Hiçbir ulus suçlu olduğunu kabul etmiyor, hatta kimi uluslar hakları yenmiş, hak ettikleri yere gelemediklerinden yakınıyorlar. Bu yüzden sürekli savaş halindeler. Savaş politikadır, politika da savaştır. Savaşın şiddet yanıyla ilgilenmiyor kimse, şiddetin meşrulaştığı yere zafer diyorlar, hatta ileri gidiyorlar, demokrasi diyorlar: Cahil kalmamak için sağ/sol diye bölünmeler yaşanıyor; fikri bir ayrılık değildir bu, amaç iktidar olmaktır; iktidar, kendinde olmayanı dışlamaktır.
Burası neresi? “Burası, öldürülmüş kız çocukların mezarlığıdır” Bachmann, Malina, III). Burası cinayet mahalline dönmüştür. Buraya düşman da dışarıdan gelmemiştir; düşman bu dünyanın bir parçasıdır, bu vatanın, bu toprakların, bu evin… Çatılar kafataslarıyla örülü, burada bir savaş ilan edilmiyor, burada savaş sürdürülüyor ve giderek sıradanlığa dönüyor; haksızlığa karşı verilen bir savaşta ortaya çıkmıyor kahraman ve orada, yalnızlığa itilmiş biri ve hatta yalnızlığı yazgıya dönüştürülmüş biri, hatta yalnızlığı birilerine malzeme olan biri: “Bir yıldızda hala ışık vardır” diyor: “Hiçbir şey ama hiçbir şey yitirilmiş değildir henüz” ( Bachmann, Frankfurt Dersleri, IV). Evet, yaralar “buzdan dikenlerin” içindedir; evet, “kar henüz başlamamış bağ koymaya gözlerimize” ama ölüler, “bana sımsıkı sarılan ölüler” dünyanın bütün dilleriyle susmaktadırlar. Ne kadar acı çektiklerini ben biliyorum, ne kadar konuşmak istediklerini… Tek şikâyetleri olmalı, diyorlar ki diriler, yerimize artık konuşmayı kessinler. Ne mi istiyorum, ne mi istiyor? Bu ağzımızı kapatan “öfkeli sondacılar, herkese yönelik öldürücü tehdidin altındaki bu asık suratlı ruhsuzlar, katı ruhlarından vazgeçmiyorlar ve ayrım güdülmeksiniz, sonuna kadar herkesin korkusuzca yaşayabilmesini, çalışabilmesini, karnını doyurabilmesini ve uyuyabilmesini ve onlar için bu olmazsa olmaz bir nitelik taşıdığı için, barışın sürdürülmesinden kaynaklanan güçlüklere gelişigüzel kısmi çözümler, duygusal çözümler, uzun vadeli tehlikeli ve kısa vadeli çırpıştırma çözümler bulunmamasını istiyorlar” (Bachmann, Günce).
Umut etmek mümkün mü? Olabilir diyor Bachmann: “O gün insanların elleri yeniden sevme yeteneğine kazanacak ve insanlığın şiiri yeniden yaratılmış olacak… Çünkü insanlar sonsuza değin beklemek zorunda kalmamalılar” (Malina, III).
I
Birlikte acıya karşı koymak bu toprakların yabancı olduğu bir duyguya döndü. Bu ülkede acımak diye bir şey yok. Acımak diye romanlar, şiirler, filmler var. Reşat Nuri’nin Acımak romanında bile acı yok; acımaktan kasıt ahlaki çöküntüdür, eşini aldatan Mevedded ve Ruhsar aklıma gelen ilk tipler… Bunlar çökmüş kimseler…
Türkiye’de iktidarın yaptığı en kötü şey, umudu kırmaktır. Kürtlerin umudu kırılmıştır. Yüz yıldır, bin yıldır Kürtlerin en çok yara aldığı yer umuttur. Kürtler elbette pek çok halkla bir ve beraber yaşamayı tasavvur ediyorlar ama ilerleme, diğer bütün halklarla sahici bir kardeşlik etrafında, herkesin kendi dilini ve kültürünü yaşama babında büyük bir itimatsızlık yaşıyorlar. Bu bana, belki de bütün Kürtlere ağır bir melankoli veriyor. Nedeni, açıktır. Nedeni, değişim yok ve böylece iyimser olmak bile bir ego halinden öteye gitmiyor. Siyaseten bu trajik bir boyuttur: Bana düşen, benden istenen artık yürüyemez olana koltuk değneği olmaktır; kahve ajansları, otel lobileri, bilumum mahfillerde bu isteniyor benden. Bir ağ atılıyor ve buna, bağ deniliyor, çivi olsam, onları iki tahta gibi bir araya getirsem, nihayetinde çekiç onlar oluyor, başımı ezme konusunda da her zaman mahirler. Hatta ileri gidip kendi ağacımın dallarıyla kırbaçlatabilirler beni. Adları değişiyor sadece, çekiç aynı çekiç. Bense hep yanlış yerdeyim, hep yanlışım, yanlış anlaşılıyorum, buna bende katılıyorum, kendimi alıştırıyorum ve giderek, tarihimle, kendimle, kendi adımla ne varsa bir belirsizliğe gömülüyorum: Umut etme hakkım elimden alınıyor. Tarihi Sezar’ın, İskender’in kâtipleri yazmışlar. Onlar gelecek kurarken, ben şimdinin içindeyim, hep gelecektekine seslenmek zorundayım: Zaferim yok, yenilgilerim var, ne kadar kötü yenildiğimi hatırlayın…
Bu bir teselli mi yoksa yaşayamadığım geleceği, gelecek olana bir tehdit mi? Yerinde sayan umut beni nereye götürebilir? Onların umuduyum, bunu da bir tek şartla veriyorlar: Kendine karşı, kendin için umutsuz ol, bir şey söyleme, bir şey isteme; ben ne söylersem dinle, yerine getir, ben ne verirsem yetin…
Ölüleri ne kadar sömürdüm ben, gazileri ne kadar sömürdüm. Şimdi vakitlice bir ölü olarak konuşuyorum, derdim, sömürülmemek, biliyorum tarih bizden yana değildir, bir yere vardık dediğim/iz an, bakıyorum ki birilerinin işine yarıyorum… Yani, Muselmann’a dönüşmüşüm, umutsuzluğa tutunarak kurtulmayı ya da birileri tarafından kurtarılmayı bekliyorum. Umudum bile yok.
Kürtlerde umut alınmıştır. Kürtler artık güncel haliyle partilerin umudu haline gelmişler ve bir tek kendilerine umutları yok, bir tek kendilerini umutları kırılmış…
O zaman Kürt/ Türk kardeşliğini yeniden mi okumalı? Türkler, Abbasilerle tarih sahnesine çıkmadılar mı? Sonra Bizans’a kadar ilerlediler. Türkler, din üzerinden, attıkları her adamı zorunlu ve haklı bir savaş olarak gördüler. Türklerin savaşları iki aşamada gelişti: İlki, dindi; din adına savaştılar, Kars/ Ani’de. Ama din konusunda hala tereddütleri vardı, bu tereddütleri, Malazgirt’le dokunaklı bir yere oturdu. Din/ fetih halifelik getirdi. İkinci aşama Türklük oldu ki bu karşılık bulamadı ama Türk edebiyatı, siyaseti, tarihi bu iki şeye hizmet etti: Türklük ve İslamiyet bir kudretti. Hatta Türk olup, İslam’ın Suni kanadında yer almayanlar itildi. Atilla İlhan için Osmanlı’ya başkaldıran Köroğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan asiydi. İlhan’ın ileri gitti de gitti: Pir Sultan, “bir Şii fanatiğidir.” Atilla İlhan’ın çokça üzüldüğü sosyalistlerin Pir Sultan’ı kendilerinden bir ozan saymalarıydı. İlhan için Köroğlu, eşkıyaydı. Onun sinemadaki karşılığı da Yılmaz Güney’di. Güney’in askerlik arkadaşı, bir ara solcu, sonra sağcı/ İslamcı şair İsmet Özel’de İlhan’dan farklı düşünmedi: Aleviler Sünni, Kürtler, Türk olmalı… Mansur Yavaş’ta bu ikisinin bileşkesi değil mi?
Malazgirt’ten bu yana, hal bu, o zaman bundan sonra yapmalı, kimden, nereden başlamalı?
II
Schopenhauer’ın Ahlakın Temeli makalesinden yola çıksak ve Kemal Pir’ler üzerinden biraz ilerlesek olmaz mı? Hem sahici kardeşliğin kime ne zararı var?
Schopenhauer bize bir insan veriyor ve bu insanın en büyük özelliği kendi güvenliğini bir yana bırakıyor, kendini unutuyor, başkasını ölümünden ve acısından kurtarmak için kendini ve hayatını tehlikeye atıyor. Sanki yaşadığı hayat onun değildir, onun hayatı dediği kendi hayatıdır, onun tehlikede olması kendisinin tehlikede olmasıdır, böyle bir adam: Kemal Pir.
Kendisi ve diğeri dediği şey, aslında şu: Bir! Kendisinin diğerinden ayrı olduğu bilgisine itiraz ediyor. Varlığın temeline şu ışığı yapıyor: “Hepimiz biriz” diyor.
Yani bencil değildir, ben derken, benden yola çıkıyor, ben oluyor. Kemal Pir, bu naif insanı veriyor, naif insanın bakışıyla yola çıkıyor. Egoistliğin zerresi yok onda.
Peki, ama beni ben olmaktan çıkartan bu egoist kim? Bu egoist, bazen yardım ediyor, bazen yardımını esirgiyor. Bana yardım ettiğinde, yanımda durduğunda, sanıyorum ki bu eylemleri sahicidir ama bir de bakıyorum, kendisi için yapıyor yapacağı bir şey varsa…
Adaleti, kendisi için istiyor, bana adil davranılması konusunda, adil olmayanlarla hiçbir farkı yok, hatta öyle bir yere geliyor ki, birini diğerinden ayıramıyorum, ortada kalıyorum, tuhaftır, ne övebiliyorum ne de yerebiliyorum…
Bu onu kayıtsız yapıyor, bu onu murdar ve kıskanç yapıyor ve benim ölümüm sadece onun işine yarıyor… Çıkarları var, başkasının hakkı onu/ onları hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Benim iradem onun umurunda değil, benden istenen ismi/cismi arada değişen mahlûku olumlamam, onun işine yaramam…
Bu egoist bizi nereye götürüyor?
Bu egoist hep istiyor. İsteme nedir ki? İsteme tatmin edilmez bir amaçsızlıktır ve bu hep isteyen bana şunu söylüyor: Bütün bir hayat bendedir, senin de bir insan ya da bir hayvan olarak kabulün, isteklerime yanıt vermendir. Bu bana acı geliyor, umutsuzluk veriyor: Nedeni, bu onun yüzünü gösteriyor. Ben bu eldiven gibi iki de bir bollaşan yüzü sevmiyorum, bir iki bakışta değişen, boyası dökülen bu yüz ona da bir şey vermiyor, onu da yüzeyselleştiriyor.
Ben olmayan ben, beni yanıltıyor, kendi gerçeği ne ise bunu bana dayatıyor.
Kemal Pir buna itirazdır, bencillikten vazgeçilmesini istiyor, duygudaşlığa sahip çıkıyor, buradan bir düşünce örülüyor, gerçek doğasına dönüyor, hakikat ortaya çıkıyor, bu hakikat için bir tanım gerekiyor: Yüksek bilgi.
Yüksek bilginin bize verdiği bir şey var. Schopenhauer üzerinden söyleyecek olursam bu, umutsuzluk salan egoiste karşı bizi ayakta tutabilir, kurban olmaktan çıkartabilir. Yekten çözer mi? Yok, hayır ama bir yarık açabilir, buradan bir ışık doğabilir; ışık ve yarık benzerdir, ışıkla aydınlanırız, yarıkla, birbirimize ve kendimize son vermekten çıkarız… Araç değilizdir, amacız artık.
Tek tanrılı dinler umudu içselleştirir; umut, Tanrı/ Allah’a olan güvendir; tanrı vaat etmiş ve bunlar gerçekleşeceklerdir. En büyük imgelerden biri olan İsa, Tanrı’da bedenleşerek insanın umutsuzluğuna umudun kapısını açmıştır, göğe yükselmiştir. Bu her zaman ölümden sonraki hayatı içerir. Oysa umut, Ernest Bloch’un ifade ettiği gibi insanlığın gelişimiyle ilgilidir ve bu da yabancılaşmaya karşı daha iyi bir gelecek kurmakla mümkündür. Sürekli kendi geçmişini at gibi ileri sür ve benim geçmişimi de bir tarlaya çevir, istediğin tohumu ek? Bu nereye varır ki? Gübreyle ayakta kalır eni sonu, çürür ve çürütür, hem beni hem kendini… Doğal olanın ölümü değil mi bu?
III
İnsanlar devletlerinin en az üç şeyine güvenmek ister: Eğitime, sağlığa, adalete. Türkiye’de bu üç mefhum zan altındadır. Eğitim paralıdır, parası olan okur, parası olmayan okuyamaz. Parası olanın umudu vardır, parası olan çocuğunu okutabilir ve parası olan, geleceği olan çocukları büyütebilir. Sağlık sistemi çökmüştür, iyi tedavi devletin değil, özel hastanelerindir. Adalet, kişiye özgü bir adalet sistemi vardır ve herkes sabah evden çıkarken, kendine bir suç bulmak zorundadır; tipini beğenmeyen bir polis seni alabilir, sorgulayabilir ve mahkemeye çıkman aylar alabilir. Sonuç, çıkmazdır. Ekonomiyi saymıyorum bile, yoksulluğa alıştırılmış bir halk, yeni türeyen zenginlerin çöplerinden geçinir…
Tutsaklık ve sağlık birbirine uzak görünür ama ikisi de birbirine benzerdir. Sanırım bunu ilk analiz eden Gabriel Marcel (1889- 1973) oldu. Marcel’in (savaş dönemi) izlenimlerine göre tutsaklar acı, yalnızlık, yabancılaşma duygusu içindedirler ve duygular yüzündendir ki kayıp duygusu ve ölüm korkusu içindedirler; tutsaklar, herkesten uzak tutularak hastalık durumuna indirilmiş, büyük ayrılık, sürgün gibi fiillerle de kendilerine adeta kölelik dayatılmaktadır. Tutsak, bir gün bile olsa, bu karanlıktan çıkmak ister. Umut hakkı burada belirir, yoksa tutsak kurtulamayacağı ve içinde olduğu çıkmaz yüzünden kendi ölümüne tanık olur ve bütün bunlar bir ur gibi sarar. Bu yüzden tutsaklar ve hastalar umut ederler; umut ve kurtuluş onlar için birdir.
Marcel’in deneyimleri doğrudan savaş zamanına aittir. Tutsaklar, böylesi zamanlarda içsel ve dışsal bir yargılama içindedirler. Marcel’e göre her iki koşulda da özgür olmak mümkün değildir. Çünkü benimle ilgili bir durum söz konusu değildir. İçim bile, dıştan gelen etkilerin altındadır. Sahici bir iç ve sahici bir dış dünya için ortadan kaldırılması gereken şeyler vardır; ilki yargılanma ve yabancılaşma sonucu kaybettiğim bütünlüğümü kazanmam gereklidir, bu, eğer yoksa bile bana, bu ilkesel olarak söylenmelidir, nedeni, benim de herkes kadar yaşama hakkım vardır, ilkesidir. Böylece ben, beni, ne tutsak etmişse, onlara karşı hareket hakkını kendimde bulurum, yüzleşir ya da üstesinden gelirim; yani ben seyirci değilimdir, dahil olan, olacak olan kişiyim, olmam gerekenim: Yoksa felaket dedikleri şey başlar; felaket, benim yazgıma, başkasının yargısının karışmasıdır. Yoksa benim teslim olmam, boyun eğmem, umudun elimden alınması değildir, adaletin de ancak boyun eğdirerek ayakta kalması, başkasının yazgısını kendi yazgım haline gelmesi olur ki, burada yasa değil, keyfilik işler… Tut ki teslim oldum, bu yargının güçlü olduğu anlamına gelmez; bu, hükmü mecburen kabul etmemdir, içimde ve herkesin içinde, vicdanında ise asıl mahkum olan, bana bunu reva görendir. Sağlığa benzemesi de bundandır; hiçbir doktor, hastanın kim olduğuna bakamaz, yarasına bakar. Benim yarama bakılmamıştır.
IV
Öcalan, Türkiye yasalarına göre artık nasıl bir kılıf uyduruluyorsa, sağlık ve tutukluluk bağlamında umut hakkı elinden alınmıştır ve bu o kadar abartılmıştır ki hakkında pek çok spekülasyon yapılmaktadır. Şu deniliyor: Devlet görüşüyor. Devlet görüşüyorsa bu avukatları ve ailesiyle paylaşmalıdır, sağlık durumu hakkında da aile ve avukatları bilgilendirilmelidir. Diğer bir görüş, aile görüşü olmaz! Nedeni: Öcalan, bir aileye indirgenemez. Öcalan’ın bir yeğeni milletvekilidir ve onunla görüşmek, hem siyasi hem de aile için bir rahatlama nedeni olabilir. Bütün bunlar spekülasyondur ve yansıyan gerçek şudur: Öcalan, üç yılı aşkındır ne yakınları ne avukatlarıyla görüşebiliyor, ayrıca, okuma yazması, yazdıklarının dışarı çıkması da yasaklanıyor. En önemli olan da bir kişi olarak, insan haklarına göre, Öcalan’ın umut hakkı da elinden alınıyor. Türkiye’de idam cezası kalktı, yerine müebbet geldi; bu kişinin ölünceye kadar cezaevinde olması anlamına mı geliyor? Hiçbir zaman tahliye olmamak fikriyle bir suç ve bir suçlunun adalette karşılığı nedir?
Eskiden müebbetten amaç, suç işleyen bireyin özgürlüğünün ömür boyu elinden alınmasıdır ve kişiden de buna katlanması istenirdi. Ama şimdi, Almanya üzerinden bütün dünyada kabul edilen bir şey vardır, bu da umut hakkıdır. Basitçe, tutuklunun özgürlüğe dair umudu vardır ve yasal olarak bu hak ona verilmiştir; şöyle bir şartta konulmuştur, kişi, iyileşme kaydettiğinde tahliye olabilir. Öcalan’la ilgili umut hakkı belirsizliğini korurken, iyileşmeyle ilgili de bir bilgi söz konusu değildir. Mevcut durumda ağırlaştırılmış müebbet almış mahkumlar otuz, müebbet almış mahkumlar ise yirmi dört yıl hapis yatar. Cezanın üçte ikisinin indirimi ise hukuki olarak yine bir boşluk doğurmaktadır.
Yasal anlamda, elbette en doğrusunu hukukçular bileceklerdir ama görülen o ki Öcalan’ın umut hakkı, Kürtlerin umutlarıyla iniltilidir. Marcel’in ifade ettiği açık zaman Kürtlere kapalı tutulmuştur; açık zaman varlığın zamanıdır, nitelikli zamandır; umut, aşk, saygı ve sadakatin zamanıdır. Umutsuzluk kötüdür, çünkü onun için zaman akmaz. Bir saatin diğer bir saatten farkı yoktur. Kürtlerin halidir bu, partiler bir şeyler vaat eder, seçim biter, birileri başa gelir, sonuç değişmez; kapalı zaman bu olsa gerek, Kürtler için bir ışık, bir yarık yoktur. Kürtlerin yaraları da hala buzdan dikenlerin içindedir, diriler susturulmuş, ortak paydamız, kardeş dediğimiz ve bana sımsıkı sarılan ölüler de dünyanın bütün dilleriyle susmaktadırlar. En ağır olan da şimdi kardeşimin susmasıdır.