Depremle birlikte hayatımız, hayat olmaktan çıktı. Depremi yaşayanların travmaya dönen tanıklıklarını dinleyerek geçiyor günlerimiz; bazen, televizyona, sosyal medyada bu felaketi yaşayanlarla yapılan söyleşileri izliyoruz… Hiç farkında olmadan birilerinden yaşadıklarını anlatmalarını talep ediyoruz, böylece onları ne kadar kırdığımızın farkında bile olmuyoruz. Onlarla konuşma değil derdimiz, onların felaketine bir çözüm bulma telaşımızda yok, bir tek şu var: Duyarlıyız…
Yas denilen şeye saygımız kalmamış, bu yüzden onların tepkilerinden de habersiziz. Para eden tek şey, yanındaymış gibi görünmek. İç dünyamız ve yaşanan gerçek arasında sıkışıp kalan insanların ruh halleri, aslında bizi ilgilendirmiyor, hatta yaptığımız kimi yardımlarla vicdanımızı susturmaktan öteye geçmiyoruz; kendimizi sergiliyoruz, nasıl olsa bize değen bir taş yok; hatta cebe üç beş kuruş para koyma, bir bankaya biraz para yatırma bize iyi geliyor, bize güç veriyor, bizi erdemli, duyarlı kılıyor…
Hayatın bir beleği var, birilerini kendinden uzaklaştırmak mı istiyorsun, ona birkaç kuruş ver, iyiliğin tadını çıkar. Yasa verdiğimiz yanıt, bir uzlaşmadır, değiş tokuş ettiğimiz, kiralık vicdanımızdır, ruhsal bir yaramız da yok. Kimseyle duygusal bir bağımız olsun istemiyoruz; var olan bağlarımız, çıkarlarımızdan öteye gitmiyor. Acıyı paylaşmak diye bir şey de yok, kalmadı, sosyal ağlar bunu bizim yerimize yapıyor; yas tutan, acı çeken kimselerin yaşadığını acı, siyasiler için pazarlık konusuna döndü. Kayıplar bizi kedere boğmuyor; ölenlerle, ölülülerimizi hatırlamıyoruz artık, kaybın izleri bizde yoksa bir önem de taşımıyor.
Politik olarak batmış durumdayız. Şu ana kadar istifa eden tek bir kişi olmadı. Dahası ilk günden başlayarak siyasiler nema yarışına girdiler. Öyle bir iğrenç gülmelere tanık olduk ki insanlığımızdan utandık. Burada adların da bir önemi yok. Küfürler hakaretler aldı başını gitti. Sanki bir ölüm ve yıkım söz konusu değildi. Herkes kendini sergiliyordu. Kimi iyiliğini, kimi kötülüğünü ama sonuçta bir sergi var.
Depremin üzerinden yirmi gün geçti kayıp sayımız belli değil; hala, yok olan okul sayısı, eğitimin durumu, okulların ve hastanelerin durumuyla ilgili bilgimiz yok… Krizleri fırsata dönüştürme babındaysa kimse mangalda kül bırakmıyor. İktidar bir şey yapmıyor, muhalefet ne yapacağını bilmiyor.
Medyamız, sosyal ve siyasal olarak bilmem hangi partinin geçmişteki mafyası depremde evleri yıkılan kimselere yardım etti mi, etmedi mi tartışmasını yürütüyor. Dün bizi tehdit eden, akıtacağı kandan, elektrik direklerine insanlarımızı asacağından söz eden, bundan pişmanlık duymayan, iktidar karşıtı olanlardan özür dilemeyen bir adam can simidimiz oluyor. Suçun bu kadar normalleştiği bir zaman dilimi…
Televizyonlarda para toplanıyor. Ne kadar utanç vericidir. Televizyonlardan film izlenir, dizi izlenir, tartışma programları izlenir; buradan para toplanmaz. Afetlerle bu kadar alay da edilmez- ki evleri yıkılanlar yoksul değiller, başlarına bir felaket gelmiş ve şimdi, birileri akıllarınca, kendilerini onlar üzerinden yardım sever ilan ediyorlar. Bir yardım sever, dizi film oyuncuları, şarkıcılar üzerinden depremzedelere yardım edecek! Bu gerçekten yardım mıdır? Yardımseverin telefonla verdiği parayı duyurması hayırseverlikle açıklanabilir mi? İçinden mi geliyor yoksa telefonda oynanan oyuna mı katılıyor… Benim onlar kadar verecek param yok, benim onlar kadar sesimi duyuracak gücüm de yok, onlar şimdi, yardımlarla beni temsil ediyorlar, öyle mi? Depremden bizi iki gün öncesine kadar derin devleti vaaz eden şu artist takımı mı kurtaracak? Bir ülkenin tarihi magazini midir? Değilse bile bir ülkenin tarihi magazin üzerinden izlenmelidir. Düne kadar derin devleti vaaz eden bu adamlar, şimdi, değişen yeni derinlerin tarafına mı geçtiler acaba? Ezan, süngü, bayrak ve Kuşçubaşı Eşref güzellemeleri yerini altı okka mı bırakıyor? “Dün bu ülkenin ekmeğini yiyenler, ekmeği yediği yerden kurşunu yer” diyen kimselerin filmlerinde oynayanlara mı kaldı depreme yardım toplama… Yok, efendim, ben on çadır gönderdim, ben yedi mont gönderdim? Düğün mü var, dayısından bu kadar, teyzesinden bu kadar… Yaşamak, umut üretmektir, kendini sergilemek değildir. Bunlar umut üretmiyorlar, acılardan bile nemalanıyorlar.
Sanatçılar, yardım edemez mi? Ederler ama ellerini ceplerine atınca ya da birilerine ellerini uzatınca, bunu Allah’tan başkası görmez, verdiği parayı saymaz; dilenciye para verilirken para sayılmaz, halk kültürümüz budur, sayılan para, önemle belirtilen isim yardım değildir; yassı da inciten bir şeydir, yas değildir. Yardım gidiyor, adam üç gün aç: Paketi açıyor, bir top kek! Bu kadarsınız ve buna itiraz etmediğiniz müddetçe sanatçıda değilsiniz.
Deprem yerlerinde neler mi oluyor? Hatay’dan gelen arkadaşım anlatıyor. Marketten biri televizyonu sırtına vuruyor, çalıyor. Nebbaşlar var bir de, kefen soyucular, bunlar altın arıyor, yüzük bilezik peşindeler… Daha tuvalet sorunu çözülmemiş, kadınlar tuvalet ihtiyaçları için akşamı bekliyorlar.
Kentler yok oldu. Kim yok etti. Biz yok ettik. Dirim ortaklarımızı öldürdük. Ağaçları kestik ve bize en yakın olan hayvanları öldürdük. İnsandan başka canlı tanımadık. Bilge Karasu’nun bir yazısı vardı: Cinayetin Azı Çoğu! Karasu, Bursa’da 1747 sokak kedisi ve köpeğinin fırına atıldığını gazete okuduktan sonra kaleme almıştı (24 Temmuz 1987). Bu bir vahşetti. Karasu bunun yalnızca vahşet olmadığını söylüyordu. Çünkü bunu yapan Veteriner Müdürlüğüydü. Katliamın nedeni kuduzdu. Soru: Veteriner yok mu etmeliydi, yoksa kuduzu iyileştirmeli miydi? Başkasının canını almaya kimin hakkı vardı.
Evler kurduk, pencerelerimiz gölgede kaldı, temelleri sudaydı. Hepsi gösterişimiz içindi. Bahçeler, bir anda yok oldu. 61’de yapılan darbeyle her bir şey Eğe ve Marmara’ya yığıldı; bir taşla birkaç kuş vurma telaşı; sandılar ki kentler büyüdükçe kültürler küçülecek; dinler ve diller yok olacak… Şarkıcılar, artistler apartman sayılarıyla övündü.
Deprem kimsenin aklına gelmedi. Suriye Savaşı’yla (2011) sadece deprem bölgesine üç milyonun üzerinde insan yerleştirildi. Bunun nedeni birlik ve dayanışma değildi; nedeni birileri kendilerini rahat hissetsin diyeydi. Şimdi yok olmuş şehirlerde ölümle pençeleşiyor insanlar. Her türlü kötü muameleyle karşılaşıyorlar. Biri hırsızlık mı yaptı? Yanıt Suriyeli. Yazık değil mi insanlara.
Mersin şu an patlamış durumda. Deprem bölgesinin tamamının tümünün Mersin’le akrabalık bağları var. Mersin’in nüfusu üçe katlandı. İnsanlar bir yanda çadır bulamazken birden bir emlak mafyası da peyda oldu. Düne kadar Mersin’de ev kiraları üç ve beş bin lirayken şimdi kiralar on misline çıktı. Emlakçıların yasal statüleri nedir? İki taraftan yüzde on komisyon alıyorlar. Ev sahipleri de durumu fırsata çevirmişler. Bir gerekçeleri var: Hayat pahallılığı!
Bir de internet üzerinden sahibinden satılık, kiralık evler var; fotoğraflara bakılıyor, telefon açıp anlaşma sağlanıyor.
Çok örnek var ama depremden iki gün önce başıma geleni yazayım, bundan çıkarılacak bir kıssadan hisse var.
Altı aydır evim satıldığından ve yeni ev sahibim evde ben oturacağım dediğinden bana, noter tasdikli, altı aylık bir süre verdi. Ben ve arkadaşlarım ev aradık, ev kiraları uçuyor, seçenekte çok olduğundan ara babam ara; bu süreçte yemediğim kazık kalmadı. Emlakçılar doymuşlar, ne kadarlık ev aradığımı soruyorlar, böylece bana değil de kendilerine uygun müşteri yaratıyorlar… Emlakçılardan umudu kesince bu sefer, mahalle aralarında seyyar emlak işleri yapanlara ulaşıyoruz, bunlar demokrat bir hava veriyor, insanı bağlıyorlar…
Bu zaman zarfı içinde emlak uzmanı oldum. Örneğin yabancılar oturum almak için ev alıyorlar. Yoksul Araplar on kişi bir evde yaşarken saç ekmek için gelen zenginler, bir aylık ev kiralıyor. Evlerini yabancılara üç dört günlüğüne kiraya verenler var. Bunlar dolar üzeri çalışıyorlar. Türk parası yok. Geçen karşılaştığım biri, Harbiye ve Şişli’de yirmiden fazla ev kiraladığını söyledi; aylık, günlük, haftalık kiraya veriyor.
Ben ve arkadaşlarım sahibinden diye bir siteden ev bakıyoruz, vatsaptan, sabaha kadar birbirimize ev fotoğrafları atıyoruz… Günlerim azaldıkça, biliyorum, ev sahibi arayacak.
En son başımıza şu geldi. Bir ev bulduk, üstelik ev yokuşta bir yerde değil, ulaşımı kolay, kirası da verebileceğimiz bir kira… Adamı arıyoruz, adam, bizi seviyor, vatsaptan, az kalsın birbirimize güller atacağız… Adam diyor ki, size bir hesap numarası vereyim, ev sahibinin, siz ona parayı yatırın, ben ilanı kaldırım. Artık para göndermekte kolay, telefon üzerinden parayı yatırıyoruz… Üstelik böylesi bir zamanda böylesi bir tok gözlülük, güven, gözlerimizi yaşartıyor. Adam’da yolda olduğunu söylüyor, yarın gelecek. İlana bakıyoruz, ilan, yok, iyi diyoruz. Yarın eve bakacağız… Üstelik adam, “beğenmeseniz parayı iade ederim” diyor.
Yarın oluyor, sabah adamı arıyoruz, yanıt yok. Ara babam ara, adam, yanıt vermiyor. Kime anlatsak ya gülüyor ya akıl veriyor. Suçlu oluyoruz. Ben demedim mi diye başlayan uzunca nutuklar var…
Bir arkadaş savcılığa gidiyor, vatsap yazışmalarını, telefonu, her bir şeyi masaya bırakıyor. Sonuç alınır mı? Üç haftadır, sonuç alamadık, savcının bizi oturtup, meseleyle ilgileneceğim demesi tek tesellimiz…
Düpedüz bir dolandırıcılık, adres var, telefon var, her bir şey var ama bizi dolandıran adamı bulamıyoruz, savcı bulamıyor, polis bulamıyor…
Depremden sonra kiralık evler uçtu. Bir ay önce yedi sekiz bin lira olan evler, iki katını çıktı. Emlakçılara göre talep artınca, fiyat yükseliyor. Ev fiyatları iki katına yükseldi.
Bir de televizyonlarda çıkan uzmanlar var. Şurası deprem bölgesi, burası değil diye kimi konuşmalar yapıyorlar. Dedikleri doğru mu, değil mi bilmiyoruz. Ama piyasayı allak bulak ediyorlar.
En kötü eve bile fahiş fiyatlar isteniyor. Büyük illerde değil, ilçelerde böyle. Mahkemeler kiracı, ev sahibi dosyalarıyla dolu. Çıkan kavgalar, cinayetler var.
Depremin üzerinden yirmi gün geçti ama hala çadır kuramayan yetkililer, bir yıl içersinde ev kuracaklarını söylüyorlar.
İzmir’in geçen seneki yaraları sarıldı mı? Konut sorunu çözüldü mü? Hayır! Evler tespit edildi: Dalga geçer gibi az hasar, orta hasar, ağır hasar diye hasar üçe bölündü ve böyle olan evlere insanların girmesine izin verilmedi. İnsanlar, on beş dakikalığına evlerine girdi ve az biraz ziynet eşyalarını alabildiler. Oysa bu iş, profesyonel ekiplerin işi olmalıydı ama bu da yapılmadı… İzmir’de yedi tane proje alanı geliştirildi. İnşaatlara başlandı. Biten inşaatlara ne olacak? Bunlar AFAD Kanununa göre satılacak! İki yıl ödeme yapılmayacak, 18 yıl, 0 faizle evleri yıkılanlar, yeniden evlerini satın alacak… Evi yıkılan adam ki bu bir felakettir ki ulusubir araya getiren felaketlerdir, nasıl kendi evini bir daha alacak! Bunun insafı, merhameti var mıdır? Dört katlı yeri, on iki kat çıkışına ruhsat ver, sonra burası yıkılsın; sen, bu yıkılan yer için bir daha para öde!
Şimdi yine aynı durum var. Evler yapılacak, yeniden satılacak. Bir göç başlıyor. Kimin nerde kimi varsa onu arıyor. Büyük kentlerden kaçış da var ama şimdi, depremle gidecek bir yer de kalmadı… Gideceğimiz yerler de yıkıldı.