacaktır, şişinme ve zavallılıkla dolu “kendi kendinin sebebi” olacaktır sadece…
Camus’nün babası bir tarım işçisidir, annesi ev kadını; aile, Cezayir’in fakir bir semtinin iki odalı bir apartman dairesinde yaşar, bu dairede Camus’nün ağabeyi, felçli amcası, büyükannesi de vardır, kalabalıktırlar. Babası, Marne Savaşı sırasında yaralanır, kısa bir süre sonra ölür; Camus bir yaşındadır. Camus’un ilk kitapları da bu evde boy verir, eleştiri yazıları yine bu evde; Sartre’ın Bunaltı ve Duvar adlı kitaplarını belki de bu evde okunmuştur. Sartre, Sözcükler’den baktığımızda hayatından aslında memnundur, bir kaçışı yoktur, annesi onu sinemaya götürür, büyükbabası onunla yakından ilgilenir, büyükannesi, demeyin gitsin türdendir… Babasızlığıyla bir bakıma övünen, annesine sahip olma yarışında rakipsiz olan bu adam, on bir yaşında annesinin başka bir adamla evlenmesine göz yumar, bundan söz bile etmez.
Camus ise yaşadığı koşullar itibariyle iyi bir eğitim bile almamıştır, ancak bir öğretmenin gözüne girerek bir burs kazanacaktır. Annesi, hizmetçilik yaparak çocuklarına bakacaktır. Sartre ve Camus, 1943’te tanışırlar ve dostlukları 1948’e kadar devam eder; Sartre bu zaman dilimi içinde, Camus’nün yazdıklarını olumlayan yazılar yazar, Parislilerin dikkatlerini çeker. (Tartışmalarının siyasal uçları vardır, ABD tarafından desteklenen bir grup aydının çabaları, Stalin’in ‘katliamları’ ve devrim sorunu, vs.) Camus, Bunaltı için, Bunaltı‘daki karamsarlığı dünyanın çirkinliğine karşı duyulan aşırı bir tepkiyle eş değer bulur; Duvar’ daki hikâyeler içinse varlığın saçmalığını savunmanın kendiliğinden bir son değil, yeniden olumlu bir kurtuluş için başlangıç olabileceğini düşünür.
Bunun yanında Sartre ve Camus arasında başkaldırı diye bir sorun vardır; Camus, başkaldırıyı, başkaldıran kimse olarak Walter Benjamin’in deyimiyle kabadayıyı, başkaldırı içinde ele alır; ona göre başkaldırı, insan bilincinin bir anlatımıdır, bu yüzden suçsuzdur, oysa devrim, tarihsel bir çıkıştır, suçludur ve dahası özgürlük adına yapılan bir devrim, bir süre sonra yerini, rahatlıkla giyotine bırakabilir. Sartre ise, Baudelaire’le yazdığı bir yazıda, başkaldırıyla devrimin göreli değerleri sorusunda Camus’nün karşıtı görüşler savunur, ona göre, baş kaldıran insanın amacı, acısını çektiği haksızlıklar olduğu gibi bırakmak, böylelikle onlara karşı başkaldırıyı sürdürmektir asıl olan ve devrimciye düşen, kabul etmediği dünyayı değiştirmektir.
Sartre’a göre Camus, başkaldırı devrimden üstün tutar, bu bir duygunluktur, yetersizliktir ve terimin varoluşçu anlamına göre, bu bir güvenmeme sorunudur. Camus ise her şeyden önce, kendisini sanatçı yapan olgunun savaş ya da savaşa karşı eylemler olmadığını bilir, ona göre, sanatçıyı savaşa zorlayan sanattır. Kuşkusuz Sartre gibi popülaritesi yüksek bir filozofa cephe almak kolay değildir, kıyamet kadar taraftarı vardır. İlerleyen yıllarda, 1950’de siyasal yazılarının yayınlanmasıyla Camus, Sartre taraftarları ve Sartre’la tekrar yüz yüze gelir. Bunlardan biri de Sartre’in yetmesi Francais Jeanson’dur, o da Camus’yü siyasette huysuz, kısır bir ahlâkçı olarak niteler.
Tartışma dal budak salar, Marksizm’le Marksist olmayan solun savaşı da denebilir buna. Jeanson’ın ünlü Başkaldıran İnsan’la ilgili yayınladığı makaleden sonra Camus, doğrudan, araya aracı koymadan Sartre’ı da içine alan uzun bir mektup yayınlar. İkisi arasında, aslında benzer yanlar da yok değildir; sözgelimi ikisinde de derin felsefeye eğilimi vardır, ikisi de ateisttir, ikisi için de aprior düşüncede değil, yaşantıdadır, ikisi de doğaüstü olmadan, insanın kendini var edebileceğine inanırlar, ikisi de ırk ayrımından ve savaştan nefret ederler. Ancak kavgada ikisinin de söyleyecekleri, bunların ötesinde bir şeyler vardır. Camus değerlerini eylem ve tarihten ayrı olarak, bilinçten ve bireyden aldığını söyler; Sartre ise siyasal eylemde biçimlenmekten bahseder. Bu yüzden Sartre ve Jeanson, Camus’yü softalıkla suçlarlar, hatta Sartre, bir keresinde hiç düşünmeden Camus’yü portatif ayaklı bir sandalyeye benzetir, dahası o. yani Camus, Güzel Ruhlar Cumhuriyeti’nin başsavcısıdır! Kızgınlık olsa da, beri yanda bu savaşın ikisine de yararı olmuştur, ikisi de kendi siyasal fikirlerini bu kavga sonucunda deşerler, ikisi de bir bakıma aydınlanırlar, ancak bu tartışma ikisi arasında süren soğuk dostluğu ısıtamaz.
Camus ve Sartre kavgasının Simone de Beauvoir cephesindeyse halâ tartışmalı olan bir roman vardır: Mandarinler.
Romanda Camus, Sartre ve Koestler gibi kimseler de yer almaktadır, bir anahtar romandır. Romanda, Henri ve Dubreuilh arasında bir kavga geçer; Henri, Camus olarak yansıtılır; Dubreuilh, Sartre… Sovyetler Birliği’ndeki çalışma kamplarıyla ilgili bir rapor gelmiştir. Henri bu raporun yayınlanmasını ister, Dubreuilh ise buna karşı çıkar, çünkü bu raporun yayımlanması işçi sınıfının yararına değildir ve bundan çıkar sağlayacak olan bir çevre varsa bu ancak burjuvazi olacaktır. Romanın perde arkasında bir aşk vardır ki bu aşkla roman, Simon de Beauvoir’a Goncourt ödülü kazandırmıştır.
Simone de Beauvoir’ın, Camus- Sartre kavgasında yeri kuşkusuz Sartre’ın yanıdır, ancak ikisinden eylem biçimi olarak farklı bir kavgası vardır, kadın erkek eşitliği, sevmeden ortaya çıkan aşkın aşk olmayacağı, sevgi ve saygının garip bir bağlanma duygusu yarattığı gibi konularla ilgilenir. Ona göre, kadınlar, kendi rüyalarını bile erkeklerin gözü ve rüyasıyla görürler; kadın, bu yüzden özne olmamıştır, çünkü öteki kalmaya bugüne kadar hep göz yummuşlardır.
Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir
Sartre ile Beauvoir’ın ilişkileri, evlilikleri, aşkları karmaşıktır; Sartre hiçbir şeyi ondan esirgememiştir, hayatının her karesinde yanında olmuştur, dil, felsefe ve edebiyat alanındaki gelişiminin ilk basamağıdır hep. Beauvoir da aynı davranış içindedir, çok genel baktığımızda Sartre’dan başka bir dünyası olmamıştır, yazdıklarının köklerinde, hep Sartre’ın felsefesi, alın teri vardır. Bunun yanında, büyük bir emek vardır ikisinin dünyasında; Sartre, Simone de Beauvoir’ın eğitimini üstlenen kişi olmuştur, attığı her adımın tek feneri Sartre’dir. Ancak her fener gibi, ikisinin hayatları ve hikayelerinde birbirlerine karşı müthiş acımasızlıkları göz ardı edilecek gibi değildir; fener kimi zaman söner, gemi kıyıya değil, kaya yanaşır, çarpar. Simone de Beauvoir kendinden genç bir erkekle rahatlıkla çıkabildiği gibi, kadın sevgililerini anmadan etmez; bunlardan biri, belki de yalnızca biri, 1943 yılında tanıdığı Olga Kosakiewicz’dir; ne Olga’yla ne Olga’sız olabilmiştir Simone de Beauvoir, çıkışıysa edebiyatla yapmayı denemiştir, başarılı olabilmiş midir, belki. Simone de Beauvoir, Konuk Kız adıyla bir roman yazmış, Xavier adıyla bir kahraman yaratmış, hayal dünyasında bu kadını öldürmüştür. Bir erkeğin karşı koyamayacağı tek şey, belki de eşinin biseksüel olmasıdır, rakip yoktur ya da en azından böyle görünür.
Simone de Beauvoir, böyle bir sonla bir bakıma hayatını, elinden kaçırdıklarıyla sınırlar, böyle görünür; cinayet bir intikam biçimidir, intikam unutamamaktır, hatırlama ve sürekli gözden geçirmeyle bu cinayet, edebiyatla bastırılır. Bastırılan her şey gibi Olga da hayatta anı olarak dışlandığında, edebiyatta eylem olarak geçmiştir, kurgu olarak asla yeri olmayacaktır. Tümden hatırlanan bir hayat, zaman içinde imgelere bölünür, parçalanır ve hayatın pek çok alanına dalar, buradan kimi zaman ihanetin çıkması da mümkündür. Olga, bir süre sonra, ortada Sartre durma koşuluyla çıkacak olan, Nelson Algren’in bir başka biçimi midir?
Simone de Beauvoir, başka itiraflarda da bulunur; ilginçtir, itiraflarıyla ünü arasında bir ilişki de vardır; 1947 yılına kadar orgazm olmadığını söylediğinde kıyamet kapar, bu aslında Sartre’da ben yok’um, o yoktu anlamına gelebilir mi?
Açılımı yine onda görürüz, Seven Kadın adlı, İkinci Cins kitabının can alıcı örneklerinden biri ne çok benzer kendisine: Stekel’in karşılaştığı olaylardan birinde, hastası olan kadın, pek saygı duyduğu ünlü kocasına cinsel bakımdan soğuktur. Kocasının ölümünden sonra ilişki kurduğu, yine aynı derecede büyük bir adam, büyük bir müzisyen olan âşığına karşı da soğuktur. Ama bir rastlantı sonucu, ilişki kurduğu kaba saba, vahşi bir ormancı, kendisine tam bir doyum yaşatır. Stekel, birçok kadının orgazma varabilmesinin tek yolu, hayvanlık derecesine inmektir, der.
Simonede Beauvoir saklayan biri değildir, ki saklamak, bir bakıma edebiyatla gerçekleştiği an emniyet altına alma ile eş eğer bir hale gelir ve her saklama gibi aşk da saklandıkça kişiyi radikal bir küskünlüğün içine sokar, karşıdaki kişi, aşık olunan kişi, bir insan değil bir tanrıya dönüşür ve tanrı o kişide yok edilir. Simone de Beauvoir, tıpkı Stakel örneğindeki kadın mıdır? Söylemek kolay, altını doldurmak bu yazının sınırlarını aşar, ancak benzerlikler vardır: Kendisi, Sartre’la bir birlikteliği vardır; onu sever, ona saygı duyar, herkesin bildiği gibi, ufak tefektir, şaşıdır, ama bir o kadar de sevimlidir Sartre, nazikliğineyse diyecek yoktur, kadınlar onunla konuşmak için sıraya girer; Flaubert’ten Marx’a geçişler yaparak konuşur, her kelimesi müritleri tarafından taş inceliğinde dinlenir, vs.
Acaba, diyorum bazen, acaba 1947’da bir seminerde tanıştığı Nelson Algren, Stekel’in verdiği örnekteki ormancı mıdır? (Her kadının imgeleminde bir oduncu vardır!) Belki, çünkü Simone de Beauvoir onunla orgazmı tanımıştır, dahası bu eylem onun İkinci Cins kitabının da tek ilham kaynağı olmuştur. Ancak bir çelişki midir artık, bilinmez, Simone de Beauvoir, Stekel örneğindeki kadını eleştirmekten de geri kalmaz, onun için, şu tabiri kullanmıştır: “Düpedüz, bayağılaşma.” Varoluşçuluğun tanımlarından biri, çelişki midir yoksa? Simone de Beauvoir, Nelson Algren’le yaşadıklarına ayrı bir emniyet vermiştir, kimilerine göre Algren’le Amerika’yı ve Amerikan edebiyatını tanımıştır ve kimine göre bu aşk, bir daha bir araya gelmedikleri ve hep sürdüğü için adeta kutsanmıştır.
Sonuç aslında değişmeyecektir, ‘yasak aşk’ın meyvesi dünyanın her yerinde aynı tadı verir, acı; 1947’de başlayan aşk, 1964’e kadar devam etmiş, sürekli yazışmışlardır. Bu mektuplar bir süre sonra, yine Simone de Beauvoir’ın isteğiyle kitaplaşmıştır. Mektuplarda Simone de Beauvoir’ın ne dediğini biliriz, onu duyarız, karşı tarafın neler duyduğuysa ufkumuzun genişliğindedir.
İki Sanatçının Birlikteliği
Evliliği en fazla savunan kişi belki de Tolstoy’du, gariptir, yazar ve evlilik bahsinde yine ilk akla gelen kimse Tolstoy’dur; ancak, kendisine on üç çocuk veren karısı Sofya Andreyevna’yla aralarındaki karşılıklı zulüm de hiçbir zaman göz ardı edilemez; Tolstoy’un yetmiş iki yaşında gönül verdiği Vladimır Çertkov’la olan ilişkisinin Sofya tarafından, bir bayrak gibi açılması anlaşılır bir durum değildir ve aynı şekilde Tolstoy’un, hamile eşine hitaben kaleme aldığı evliliklerini lanetleyen mektubu da…
Tolstoy bu mektubunda, kendini zincire vurulmuş bir mahkuma benzetir, eşi Sofya’ysa tipik bir gardiyandır. İki tarafın yazar olmasıysa başlı başına, kimi olumlu örnekler olmasına rağmen çoğu zaman hüsrandır. Malraux’nun yazar olan karısı Clara’ya söylediği, “ikinci sınıf bir yazar olacağına benim karım olsan daha iyi,” sözü hâlâ kulaklardadır. Yine Ted Hughes ve SylviaPlath, öldürücü bir birlikteliğe imza atmışlardır. Hughes, hâlâ feministlerin düşmanlarından biridir.
Özetle en ideal gibi örülen sanatçı birliktelikleri sorunludur; arada, her iki cinsin de kaldıramayacağı bir yaratıcılık vardır. Kadının yazıyla serüveni, uzun uzadıya anlatmaya gerek yok, sancılıdır; Virginia Woolf’a kadar geçen zaman diliminde kadınlar için yazı/yazmak ‘adeta illegal bir eylemdir. Kimi kadınlar, erkek adıyla yazabilirler ancak, George Sand bunun en tipik örneğidir; Sand’ın kadın kahramanları namuslu ve erdemlidirler, zaman zaman dönem için bir ütopya olan boşanmayı savunan tezleri vardır, vs.
Simone de Beauvoir açısından bakıldığında, ona kimi zamanlar tepeden baktığı iddia edilse de Sartre, yazdığı her şeyin yanında olan bir adamdır daima. İkisi arasında sorunlu ama hep aşkla dolu ilişki göz ardı edilemez. İkisinin hayat çetelesinde, birliktelikten ziyade bir aşk okunur hep, birbirlerinden asla vazgeçmemek ve hayatları hep yazı ve kavgayla dolu, altı çizilmiş en büyük satır hep merak… Diğer yandan, tatlı bir rekabet de dikkatleri çekmektedir tabii.
Sartre, bir bakıma, Simone de Beauvoir için aileden kopuştur; annesi Katolik’tir, babası ayakları sağlam yere basmayan biri. Arkadaşı, Zaza, onu etkilemiştir, ancak erken ölümü Simone de Beauvoir’ı oldukça derinden etkilemiştir. Ablası Helen ise çocuktur, bildiklerini ancak öğretebilmiştir, hayat, bilmediklerimizdir. Simone de Beauvoir, kendi otobiyografisinde iki şeyin altını çizer; bunlardan biri din, ikincisi ülkedir, bu ikisine bağlı bir ortamda büyür, Hıristiyanlık dışında bir din, Fransa dışında bir devlet yok gibidir. Simone de Beauvoir’ın iki şeye ilgisi vardır, matematik ve felsefe. Sorbonne’a kayıt yaptırır ve burada 1929’da Sartre’la tanışır.
Düzenlenen bir psikoloji yarışmasında Sartre birinci, kendisi ikinci olur. Rekabet, bir süre birincilik Simone de Beauvoir’ın hakkıydı gibi dedikodulara yol açsa da, hayat ona garip bir şekilde hep ikinciliği reva görür. Savaş yıllarında. Sartre’ın kurduğu Les Temps Modernes adlı gazetede çalışan Simone de Beauvoir, öldüğü tarihe kadar da burada kalacaktır. Buna tarih, denir.
Ne Diyor Simone de Beauvoir?
Simone de Beauvoir, herkesin yakından bildiği, dünyanın pek çok diline çevrilmiş olan İkinci Cins kitabında kadınla doğa arasındaki bağa dikkat çeker; kadın, doğayla birlikte, erkek faaliyeti içinde itaat halindedir. Bu bize, biraz da olsa hınzırca gülümseterek Neitzsche’nin “Yunan Kadını” başlıklı makalesini hatırlatır; ona göre kadın, doğaya en yakın olan varlıktır ve bu yakınlık onu, devlete de yakın kılmıştır, giderek, uykuya da.
Nietzsche modernliği, Hıristiyanlığı, aydınlanmayı, sosyalizmi, kadının özgürleştirilmesi gibi sözlere ihtimal vermez, sevmez de bu ifadeleri; ona göre, insanların eşitliğine inanmak, bir kibirdir. Kadına ve aşka iyi gözle bakmaz, Deccal’de de bunu açıkça ifade eder. Aşık olmak, daha fazla katlanmaktır. Yunan antikitesinde, hiçbir zaman olmadığı kadar itibarlı olmuşlardır, amaçları üstün oğullar doğurmak ve onları yetiştirmek üzerine kuruludur. Simone de Beauvoir, Batı felsefesindeki, doğa ve kadın ilişkisi içinde bir mitin kurulduğuna dikkat çeker. Kadınlar, erkeklerin gözleriyle rüya görürler, bu rüyadan çıkmalarının tek yolu, ona göre, içine kapatıldıkları içkinlikten kurtulmaktan geçer. Simone de Beauvoir’ın kimi zaman içkin, kimi zaman ötekilik diye ifade ettiği kadın tanımı, Hegel’in efendi-köle, başka bir deyimle tanınma çabası ve sosyal kimlik diye ifade edilen, gerçek anlamındaysa belki de karşılıklı işleme, karşılıklı oluşum sürecine götürür.
Hegel’de karşılıklı işleme, insan-özne; karşılıklı oluşum süreci, doğa ve insan arasında işler. Buna göre, efendi, köleyi kendisi için çalışmaya zorlar ve böylece bir insanın- ki bu insan köledir, doğayı işlediği ve bunun sonucunda işlenmiş doğanın insanı değiştirdiği karşılıklı bir gelişme ortaya çıkar. Köle, tarlayı sürdüğünde, daha iyi çalışma yöntemi ve araçları için gerekli emeği sağlayan maddi bir ihtiyaç fazlası açığa çıkar; bu, doğanın daha iyi bir şekilde işlenmesi anlamına a gelir. Böylece, özne ve nesne-insan ve doğa arasın diyalektik anlamda bir trampa süreci başlar. Bu süreçte, köle gerçekliğe daha yakındır. Efendi ise Hegel’e göre zaruri bir katalizör işlevi görür. Fransız devriminden de örnekler veren Hegel, devrim öncesi efendilerin miskin, asalak Ve’ hazza düşkün, kölelerinse devrim boyunca burjuvazi tarafından yeniden tanımlandığını ve devrim sonrasında bir eşitliğin sağlandığını söyler.
Efendi ve köle tanımının karşılıklı tanıma temasını Sartre yeniden işler; buna bakışlar arasındaki mücadele eklenir, güç tanımlanır; bakan ve bakılan, koca bir taraf yani: özne ve nesne. bakan özne, bakılan nesne… Simone de Beauvoir ise bakan/bakılan, ya da karşılıklı tanıma, karşılıklı işleme, karşılıklı oluşum gibi kavramları, kadınların içinde bulundukları duruma/durumlara uyarlar ve şunu ister: Kadınların, istedikleri varoluş hayatı, insani varlığı da insani varlığı da hayvanlığa tabii kılmak değil, erkeklerle aynı haklara sahip olarak tanınmaktır.13
İkinci Cins, Türkçe çevirisiyle Kadın adli üç ciltlik kitap, tarih, biyoloji ve fizyoloji dışında görkemli denebilecek bir edebiyat yapıtıdır. Bu kitapta, mit yeniden tanımlanır âdeta, Simone de Beauvoir’a göre edebiyat kadar, mit de önem taşır ve en önemlisi, Batı, batılı yazın da kadın, hep öteki olarak adlandırılmıştır. Örnek olarak Simone de Beauvoir, Lawrence ve Breton üzerinde durur, bunların eserlerinde kadın, ilham verir, esin perisidir ve belki de en önemlisi, kadınlar birer telafi mitleridir. Simone de Beauvoir’a göre, Montherland, korkunç anne imgeleri yaratmıştır; Breton, kadınları doğanın bedenleşmesi olarak anlatmıştır; Stendhal’de kadın bağımlıdır; Lawrence erkeğe öznellik verir, kadın kahraman mazoşisttir, vs.
Beauvoir Efsanesi
Simone de Beauvoir efsanesi, Sartre’la başlamasa da Sartre adının geçtiği her yerde o vardır; en büyük efsaneyse belki de Simone de Beauvoir’ın oturduğu kahve ile Sartre’ın oturduğu kahvenin aynı olmamasıydı; Saint German’de, ikisinin oturduğu kahveler, hayranları tarafından sürekli tavaf edilir, Türkiye’de tütün içmeyenler burada Drum sigara sarar, soğuk kahveden içerler. Saint German Bulvarı’ndaki kilise kadar, Sartre ve Simone de Beauvoir’ın oturduğu kahveler ünlüdür. Bu yıl, Simone de Beauvoir’ın yüzüncü doğum yılı Fransa’da çeşitli etkinliklerle anılıyor; kitapevlerinin vitrinlerinde onun kitaplarının yeni baskıları bulunuyor, anılar tazeleniyor.
Simone de Beauvoir bugün bile merak konusudur, kendi efsanesini canlı tutan, hatta bunu yaşarken ören biridir. Sartre’la birlikteliği, yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, skandal boyutlarıyla bile bir efsanedir, edebiyatta yaklaşımı yine öylesine. Kendi zamanı için de Simone de Beauvoir bir merak konusudur, yaşadığı zaman diliminde ne giyindiği, hangi marka sigara içtiği, hangi yazarları sevdiği hep merak edilen biridir. Yirminci Yüzyılın Gizli Tarihi, Ruj Lekesi adlı kitabın yazarı Greil Marcus’un belirttiği gibi, bir dönem varoluşçular o kadar ünlüydüler ki, onları görmek isteyen turistler bile vardır. Dönemin önemli simalarından biri de Michel’dir, sürekli hiçbir şey doğru değildir, her şey mubahtır, diyen Neitzsche’nin bu sözünü tekrarlar ve başta Heidegger olmak üzere Sartre ve Camus’yle dostluk kurar. Marcus’a göre, varoluşçular boşluk açarlar ve Michel bu boşluğa balıklama dalar.
Simone de Beauvoir, Sartre’m acı dolu son günlerinde hep yanındadır, bu, sürekli tutku ve vefa olarak anılır; Sartre öldükten sonra vasiyetinde ayni yere gömülmesini ister, şu an ikisi de Paris’teki Montparnasse Mezarlığı’nda uyuyorlar. Mezar taşında ikisinin de adı yazılıdır. Simone de Beauvoir’ın adı bu mezarlıkla sınırlı değil, bir de Seine Nehri üzerindeki köprülerden birinin adı Simone de Beauvoir’dır.
Beauvoir’ın Etkileri
Simone deBeauvoir’ın hiç de yabana atılmayacak önemli bir edebiyatçı kimliği vardır. Her ne kadar Türkiye’de, hep Sartre-varoluşçuluk bağlamında ele alınmış ve en nihayetinde kadın sorunu ve feminizmle mesele edilmişse de Simone de Beauvoir önemli romanlar yazmıştır. İlginç bir örnek olduğu için anmadan geçmeyeceğim; Türkiye’nin önemli yayınevlerinden biri olan Altın Kitaplar, Simone de Beauvoir’ın Kadınlığın Kaderi adlı kitabının kapağını şu notla birlikte hazırlamışlardır: “Jean Paul Sartre’a Aşk ve İlham Veren Kadın Yazar Simone de Beauvoire.”
Radyo programlarının sunumu ya da Türk filmlerinin tanıtım kısmına ne çok benziyor, değil mi? Kitabın kapağındaki çizim de bu söyleme uygundur: Sağ eliyle başını tutan genç kızın, sol eli yukarıdadır, bir hayal alemi çizilmek istenmiştir. Sırtüstü uzanmış olan kadının yüzü, gripin kutularındaki kadına benzer, çizilen kadın çıplaktır, elleriyle bu çıplaklığı hissederiz, göğüsleri görünmez ama, ağzı hafif, arzu dileyen bir ifade içindedir. Kitabın kapağı, çizimi bugün bile bana çok sevimli geliyor. Simone de Beauvoir bu kapağı görmüş mü ya da görseydi, Aşk ve İlham Veren Kadın olarak ne düşünürdü; sormak mümkün değil, ancak yorumlamak elimizde; gülerdi, hoş bir gülümseme olurdu bu ve kuşkusuz Türk filmlerini bilseydi, bir de şunu ekleyebilirdi: Altın Kitaplar İftiharla Sunar.
Simone de Beauvoir’ın Türkçe’ de yayımlanan diğer bir romanı Sessiz Ölüm‘dür; roman sessizce ölen bir kadını anlatır. Simone de Beauvoir, Başkalarının Kanı adlı diğer bir romanında yine ölüm temasını işler, yaralı bir sevgili ve onun başında bekleyen genç bir kız vardır. Simone de Beauvoir’ın asıl ünü İkinci Cins kitabının çıkmasından sonradır ve kitabının etkisiyle yazılan kitap sayısı hiç de azımsanacak kadar değildir. İlk başta vurgulamaya çalıştığım gibi, Sartre’ın varoluşçuluk bahsinde onayladığı Stendhal’e Simone de Beauvoir çatar, çünkü onun bir erkek söylemi vardır. Andre Breton yine öylesine.
Simone de Beauvoir’dan sonra pek çok yazar, erkek söylemine karşı çıkar. Bunun ilk etkileri, Christiane Rocheford’dur; yazdığı Savaşçı Dinlenişi adlı romanda, erkek berbat bir günde ortaya çıkar, kadın Varlık ve Hiçlik’i okur, hiç tanımadığı birini intihardan kurtarır, finaldeyse şunu söyler, ben kendime yeterim. Erotik edebiyat tarihçisi Alexandrian’ın deyimiyle bu kitap, kendisine orgazm sağlayan kaba bir adamdan kurtulmaya cesaret edemeyen bir kadının şaşkınlığını anlatan dokunaklı bir kitaptır. Simone de Beauvoir’ın etkilediği, hatta elyazmaları üzerine düzeltmeler yaptığı iddia edilen Violettte Leduc’un Piç‘ini de eklemek gerekir.
Simone de Beauvoir’ın en büyük etkisi, belki de Kate Millet’te görülür.
Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins’i, Millet’in Cinsel Politika kitabının ana damarlarından biridir. Kitap yayımlandıktan sonra, denebilir ki lezbiyenlere uygulanan baskılar feministlerin gündemine girer. Ataerkil sistemden başlayan Millet, insanlığın içinde kök salmış bir cinsel politika olduğuna dikkat çeker ve bunun edebiyatla son yüzyılda katmerleştiğini belirtir. Millet’e göre erkek yazarlar, kadın karakterleri çarpıtırlar, bunlar D.H. Lawrence, Norman Mailler ve Henry Miller’dır; erkek değerlerini, insanlığın değeri sayarlar ve böylece şiddeti onaylarlar; cinselliği yanlış tanıtırlar, yazdıklarının temelinde erkek kültürünün altyapısı vardır, bunu kurarlar.
Kate Millet Tımarhane Yolculuğu‘nda yaşamöyküsünü anlatır. Delilik bağlamında en güzel anlatılardan biridir, kitapta, deliliğin toplum tarafından planlandığını düşünmeden edemeyiz, hatta açıkça şunu söyleriz, deliliği kıstırılma ve kapatılma yoluyla toplum imal etmiştir. Tımarhane Yolculuğu’nda, tıpkı Virginia Woolf’un Dalgalar‘daki, denizin rahatlığını duyarız yeniden; delilik hepimizde saklıdır, tıpkı dalga gibi, denize döndükçe rahatlarız, istediğimizi söyleriz denize, o hiçbir şey söylemez bize. Tımarhane Yolculuğu, uygulanan tedavi yöntemleriyle, hastanın iyileşmediğini, zulmün tedaviyle gerçekleştiğini söyler. Simone de Beauvoir’ın etkisi, öteki olarak kadın söylemiyle, az da olsa Julia Kristeva ve Luce Irigaray’da görülür.
Sonuç
Simone de Beauvoir, kendi zamanını ve bugünü hâlâ etkileyen önemli bir düşün, siyaset ve edebiyat kadınıdır. İnişli, çıkışlı hayatı, fikirleri katılmak ya da uzak durmak, sonuç asla değişmeyecektir. Hâlâ tartışılan, konuşulan bir yazardır, kendi kişisel kimliğinin çok ötesindedir, edebiyatta mal olmak belki de budur. Benim Simone de Beauvoir’dan ilk okuduğum kitap, Cemal Süreyya’nın çevirisiyle yayınlanan Sade’i Yakmalı Mı idi. Kitabın girişindeki cümle, bir bakıma Simone de Beauvoir’ı özetliyordu: “Sade günümüzde türlü görünümler altında dönen temel soruna eğilmemizi istiyor, insanın insanla ilişkilerine eğilmemizi…”
Simone de Beauvoir’ın hem Sartre’a hem de Nelson Algren’e yazdığı mektuplar bu anlamda ilginçtir, güzeldir; birine sadece mektuplar demiştir, diğerine aşk mektupları, hiç kimse bunu yargılayamaz da, bir birlikte olunan vardır, bir de hep kalpte taşınan, eğilmek, kendine eğilmenin, insanın insanla ilişkisine eğ-ilmenin erdemi ve Simone de Beauvoir’ın büyüsünün bir kısmı belki burada…
*
Not bu yazı, Simone de Beauvoir’ın Yüzüncü Doğum Yıldönümü nedeniyle yazılmış ve Mesele Dergisi’nin 14’üncü sayısında (2008) yayımlanmıştır.